Ehl-i Sünnet Müdafaası

Ehl-i Sünnet Müdafaası

Bu sayfayı hazırlamaktaki maksadım "Ehl-i sünnetin müdafaası" için bir bilgi ve belge bankası meydana getirmektir. Faydalı olacağı ümidi ile başladım. Allahü teâlâ hâlis niyet, hayırlı netice ve muvaffakıyet nasib etsin. Bu sayfayı ziyaret eden kardeşlerimden hayır dualarını istirham ederim. (Daha fazla bilgi için sayfanın altına bakınız.)

Tüm Yazılar

31 Aralık 2009 Perşembe

İmam Zâhidü’l Kevserî'den: Said el-Dârimî ve İbni Teymiyye Hakkında

Muhammed Zâhidü’l Kevserî

Beni, ne şeytânın boynuzunun doğduğu yerdeki şu âlim olmadığı halde âlimlik taslayan kişinin yerden bitmesi, ne Müseyleme ile olan bağı, ne peşinden gidilen (müctehid) imâmlardan -Allah celle celâlühû onlardan râzı olsun- birinin tâbi’lerinden olduğunu göstererek Ezher’liler arasında gizlenmesi, ne de perdesi yırtılıp işi ortaya çıktıktan sonra, İslâm’ın bağlandığı son yerin şerefini korumak için Ezher-i şerîften tard edilmesi ve kovulması ile alâkalı olan işi üzmemektedir. Çünki bunlar, üzerinde perde olmayan âşikâr işlerdir. Hatta bunları, bu memleketin ve sâir mıntıkaların ahâlisinin çoğu bilmektedir.

Beni ve gayreti çok olan her Müslümanı, sadece ve sadece, onun gibi birisinin, ‘Selef-i Sâlihîn’in mezhebine da’vet etmek’ manzarası ile Müslümanların umûmundan temiz kalbli kimselerin arasında gözükmesi ve onların arasında öldürücü zehirini Sünnet ismiyle yayıp da, memleketin ve İslâm’ın ismini kötüye çıkarması üzmektedir.

İşte bu yüzden, şu yanında olmayan ile iftihâr eden[1] birikmiş kum yığınını (Kasîmî’yi), Müslümanların arasında fesâd yaymaya bırakmayacak ve en sağlam bir iple, putperestlikte tamamlanan inancını gizlemek için, bahsimizin mevzû'unu, onunla alâkası olmayan boş serseriliklere genişletmesine müsaade etmeyeceğiz. Aksine, her ne zaman kurtulmaya teşebbüs ederse, onu kulağından tutacak, da’vet etmiş olduğu açık sapıklık mevzû'una çevirecek ve sadece da’veti etrâfında konuşmaya onu mecbûr bırakacağız.

28 Aralık 2009 Pazartesi

Osman b. Sa'îd ed-Dârimî Hakkında

OSMAN b. SA’İD ED-DÂRİMÎ'NİN GÖRÜŞLERİ

Ebubekir Sifil

Mücessime / Müşebbihe bu konuda o denli ileri gitmiştir ki, sağlıklı işleyen bir aklın kabûl etmesi mümkün olmayan bir takım hususları Akaid ilkesi olarak benimsemişlerdir. Meselâ Osman b. Sa'îd ed-Dârimî şöyle der:

"...Çünkü el-Hayyû'l Kayyum (olan Allahü Tealâ) dilediğini yapar. Dilediği zaman hareket eder; dilediği zaman (yukarıdan aşağıya) iner ve (aşağıdan yukarıya) yükselir. (...) Dilediği zaman kalkar ve oturur. Çünkü diri ile ölü arasındaki farkın belirtisi, hareket etmektir. Her hayat sahibi, kaçınılmaz olarak hareket eder; her ölü de kaçınılmaz olarak hareketsizdir."

Oysa "hareket etmek" demek, bir evvelki durumda başka bir hâlde bulunmak, yani bir hâlden başka bir hale intikâl etmek demektir. Hareket etmeden önceki durumu değiştirip başka bir hale geçmek demek, sonradan olan (hâdis/muhdes) bir halin, hareket sahibine hulûlü demektir. Çünkü hareket eden varlık, hareket etmeden önce başka bir hâldedir. Hareketle birlikte bu halin değişmesi, önceden olmayan bir halin, o hareketle birlikte sonradan meydana gelmesi ve ona hulûlü demektir. Havadis'in (ezelî olmayan, sonradan olan şeylerin) Allahü Tealâ'ya (Celle Celâlûh) hulûlüne inanmak ise haşâ Allahü Tealâ'nın hâdis olduğunu iddia etmek demektir.

26 Aralık 2009 Cumartesi

İbni Teymiyye'nin Allahü teâlâya Mekân ve Sınır İsnad Etmesi

Hanefî fıkıh alimlerinden, İmam Ebû C'afer et-Tahâvî'nin (vefatı m.933) rahimehullah yazdığı ve mezhebin üç büyük imamının itikadî çizgisini yansıtan "Akîde"de şöyle denmektedir:

هذا ذكر بيان عقيدة أهل السنة والجماعة…. ومن وصف الله بمعنى من معاني البشر فقد كفر…. وتعالى الله عن الحدود والغايات والأركان والأعضاء والأدوات…. لا تحويه الجهات الست كسائر المبتدعات…. ولا نخوض في الله

"Bu Ehl-i sünnet vel cemaat akaidinin zikrinin beyanıdır... Kim Allahü teâlâyı beşer sıfatlarından biriyle vasıflandırırsa muhakkak kâfir olur... Allah, varlığı için birtakım sınır ve son noktalar bulunmasından, erkân, aza ve edevattan yüce ve beridir. Mahlukatı ihata eden altı yön O'nu ihata edemez...Allah'ın zatı hakkında derine dalıp düşünmeyiz/konuşmayız."

Aliyyülkârî diyor ki:

"Allahü Teâlâ'nın cisim olduğunu, mekânı bulunduğunu, Allahü Teâlâ üzerine zaman geçtiğini söyleyen kimse de kâfirdir. Böyle bir kimse için iman hakikati sabit olmamıştır.... Allah bir mekânda değildir. Yukarıda değildir, aşağıda değildir, başka cihetlerde değildir. Allahü Teâlâ üzerinden zaman geçmez. Allah bir şeyin içine girmiş değildir, bir şeyin mahalli de değildir." (Fıkh-ı Ekber Şerhi)

Daha fazla bilgi için, bu blogdaki "Allahü teâlâ için mekân veya yön söylemek caiz değildir" başlıklı makaleme bakınız.

Ehl-i sünnet alimlerinin bu açık beyanlarına rağmen, İbni Teymiyye'nin kitaplarını okuyanlar arasında "Allahü teâlâyı yaratıklara benzetmek" temayülünün ve başka sapık görüşlerin yayıldığını görüyoruz.

Ebu Hamid bin Merzuk rahimehullah İbni Teymiyye'nin bozuk sözlerini geniş olarak ele almış ve reddetmiştir. Bera'atü'l-Eş'ariyyin isimli eserinden ufak bir kısmı burada vermekde fayda görüyorum:

İBN TEYMİYYE'NİN ALLAHÜ TEÂLÂ'YA SINIR VE MEKÂNINA DA SINIR OLDUĞUNUN İSBATI HAKKINDA BÂTIL SÖZÜ

[İbni Teymiyye] Yine mezkur kitabın [Minhacu's-Sünne'nin] c. 2, s. 29'da (min muvafati sarihi'l makul li sahih el-menkul) bahsinde der ki:

“Allahü teâlâya bir had (ölçü) olup, ondan başkası miktarını bilmiyor. Haddinin sonu tasav­vur edilmesi hiçbir kimseye caiz değildir. Ama haddi olduğuna ina­nacak ve hakkındaki bilgiyi Allahü teâlâya havale edecektir. Allah'ın mekanı için de had vardır. Allah Arş'ının üzerinde, göklerin üstündedir. İşte bu iki durum, O'nun iki haddidir (sınırıdır).”

İbn Teymiyye'nin bu sözleri hakkında derim ki: "Allah için had vardır, mekanı için de bir had vardır?" dediği bu iki sözünde, Rab­bi için cisim isnad ettiğinde, acaba akıllı kimse tereddüt eder mi? Allahü teâlâ ve tekaddes onun dediği bu yalanından uzaktır. Yine akıllı kimse, İbn Teymiyye'nin, "Onun bir haddi olup kendisinden başka kimse bilmez", kavlinden taa "Onun mekanı için de bir had vardır" kavline kadar dediği bu tabirinin arasında hata ve çelişki olduğunda tereddüt eder mi? Bu söz, "Allah'ın cismi vardır, ondan başka hiç kimse cismini bilmiyor" tabirinin benzeridir. Allah'a had isbatlamak, O'na mekan olduğunu söylemek, ancak şeytandan gelebilecek bir kuruntudan başka bir şey değildir.

Allah'ın Kitabı, Peygamberinin sünneti, salih selef ile bütün Müslümanlar, İbn Teymiyye'nin bu hezeyanından uzaktırlar. Alla­hü teâlânın miktarı için (onun dediğine göre) bir had vardır ve mekânı olan Arş için de, bir had olunca, kendisi Arş'ın üzerindedir. Yalnız dört parmak kadar üzerinde kıyamet günü Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemi oturtacak bir yer boşluğu bırakır de­miş ve Teymiyyeci hocalar da Kur'an-ı Kerim'in bir ayet-i celilesinde geçen Makam-ı Mahmud'un bundan ibaret olduğuna itikad ediyor­lar, denilince, Allah'ın haddini O'ndan başka kimse bilmez diye na­sıl iddia ediyor? Allah alt taraftan Arş'ın sathına temas ediyormuş ve kendisi dört parmak kadar Arş'tan küçükmüş! Allah'ın sağ ve sol yanları olduğunu iddia ediyorlar. Allahü teâlâya olan haddin­den ancak yukarı cihetini bilmemişler ki, işte İbn Teymiyye'nin Allahü teâlâdan başka hiç kimse onu bilmez dediği had budur. Dille­rin hata söylemesinden, kalblerin yanlış düşünmesinden Allah'a sı­ğınıyoruz.

“Allah, Arş'ın üzerindedir (üzerinde oturmuştur)”, diye yukarı­da geçen sözü, yine yukarıda geçen “Allah, yaratıklarından ayrıdır”, dediği sözünü nakz etmektedir. Çünkü Arş da mahlukattandır. İddiasına göre, Allah Arş'ın üzerindeki oturması, ondan ayrı olma­sına muhalif olur.

“Göklerinin üstündedir”in iki manası vardır. Şöyle ki: Bundan maksadı, Allah'ın Arş'ı göklerin üstündedir ise, bu açık bir haber­dir. Zira Arş'ın göklerin üstünde olduğunu Müslümanlar da bilir. Bundan bahsetmesine lüzum yoktur. Şayet maksadı Allahü teâlâ Se­maların üstündedir demek ise, Allahü teâlâ, Arş'ın üzerinde otur­muş değil, Arş'ın altında olması lazım gelir. Çünkü Arş semaların üstündedir. İşte bu kavli hem yanlış hem de mana itibariyle çeliş­kilidir.

“İşte bu durum onun iki haddidir” kavli, fasiddir. Zira bu batıl tabirine göre, Allahü teâlânın beş ciheti (yönü) lazım gelir. Birisi, mekânı için, dört cihet de: alt, sağ, sol cihet ile, kendisinden başka kimsenin bilmediği üst cihetidir. Dillerin hatalı söylemesinden, akılların yanlış düşüncesinden Allah'a sığınıyoruz.

İBN TEYMİYYE'NİN HERKES, ALLAH'IN ZÂTINI VE MEKÂNINI CEHMİYE TAİFESİNDEN DAHA İYİ BİLİR, DİYE BÂTIL İTİKADI VE ALLAHÜ TEÂLÂNIN ONUN BU YALANINDAN MÜNEZZEH OLDUĞU

Mezkur kitabının 30'uncu sahifesinde,

“Herkes, Allah'ı ve Allah'ın mekânını Cehmiye taifesinden daha iyi bilir”

tabiri nedeniyle, İslam ümmetinin cumhuruna karşı çok iftiracı ve cânidir. Zi­ra, Cehmiye taifesinden maksadı, Eş'arilerdir. Bu da onlar hakkın­da ikinci bir iftirasıdır ki, çok bilgili olan İslam âlimlerinden müteşekkil büyük bir cemaate Cehm b. Safvan'ın re'yini isnad ederek onları Cehmiyecilikle lakaplandırmıştır. Halbuki, Cehm b. Safvan, H. 128'de ölmüş ve onun çürük itikadı da beraberinde mezara gitmiş, hiçbir tabii de yoktur. Ve ona mutabeat edilmesine de layık de­ğildir. İbn Teymiyye ile İbn Kayyım'ın tabirlerinde çok geçen bu Cehmiye lakabından maksatlan, Eş'ariyye taifesidir. Çünkü Eş'ariler, Dimaşk'ta onunla yaptıkları münazarada kendisini susturmuş ve Kahire'de toplanan meclislerine de katılmamıştır. Nerede kaldı ki, onlarla münazara edebilsin. Bu sebepten İbn Teymiyye, onları tekfir etmek, Cehmiyelikle lakaplandırmak, çeşitli kötü sövmelerle onlara sövmek, kendini ibadete verip zamanın emirlerinin sevgisini kendine doğru çekmek üslübu cihetine giderek bu çeşit yollarla yüksek dağlara benzeyen o âlimleri·zayıflatacağını zannetmişti. Halbuki takip ettiği bu üslublar, ancak geri kafalı insanlar ve benzerlerinin pazarlarında değerlendirilmektedirler. İbn Teymiyyeci hocalardan başka bütün İslam âlimleri, Allahü tebareke ve teâlâyı ölçülmekten ve mekândan tenzih edip, Allah'ın hakikatini bilmekten hasıl olan aczi müdriktirler. Ve zâtının hakikatı hususunda, derin düşünmek de, Allah'a şerik koşmaktır, diyorlar.

KUR'AN-I KERİM, MEŞHUR VE MÜTEVATİR HADİSLER, İLK ULEMA VE TABİİN İLE 3'üncü ASRIN BÜTÜN ÂLİMLERİNİN KELÂMLARI, ALLAHÜ TEÂLÂNIN ARŞ'IN ÜZERİNDE OLDUĞUNA DAİR TABİRLE DOLUDUR DİYE İBN TEYMİYYE'NİN BÂTIL İTİKADI

İbn Teymiyye yazdığı risalenin 194'üncü sahifesinde Allah'ın yaratıkların üstünde olduğu bahsinde der ki:

“Şüphesiz Kur'an ve yaygın mütevatir hadisler, ilk âlimlerin ve tabiin'in ve hatta üçüncü asrın bütün âlimlerinin kelâmları, Allah'ın yüksekte Arş'ının üzerinde olduğunun isbatı hususunda çeşitli delillerle doludur.”

Derim ki: İbn Teyıniyye'nin bu tabirinde, korkutucu, şaşırtıcı ve itiraz edilir şeyler var. Avam tabakasıyla benzerleri için korkutucudur. Zira onlar, Kur'an ve meşhur hadisler ... diyerek İbn Teymiyye'nin bahsettiği şeyi işittikleri zaman korkar ve etkilenirler. Halbuki bu sözler, tahkik mihengine arz edilirse, ilk bakışta İbn Teymiyye'nin itikad ettiği gibi Kur'an'ın bazı ayetlerinin izahından, Allah'a üst cihet olduğu çabuk akla gelmekte ve bazı ayetlerde de zahire göre üst cihetin aksi anlaşılmaktadır. Peygamber'in (aleyhisselam) meşhur hadislerinin durumları da böyledir. Meşhur olan hadis, bazen sahih, bazen de zayıf olur. Sünnette mütevatir hadisler pek azdır. İbn Teymiyye'nin, tahmini olarak söylediği ve Kur'an ile hadisle, ashaba, tabiine ve bütün üçüncü asrın alimlerine isnad eylediği bu sözlerle miskin avam tabakasını şaşırtıp inançlarını ifsad etmesi, bu izahtan zahir oldu. Şayet doğru ve muhakkik bir zat olsaydı, Allahü teâlânın Arş'ın üzerinde olduğuna dair Kur'an-ı Kerim'den istihrac ederek, delaletin üç nev'i olan mutabakat, tazammun ve iltizami nev'ilerden hiç olmazsa üç misal getirecekti. Ve iddiasına dair yine sahabeden (Allahü teâlâ onlardan razı olsun) ve tabiinden sahih senedler nakledecekti. Keza tabiinin tabilerinden de naklederdi. Ta ki, o delil ve nakillere bakılıp düşünülsün. Lakin kendisi, Allahü teâlânın Kitabına, Resulü'nün sünnetine, salih selefler ile diğer asırlann ulemasına karşı iftiracı ve şaşırtıcı bir tavır almaktadır. “Delaletin nev'ileriyle” kavlindeki tenakuz (çelişki) de açıktır. Çünkü, delaletin üç nev'i de, mantık ilminin mukaddimesindendirler. Halbuki kendisi mantık ilminin okumasını, öğrenmesini haram kılmıştır.

Yine yukarıda adı geçen risalesinde (sahife 200), Allahü teâlânın Arş'ın üzerinde oturması hususunda, aklın açıkça düşünmesi, o hususta varid olan nakillere uygundur, diyor.

Yine mezkur risalenin 202'nci sahifesinde batıl olarak demiş ki: “Gece ve gündüz, kalbleriyle Allah'a teveccüh edip O'na gizli olarak yalvaran sahabe ve tabiin sınıflarının, Allah'ın yaratıkların üzerinde olduğuna dair sorulacak sualden yüz çevirmeleri tasavvur edilemez”.

Aynı risalede kendi hevasına göre, istiva kelimesini tefsir ederken, Malikilere, bilhassa ilk zamandaki âlimlerine, "Onlar, Allahü tebareke ve teâlânın bizatihi Arş'ının üzerinde bulunduğuna dair Ehl-i sünnet ve'l-cemaatin icmaı olduğunu hikayet ediyorlar” diye iftira etmiştir.

Aynı risalenin 213'üncü sahifesinde, “Bu hususta Ehl-i sünnet ittifak etmişlerdir”, diyor.

Yine o risalenin 209'uncu sahifesinde, “Allahü teâlânın haddi (ölçüsü) olduğu hikayesi Abdullah b. el-Mubarek'e isnad edilmiştir.” diyor. Bu, İmam İbnü'l-Mubarek hakkında bir bühtandır. Yine diyor ki: “Bu sahih bir görüş olup Ahmed b. Hanbel, İshak b. Rahuye ile bir değil, birçok imamlardan sabit olmuştur.”

"Bu sahih bir görüştür" dediği şey, yalnız onun ve mücessime fırkasından olan hocaların görüşüdür. “Ahmed b. Hanbel ve İbn Rahuye'den sabittir ...” kavli, bu iki imam hakkındaki ikinci bühtandır. Yukarıda geçen, üç imama yaptığı yalanı kafi gelmemiş gibi, “bir değil, birçok imamlardan ...” diye adeti üzere genel tabirle bahsetmekte, başkalarını şaşırtmak için, “imamlardan yalnız bir değil” gibi bir cümle kullanmaktadır.

Ebu Hamid bin Merzuk, Bera'atü'l-Eş'ariyyin, Bedir Yayınevi, 1994; s.449-452.

İLAVE: Yukarıda İbni Teymiyye'nin şu ifadesi naklediliyor:

“Allahü teâlâya bir had (ölçü) olup, ondan başkası miktarını bilmiyor. Haddinin sonu tasav­vur edilmesi hiçbir kimseye caiz değildir. Ama haddi olduğuna ina­nacak ve hakkındaki bilgiyi Allahü teâlâya havale edecektir. Allah'ın mekanı için de had vardır. Allah Arş'ının üzerinde, göklerin üstündedir. İşte bu iki durum, O'nun iki haddidir (sınırıdır).”

İbni Teymiyye'nin bu sözü en az bir kitabında daha tekrar ettiği anlaşılıyor:

http://arabic.islamicweb.com/Books/taimiya.asp?book=362&id=460

قال ابو سعيد والله تعالى له حد لا يعلمه احد غيره ولا يجوز لأحد ان يتوهم لحده غاية في نفسه ولكن نؤمن بالحد ونكل علم ذلك الى الله ولمكانه ايضا حد وهو على عرشه فوق سمواتة فهذان حدان اثنان

Kaynak: İbni Teymiyye, Der'u Te'ârudi'l-Akl ve'n-Nakl, 2/57. (Bu bilgi buraya 4 Ocak 2010 tarihinde ve yukarıda bağlantısını verdiğim "online" kitapdan kopyalanmıştır.)

Derleyen: Murat Yazıcı

25 Aralık 2009 Cuma

İbni Teymiyye'nin Fikrî Kaynaklarından: el-Dârimî el-Secezî

Ebu Hamid bin Merzuk rahimehullah diyor ki:

Vehhabilerin bastığı kitaplardan biri de Osman bin Said el-Dârimî el-Secezî'nin (vefatı h. 280) Nakdu alâ Bişri'l-Merîsî isimli eseridir.

OSMAN BİN SAİD ED-DARİMİ ES-SECEZİ'NİN KİTABINDA ALLAH'A CİSİM İSNAD ETTİĞİNE DELALET EDEN BAZI TABİRLER

1 - Kitabın 4'üncü sayfasında, "Bir insan vahid (bir) olan Al­lah'ın yerini bilmediği halde, tevhide (Allah'ın bir olduğu inancı­na) nasıl hidayetlenir?" denilmiş.

2 - Sayfa 20: Hayy (sürekli diri) olan ve kainatı idare eden zat, istediğini yapar, istediği vakit hareket eder. İstediği zaman iner, yükselir. İstediği zaman ruhları kabzeder, rızıkları genişletir. Ba­zılarının ömrünü uzatır, rızıklarını çok verir, kalkıp oturur. Çünkü diri ile ölü arasındaki fark, harekettir. Şüphesiz bütün diriler hareket eder, bütün ölüler hareketsizdir.

3 - Sayfa 23: Allahü teâlâ için bir sınır olup mekânı için de bir sınır vardır. Göklerinin üstünde, Arş'ının üzerinde bulunmakta­dır. İşte bunlar iki sınırdır.

4 - Sayfa 25: Herkes Allah'ı ve Allah'ın mekânını Cehmiye taifesinden (*) daha iyi bilir. Kendisi bizzat eliyle Adem'i yaratmıştır.

5 - Sayfa 29: Dediğim gibi, Allah onlarla Adem'i yarattığı iki eli olmasaydı, Kur'an-ı Kerim'de mealen, "Bütün hayırlar ancak senin (Al­lah'ın) elindedir" denilmesi caiz olmayacaktı.

6 - Sayfa 48: Resulullah'ın (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem), "Şüphesiz tek gözlü değil­dir" sözünün te'vili, "Allah iki gözlüdür" demektir.

7 - Sayfa 74: Allah, Kürsü üzerinde oturur da, Kürsü'den an­cak dört parmak kadar boş yer artar.

8 - Sayfa 85: Şüphesiz Allah arzu ederse, kudret ve rububiye­tinin lütfu ile bir sivrisinek sırtının üzerinde de kalabilir. Koca Arş üzerinde nasıl durmasın?

9 - Sayfa 100: Hiç şüphe yok ki, dağın zirvesi, alt kısmından göğe daha yakındır. Minarenin tepesi de, tabanından Allah'a daha yakındır.

10 - Sayfa 121: Mef'ulatın mutlaka mahluk olduk­ları şeklindeki iddiayı, kabul etmiyoruz. Hareket, iniş, yürümek, koş­mak (**), Arş ve gök üzerinde istivanın kadim olduklarına ittifak et­mişizdir.

(*) Bu kitabın ikinci cildinin Arapça aslının 72'inci sayfasınden anlaşıldığına göre, burada geçen Cehmiye tabirinden maksadı Eş'ariyye taifesidir.
(**) Bu tabir şu hadis-i şerif mealinden alınmıştır: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Rabbin­den şöyle rivayet etmiştir: Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: "Kul, bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. Yürüyerek bana gelirse, koşarak ona gelirim." (Buhari, Enes'ten rivayet ediyor). [el-Darimî yaklaşma, yürüme, koşma kelimelerini yanlış anlamıştır].

Bkz. Ebu Hamid bin Merzuk, Bera'atü'l-Eş'ariyyin, Bedir Yayınevi, 1994; s.34. Tercüme: Emekli Müftü Hasib Seven.

Burada bahis konusu olan, Osman bin Said el-Dârimî el-Secezî (vefatı h. 280) isimli şahıstır. Meşhur hadis alimi Abdullah bin Abdurrahmân hâfız Ebû Muhammed el-Dârimî (vefatı h.255) ile karıştırılmamalıdır.

Dr. Cibril Fuad Haddad diyor ki:

Ibn al-Qayyim in Ijtima al-Juyush (p.88 = p. 143) revealed that Ibn Taymiyya "praised and recommended al-Darimi's two books [Naqd al-Jahmiyya and al-Radd ala Bishr al-Marrisi] most strenuously."

Bunun tercümesi:

İbni Kayyım Îctimau'l-Cuyuş isimli eserinde (s. 88 = s. 143) der ki, İbni Teymiyye "el-Dârimî'nin iki kitabını [Nakd el-cehmiyye ve el-Red alâ Bişr el-Merîsî] çok hararetle över ve tavsiye ederdi."

Bkz. Dr. G. F. Haddad, The Refutation of Him Who Attributes Direction to Allah, Aqsa Publications, Birmingham, UK, 2008, s. 83, dipnot no. 134.

Dr. Haddad'ın naklettiğine göre, İbni Teymiyye Beyan Telbis el-Cehmiyye isimli eserinde el-Dârimî'nin bozuk sözlerini benimsemiş ve müdafaa etmiştir. İbni Teymiyye'nin el-Dârimî'den alıp tekrar ettiği sözlere yukarıda naklettiğim -haşa- "Allahü teâlânın sivrisinek sırtının üzerinde istikrar edebileceği" şeklindeki çirkin ifade de dahildir. İşte İbni Teymiyye'nin sözü:

ولو قد شاء لاستقر على ظهر بعوضة فاستقلت به بقدرته ولطف ربوبيته

Beyan Telbis el-Cehmiyye, 1/568.

Dr. Ebubekir Sifil de bu konuda benzer bilgiler vermektedir:

İbn Teymiyye ve İbnû'l Kayyım, içinde, Allahü tealâ hakkında inanılması caiz olmayan bir sürü tezvirat bulunan bu kitabı şiddet ve hararetle tavsiye ederken bu kitapta yer alan hususlara birer Akaid ilkesi olarak inandıklarını açık bir şekilde ortaya koymuşlardır. Nitekim İbn Teymiyye, "Şerhû'l Akîdeti'l Esfehâniyye" isimli eserinde, mezkûr ed-Dârimî'nin bu eserinden, kendi görüşlerini desteklemek amacıyla pek çok nakillerde bulunmuştur...

E. Sifil, "Allahü teâlâ mahlukatına benzer mi?" başlıklı makale, Beyan Dergisi.

Osman bin Said ed-Darimi diyor ki: "Minarenin tepesindeki bir insan Allah’a, zemin seviyesindekinden daha yakındır. Dağın tepesindeki, dağın eteğindekinden daha yakındır. Allahü teâlâ dilerse bir sivrisineğin üstüne yerleşir, oturur ve o sivrisinek Allah’ın kudretiyle havalanır Allah’ı götürür. Allah’ın kudretine aykırı mıdır?” Oysa hâşâ ve kellâ nasslarda böyle bir şey yer almaz.

E. Sifil, "Araştırmacı Yazar Ebubekir Sifil İle" başlıklı sohbet, Gureba - Mart 2008

Hazırlayan: Murat Yazıcı

27 Kasım 2009 Cuma

İlk Türkçe Hutbe

Ahmet Kabaklı'dan iktibas:

Frakla Yapılan Hutbe

Süleymaniye'de okunan ilk Türkçe hutbeyi, Atatürk'ün direktifiyle nasıl okuduğunu, ses sanatkarı Sadettin Kaynak şöyle anlatmaktadır (Bkz. Bir Başka Açıdan Kemalizm, s. 217):

"Türkçe Kur'anın anlattığım bu tecrübesinden sonra, Fatih Camiinde ilk defa Türkçe Kur'an okudum. Bunu müteakip, Türkçe hutbeye sıra gelmişti.

Atatürk: -Haydi bakalım. Türkçe hutbeyi de Süleymaniye camiinde mukabele oku! Amma, okuyacağını önce tertib et, bir göreyim, dedi. Yazdım, verdim. Beğendi. Fakat:

-Paşam, bende hitabet kabiliyeti yok. Bu başka iş, hafızlığa benzemez, dedim.

-Zarar yok, tecrübe edelim... buyurdu.

Bunun üzerine tekrar sordum:

-Hutbeye çıkarken sarık saracak mıyım?

-Hayır, sarığı bırak... Benim gibi başı açık ve fraklı!...

Ne diyeyim, inkilap yapılıyor, peki dedim.

O gün, hıncahınç dolmuş Süleymaniye camiinde cemaat arasına karışmış yüz elli de sivil polis vardı.

Bu tedbirin isabetli olduğu çok geçmeden anlaşıldı.

Ben Türkçe hutbeyi okur okumaz, kalabalık arasından, bilahare Arap olduğu anlaşılan biri, sesini yükselterek:

-Bu namaz olmadı! .. diye bağırdı.

...Onu da derhal karakola götürdüler... ve tabii benzettiler. (Sadettin Kaynak)

Mehaz: Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, Türk Edebiyatı Yayınları, 15. Baskı, Mayıs 1992, s. 225-226.

Not: Yanlış bir ifadenin yayılmaması için burada vurgulayalım: "Türkçe Kur'an" ifadesi yanlıştır. "Kur'an-ı kerîmin Türkçe meâli" olabilir, ama Kur’ân-ı kerîm Arapçadır.


29 Ekim 2009 Perşembe

İmâm-ı Kastalânî'nin Mâlik ed-Dâr Hadîsini Tasvib Ederek Nakletmesi

Bu blogda "Mâlik ed-Dâr Hadîsi Sahîhdir" başlıklı yazımda, şu nakli yapmıştım:

"İbni Ebî Şeybe haber verdi: Hazret-i Ömer zamanında Medîne'de kaht [yanî kıtlık, gıda maddelerinin azlığı] oldu. Bir kimse, Kabr-i Nebevî'ye gelip, yâ Resûlallah! Ümmetin için yağmur duâsı yap! Helâk olacağız dedi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem rüyâsında görünüp, Ömer'e git! Yağmur geleceğini müjdele buyurdu. İbni Cevzî diyor ki, Medîne'de kaht oldu. Hazret-i Âişe'ye gelip, yalvardılar. Resûlullahın türbesinin tavanını deliniz buyurdu. Öyle yapdılar. Çok yağmur yağdı. Kabr-i şerîf ıslandı." (Abdülhak-ı Dehlevî, Cezb-ül-kulûb)

İmâm-ı Ahmed bin Muhammed Şihâbüddîn Kastalânî, Şâfi’î âlimlerindendir. 821 [m. 1418] de doğmuş, 923 [m. 1517] de Mısır'da vefât etmişdir. İmâm-ı Kastalânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) burada bahsedilen her iki rivayeti de müstahsen görerek, tasvib ederek nakletmiştir:

İmam-ı Kastalânî, Mevahibu Ledunniye, Hisar Yayınevi, İst., c.2, s. 365.

27 Eylül 2009 Pazar

İmâm-ı Mâverdî'nin el-Utbî’nin Rivayetini Tasvib Ederek Nakletmesi

Bu blogda, "İbni Kesir'in Vehhabîleri Tekzib Eden Yazıları" başlıklı derlememde, Recep Yıldız'ın şu yazısını nakletmiştim:

Huzur-u Nebi’de el-Utbi’nin tanık olup naklettiği şu manzaraya muvafık nice haller var... el- Utbi naklediyor: Kabr-i Şerif’in yanında oturuyordum, bir bedevi geldi, kabre yönelip “Es-selamu aleyke ya Resulallah! İşittim ki Allahü Teala şöyle diyor: ‘Eğer müminler kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan günahlarının bağışlanmasını dileseler ve Peygamber de onlara bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı tövbeleri çok kabul edici ve çok merhametli bulacaklardı.’[30] ben de huzuruna, günahına istiğfar eden, Rabbine karşı, şefaatini bekleyen bir halde geldim.” diye yalvarır. Samimi duygularla Allah Resülü’nden (sallallahu aleyhi vesellem) şefaat talebinde bulunan bedevi şöyle bir şiir inşad eder: Ey kemikleri bu vadiye defnedilenlerin en hayırlısı olan Resul! Kemiklerinin kokusundan ova ve tepeler güzel olmuştur. İçinde bulunduğun kabre canım fedadır. İffet, cûd ve kerem o kabrin içinde metfundur. Bedevinin haline tanıklık eden el-Utbi hemen orada uykuya dalar. Rüyada Allah Resulü’nü (sallallahu aleyhi ve sellem) görür. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyururlar ki; “Utbi! Bedeviye yetiş ve ona, Allah’ın kendisini affettiğini müjdele.”[31]

[30] Nisa(5): 64. [31] İbn Kudame, el-Muğni, Beyrut, 1994, III, 394.

Bkz: Recep Yıldız, Harameyn Notları, İnkişaf Dergisi, No: 7.

Şâfi’î fıkh ve tefsîr âlimi, meşhur fıkıh kitabı Hâvî'nin müellifi İmâm-ı Mâverdî de (rahmetullahi teâlâ aleyh) el-Utbî’nin kıssasını müstahsen görerek, tasvib ederek nakletmiştir:

Ahkâm-üs-sultâniyye, 10. Bölüm: Hacc Emirleri ve Haccı İdare; Bedir Yayınevi, İstanbul, 1976, s. 120.

 

18 Eylül 2009 Cuma

Şia Taifesi ve Seyyid Kutub

Aşağıda iki ayrı siteden bazı yazıları -herhangi bir değişiklik yapmadan- nakledeceğim. Okuyucuyu ikaz için vurgulayayım ki, aktardığım bu yazılarda yanlış ve edeb dışı ifadeler mevcuttur. Bu derlemenin bir benzerini birkaç sene evvel bir forumda neşretmiştim. Mezkur forum ve oradaki yazılarım silinmiş bulunuyor. Biraz araştırma ile bahis konusu siteleri tekrar buldum. Sitelerin adreslerini ve bu yazıları hangi tarihte buraya kopyaladığımı da not ettim:

13 Eylül 2009 Pazar

Seyyid Kutub'un İsa aleyhisselam Hakkındaki Karışık Sözleri

İmam-ı A'zam Ebû Hanife rahimehullah buyuruyor ki:

"Deccal'in, Ye'cüc ve Me'cüc'ün ortaya çıkması, güneşin batıdan doğması, Hz. İsa'nın gökten inmesi ve sahih haberlerde bildirilen kıyamet alâmetlerinin hepsi de haktır."

Ehl-i sünnet âlimleri, İsa aleyhisselamın ölmediğini, diri olarak göğe kaldırıldığını yazmışlardır. Nitekim, Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki (Nisa 157-158):

(Allah’ın resulü Meryem oğlu İsa’yı öldürdük dedikleri için Yahudileri lanetledik. Hâlbuki onlar İsa’yı öldürmediler, asmadılar da. Öldürülen kimse kendilerine İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilafa düşenler tam bir kararsızlık içindedir. Bu konuda zandan başka hiçbir bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler. Bilakis Allah İsa’yı kendi nezdine kaldırmıştır.)

İmam-ı Kurtubî rahimehullah 158. âyet-i kerimenin tefsirinde diyor ki: "Yani onu semaya kaldırmıştır. Yüce Allah ise mekân­dan münezzehtir."

12 Eylül 2009 Cumartesi

Afgânî, sapkınlığın ve dalâletin başıdır

Cemalüddîn Afgânî hakkında ne düşünüyorsunuz?

Muhammed Avvâme Hoca: Afgânî, sapkınlığın ve dalâletin başıdır. Ben Allah'ın izniyle, karakter olarak övgüde ve medihde mübalağayı sevmem. Afgânî ve ekolü, Muhammed Abduh ve takipçileri dalâletin ve sapkınlığın öncüleridir. Cemâluddîn Esedâbâdî adında bir kitap var. Bu kitapta, mutlaka bilinmesi gereken bir hadise anlatılır. Afgânî'nin seferde-hazarda, gece-gündüz yanından ayırmadığı bir çantası vardır. Çantada çok özel belgeleri var. Bir defasında geceleyin Tahran'da bir arkadaşının yanında uyumaktayken Sultan Abdülhamid'den bir haber gelir. Sultan, Afgânî'yi çağırmaktadır… Afgâni apar-topar hazırlanır ve yola koyulur. Ancak çantasını arkadaşının evinde unutur. Adam çantayla ilgili olarak dostlarıyla istişarede bulunur. Sonunda tarihe bir hizmet olsun diye çantanın içindeki belgeleri çoğaltmaya ve Farsçaya çevirip incelemeye karar verirler. Cemâlüddîn Afgânî'nin 26 farklı imza kullandığı tesbit edilir. Ayrıca, evrakların arasında Afgânî'nin Mason mahfiline sunduğu masonluğa katılma dilekçesi ve masonluğa kabul edildiğine dair belge de vardır. Kabul merasiminin yeri ve zamanı da belirtilmiştir.

Başka bir belge, Muhammed Abduh'un bir mektubudur. İngilizler, Muhammed Abduh'u Mısır halkı nezdinde popülaritesini artırması için –İngilizler Mısır ahalisinin kalbini kazanan bir Arap öncü yetiştirmek istiyordu- Lübnan'a sürdüklerinde mektubu buradan yazmış. Diyor ki Muhammed Abduh: "Biz senin sağlam yolundayız. Dinin başını yine dinin kılıcından başka bir şeyle kesemezsin. Bizi görsen âbid, zâhid, rükû ve secdeden başını kaldırmayan kimseler zannedersin." Çantada daha birçok belge vardır.

Riyad'da Dr. Fehd er-Rûmî, İmam Muhammed üniversitesinde yaptığı doktora tezinin konusu Menhecü'l-Medrese el-Akliyye el-Hadîse fi't-Tefsîr (Modern Akılcı Ekolün Tefsir Yöntemi)… Çalışmanın başında bu akımın öncüleri olan Afgânî, Muhammed Abduh ve Reşîd Rızâ'nın biyografileri var. Benim az önce sözünü ettiğim belgeleri de oraya koymuş. Muhammed Abduh da bu çizgide olan bir kimsedir. İngilizler Mısır'da Abduh'u ciddî anlamda desteklemiş ve bir "din ıslahatçısı" olarak öne çıkarmışlardır. İslam dünyasını bütünüyle ifsad etmesi için Abduh'u Mısır müftülüğü makamına atamışlardır. Çünkü Mısır Ezher'e ev sahipliği yaptığı için tüm İslam dünyasının ilim kıblesiydi. İngilizlere göre Muhammed Abduh'u aktör yaptıkları bu ifsad projesi Mısır'da tutarsa İslam dünyasının diğer ülkelerinde de tutacaktı. Bu yüzden Muhammed Abduh aleyhine konuşanlara baskı uygulamışlardı. Ama tüm bunlara rağmen Allah Teâlâ hak yolunda malını ve canını feda eden kimseler gönderdi. Bunların en başta geleni Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi (rh. a.)’dir. O, Mevkıfü'l-Akl isimli kitabında bu akımın maskesini düşürdü. Bu akımın gerçek yüzünü bilmek için Mustafa Sabri Efendi'nin bu kitabı mutlaka okunmalıdır.

Kaynak: Rıhle Dergisi, Sayılar: 5-6.

İlave: Abduh'un "Biz senin sağlam yolundayız. Dinin başını yine dinin kılıcından başka bir şeyle kesemezsin. Bizi görsen âbid, zâhid, rükû ve secdeden başını kaldırmayan kimseler zannedersin."  şeklindeki ifadesinin aktarıldığı İngilizce bir kaynağı da burada not edelim:


Seyyid Kutub'un Tehlikeli Bir Sözü

Seyyid Kutub Hadid Sûresi 4. âyetin tefsirinde şöyle yazıyor:

Arş da öyle. Biz buna yüce Allah'ın tanıttığı biçimi ile inanıyoruz, fakat ne olduğunu bilemeyiz. "Arş'a istiva" meselesine gelince bu deyimin varlıklar bütüne egemen olmanın dolaylı (kinayeli) bir anlatımı olduğunu söyleyebiliriz. Böyle derken Kur'an'ın bize öğrettiği şu kesin ilkeye dayanıyoruz: Yüce Allah durum değişikliğine uğramaz. Buna göre bir zamanlar Arş'a kurulmamış durumdayken daha sonra Arş'a kurulmuş olması düşünülemez. Bizim "Arş'a istiva" olgusuna inandığımızı, fakat bunun nasıl olduğunu bilmediğimizi söylememiz ayette "Arş'a istiva etti" sözünün ne anlama geldiğini açıklamaz. En doğrusu az önce dediğimiz gibi bu sözün mutlak egemenliğin dolaylı bir anlatımı olduğunu söylememizdir.

5 Eylül 2009 Cumartesi

Zehebi'nin İbni Teymiyye'ye Nasihatı Hakkında Vesikalar

Bu blogda en aşağıda "İmam-ı Zehebî'nin İbni Teymiyye'ye Nasihatı" başlıklı yazıya ve oradaki yorumlara bakınız.

28 Temmuz 2009 Salı

Cehennem azâbından kurtulmak için...

Âriflerin ışığı, Velîlerin önderi, İslâmın bekçisi ve Müslümanların Baştâcı İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî buyuruyor ki:

Resûlullaha itâ'at, Allahü teâlâya itâ'at demektir

Cenâb-ı Hak, Nisâ sûresinde, Muhammed aleyhisselâma itâ'at etmenin kendisine itâ'at etmek olduğunu bildiriyor. O hâlde, Onun Resûlüne sallallahü aleyhi ve sellem itâ'at edilmedikçe Ona itâ'at edilmiş olmaz. Bunun pek kat'î ve kuvvetli olduğunu bildirmek için, âyet-i kerîmede, (Elbette, muhakkak böyledir) buyurdu ve bazı doğru düşünemiyenlerin, bu iki itâ'ati birbirinden ayrı görmelerine meydân bırakmadı. Allahü teâlâ, yine Nisâ sûresinin, (Kâfirler, Allahü teâlânın emrleri ile Peygamberlerin emrlerini birbirinden ayırmak istiyor. Yehûdîler diyor ki, biz Mûsâ aleyhisselâma inanırız. Îsâ ile Muhammed aleyhimesselâma inanmayız. Hıristiyanlar ise, yalnız Îsâ aleyhisselâma inanıp, ona hâşâ, Allahü teâlânın oğlu diyor. Bu inanışları ve dinleri kıymetsizdir. Hepsi kâfirdir. Bunların hepsine Cehennem azâbını, çok acı azâbları hâzırladık) meâlindeki âyetinde, bu iki itâ’ati ayrı görenlerden şikâyet buyurmakdadır. (Mektubat, 1.cilt, 152. mektubdan)

Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıklarına uymak lâzımdır

Ey mes'ûd kardeşim! Bize ve size herşeyden önce lâzım olan, i'tikâdı Kitâba ve sünnete uygun olarak düzeltmekdir. Doğru yolun âlimlerinin, (Allahü teâlâ onların çalışmalarına iyi karşılıklar versin!) Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anladıklarına ve bildirdiklerine uygun olarak i'tikâd etmek lâzımdır. Çünki, Kitâbdan ve sünnetden bizim ve sizin anladıklarımızın hiç kıymeti yokdur. Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıklarına uymak lâzımdır. Bizim anladıklarımız, Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıklarına uymuyor ise, hiç kıymeti olmaz. Çünki her bid'at sâhibi, [türedi reformcular] ve doğru yoldan kayarak dalâlete düşenler, sapık bilgilerini ve bozuk işlerini, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anladıklarını ve bu iki kaynakdan çıkardıklarını söylemekdedirler. Bu sözleri çok yanlış ve haksızdır. İkinci olarak hepimize lâzım olan şey, ahkâm-ı şer'ıyyeyi öğrenmekdir. Yanî halâli, harâmı, farzı, vâcibi öğrenmekdir. Üçüncü olarak hepimize lâzım olan şey, bütün işlerimizi, öğrendiklerimize uygun yapmakdır. Dördüncüsü, kalbin tasfiyesi ve nefsin tezkiyesidir ki, bu ikisi tesavvuf büyüklerine mahsûsdur (kaddesallahü teâlâ esrârehüm). İ'tikâdı düzeltmeden önce ahkâm-ı şer'ıyyeyi öğrenmenin hiç fâidesi olmaz. Bu ikisi birlikde düzelmedikce de, ibâdetlerin fâidesi olmaz. Bu üçü birlikde yapılmadıkca, tezkiye ve tasfiye hiç yapılamaz. Bu dört temel vazîfe, yardımcıları ve tamamlayıcıları ile birlikde yapılmalıdır. Meselâ, farzlar, sünnetleri ile birlikde yapılmalıdır. Farzların yardımcısı ve tamamlayıcısı, sünnetlerdir. Bunlardan biri yapılmadıkca, geriye kalan herşey lüzûmsuzdur ve fâidesizdir. Böyle lüzûmsuz şeylere, (Mâlâya'nî) denir. Hadîs-i şerîfde, (Bir kimsenin müslümanlığının güzelliği, mâlâya'nîden kaçması ve lüzûmlu şeyleri yapması ile anlaşılır) buyuruldu. Doğru yolda olanlara ve Muhammed Mustafânın izinde yürüyenlere selâm olsun (aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vettehıyyât). (1.cilt, 157. mektubdan)

Kıyâs ve ictihâd, bid'at değildir

Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem sünnetine birşey katmamalı ve Onun Eshâb-ı kirâmına (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în) uymalıdır. Çünki, Eshâb-ı kirâmdan herbiri, gökdeki yıldızlar gibidir. Herhangi birine uyan se'âdete kavuşur. Kıyâs ve ictihâd, bid'at değildirler. Çünki bunlar, (Nusûs)un, yanî âyetlerin manâlarını meydâna çıkarmakdadırlar. Bu manâlara başka birşey eklemezler. (Ey akl sâhibleri! İyi anlayınız!) meâlindeki âyet-i kerîme, kıyâs ve ictihâdı emr etmekdedir. (1.cilt, 186. mektubdan)

İctihâd derecesinde olan yüksek âlimler, dînin hükmlerini açığa çıkarmışlardır. Dinden olmıyan şeyleri meydâna çıkarmış değillerdir. Görülüyor ki, ictihâd yolu ile bildirilen hükmler, sonradan meydâna çıkarılmamışlardır. Dinden olan, dînin temeli olan şeylerdir. Çünki, din bilgilerinin temelleri dörtdür. Dördüncüsü, kıyâs yanî ictihâddır. (1.cild, 260.mektubdan)

Kıyâs ve ictihâd, islâmiyyetin dört temelinden birisidir. Buna uymağa emr olunduk, evliyânın keşf ve ilhâmları, böyle değildir. Bunlara uymağa emr olunmadık. İlhâm, yalnız sâhibi için delîldir, huccetdir, seneddir. Başkaları için sened değildir. İctihâd ise, her müslimân için huccetdir, seneddir. Bunun için müctehid olan âlimlere uymak lâzımdır. Dînin temellerini, bu âlimlerin bildirdiklerine uygun olarak öğrenmelidir. Tesavvufcuların, bu âlimlerin bildirdiklerine uygun olmıyan sözlerine ve işlerine uymamak lâzımdır. Bununla berâber onlara iyi gözle bakarak dil uzatmamalı, şü'ûrsuz olan sözlerinden saymalıdır. Açık olan yanlış manâları bırakıp doğru manâlar çıkarmalıdır. (1.cild, 272. mektubdan)

Cehennem azâbından kurtulmak için Ehl-i sünnet olmak lâzımdır

Âkıl ve bâliğ olan erkeğin ve kadının birinci vazîfesi, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları akâid bilgilerini öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmakdır. Allahü teâlâ, o büyük âlimlerin çalışmalarına bol bol sevâb versin! Âmîn. Kıyâmetde Cehennem azâbından kurtulmak, onların bildirdiklerine inanmağa bağlıdır. Cehennemden kurtulacak olanlar, yalnız bunların yolunda gidenlerdir. [Onların yolunda gidenlere (Sünnî) denir.] Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Eshâbının (rıdvânullahi aleyhim ecma'în) yolunda gidenler, yalnız bunlardır. Kitâbdan, yanî Kur'ân-ı kerîmden ve Sünnetden, yanî hadîs-i şerîflerden çıkarılan bilgiler içinde kıymetli, doğru olan yalnız bu büyük âlimlerin, Kitâbdan ve sünnetden anlayıp bildirdikleri bilgilerdir. Çünki her bid'at sâhibi, yanî her reformcu ve her sapık kimse, bozuk düşüncelerini, kısa aklı ile, Kitâbdan ve sünnetden çıkardığını söylüyor. Ehl-i sünnet âlimlerini (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma'în) gölgelemeğe, küçültmeğe kalkışıyor. Demek ki, Kitâbdan ve sünnetden çıkarıldığı bildirilen her sözü, her yazıyı doğru sanmamalı, yaldızlı propagandalarına aldanmamalıdır. ...İ'tikâdı düzeltdikden sonra halâl, harâm, farz, vâcib, sünnet, mendûb, mekrûh olan şeyleri de fıkh kitâblarından öğrenmek ve her işi bunlara göre yapmak da lâzımdır. ...Allah korusun, i'tikâd edilecek şeylerde, bir sarsıntı olursa, kıyâmetde, Cehennemden hiç kurtulmak olmaz. İ'tikâd doğru olup da, işlerde gevşeklik olursa, tevbe ile ve belki tevbesiz de afv olunabilir. Eğer afv olunmazsa, Cehenneme girse bile, sonunda yine kurtulur. Görülüyor ki, işin aslı, temeli, i'tikâdı düzeltmekdir. Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr (kaddesallahü teâlâ sirrehül'azîz) buyurdu ki, (Bütün iyi hâlleri ve buluşları bize verseler, fekat Ehl-i sünnet vel cemâ'at i'tikâdını kalbimize yerleşdirmeseler, hâlimi harâb, istikbâlimi karanlık bilirim. Eğer bütün harâblıkları, çirkinlikleri verseler ve kalbimizi Ehl-i sünnet i'tikâdı ile süsleseler hiç üzülmem). Allahü teâlâ, bizi ve sizi, Ehl-i sünnet i'tikâdından ayırmasın! İnsanların efendisi hurmetine (aleyhissalâtü vesselâm) düâmızı kabûl buyursun! Âmîn! (1.cilt, 193. mektubdan)

21 Temmuz 2009 Salı

el-Albânî Kimdir?

Zamanımızın Önde Gelen Reformcusu el-Albânî Hakkında Kısa Bir Rehber

Yazan: Dr. Cibril Fuad Haddad

Tercüme: Murat Yazıcı

[Not: Köşeli parantez içindeki notlar mütercim tarafından eklenmiştir.]

Nâsıruddîn el-Albânî günümüz Vehhabî ve “Selefîleri” arasında en önde gelen bir bid’atçı ve reformcudur. Meslek olarak saat tamircisidir. Kendi kendisini eğiterek [sadece kitap okuyarak] hadîs âlimi olmak iddiasında olan bir kişidir. İslâmî ilimlerden herhangi birinde bir hocası [ve icazeti] yoktur. Kur’an-ı kerimi veya herhangi bir hadîs, fıkıh, akaid, üsûl veya imlâ kitabını ezberlemediğini itiraf etmiştir. Büyük Ehl-i sünnet âlimlerine hücum ederek ve fıkıh ilmini aşağılayarak meşhur olmuştur. Bilhassa, bir Hanefi fıkıhçısı olan babasının mezhebine karşı kötü niyet sergilemiştir.

14 Ocak 2009 Çarşamba

Mâlik ed-Dâr Hadîsi Sahîhtir

Hadîs âlimi Abdülhak-ı Dehlevî (vefatı m. 1642) diyor ki:

"İbni Ebî Şeybe haber verdi: Hazret-i Ömer zamanında Medîne'de kaht [yanî kıtlık, gıda maddelerinin azlığı] oldu. Bir kimse, Kabr-i Nebevî'ye gelip, yâ Resûlallah! Ümmetin için yağmur duâsı yap! Helâk olacağız dedi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem rüyâsında görünüp, Ömer'e git! Yağmur geleceğini müjdele buyurdu. İbni Cevzî diyor ki, Medîne'de kaht oldu. Hazret-i Âişe'ye gelip, yalvardılar. Resûlullahın türbesinin tavanını deliniz buyurdu. Öyle yapdılar. Çok yağmur yağdı. Kabr-i şerîf ıslandı." (Cezb-ül-kulûb)

Burada geçen birinci rivayet "Mâlik ed-Dâr Hadîsi"dir. Detaylara geçmeden önce, araştırma yapmak isteyenler için, bu haberin yazılı olduğu/açıklandığı ve kolaylıkla ulaşılabilecek bazı Türkçe/tercüme kaynakları burada kaydedelim:

1. Mevlânâ Muhammed Fadlurresul, Tashih'ül Mesail, Berekât Yay., İst, 1976, s. 82.
2. Ebu Hamid bin Merzuk, Bera’atü’l-Eş’ariyyin min Akaidi’l-Muhâlifin, Bedir Yay., İst 1994, s. 339.
3. Yusuf-i Nebhanî, Şevahidü'l-Hakk, Fazilet Neşr., İst., s. 177.
4. İmam-ı Kastalânî, Mevahibu Ledunniye, Hisar Yayınevi, İst., c.2, s. 365.
5. "İlim Heyeti", Muhtelif Bilgiler ("Faideli Bilgiler" isimli kitabın içinde, 2. kısım), Hakikat Kitabevi, İst. 2001, s. 318-319.
http://www.hakikatkitabevi.com/download/turkce/01-faidelibilgiler.pdf

6. Hüseyin Avni Kansızoğlu, Vesile ve Tevessül-2, Guraba Dergisi, 7.-8. Sayı, 2007.
7. Muhammed bin Alevi el-Maliki, Mefahim, Ege Basım, İst. 2007, s. 150-151.

Bu sonuncu kaynakta, yani Mefahim'de diyor ki:

"Hâfız Ebu Bekr el-Beyhaki şöyle demiştir: Ebu Nasr bin Katade ve Ebu Bekr el-Farisi bize demişlerdir ki: Ebu Ömer bin Matar, İbrahim bin Ali ez-Züheli'den, o, Yahya bin Yahya'dan, o, Ebu Muaviye'den, o, Ameş'ten, o, Ebu Salih'ten, o da Mâlik'ten rivayet etmiştir." (s. 150)

11 Ocak 2009 Pazar

İmâm-ı Sübkî: Şifâüs-sikâm fî ziyâreti hayr-il-enâm

İmâm-ı Sübkî

Fıkıh, tefsîr, hadîs, kırâat, lügat ve nahiv âlimi. İsmi, Ali bin Abdülkâfi bin Ali bin Temmâm bin Yûsuf bin Mûsâ bin Temmâm el-Ensârî el-Hazrecî es-Sübkî eş-Şâfiî olup, künyesi Ebü’l-Hasen’dir. Lakabı ise Takıyyüddîn’dir. 683 (m. 1284) senesi Safer ayında, Mısır’ın Sübk köyünde doğdu. 756 (m. 1355) senesinde bir Pazartesi gecesi Kâhire’nin dışında bir yerde vefât etti. Cenâzesi Bâb-ün-nasr denilen yere defnedildi. Cenâze namazı çok kalabalık bir cemâat tarafından kılındı. Cenâzeye katılanların bir ucu vefât ettiği evde, diğer ucu defnedildiği yer olan Bâb-ünnasr denilen yerde idi. Oğlu Abdülvehhâb Tâcüddîn-i Sübkî, Şâfi’î âlimlerinden olup, 771 [m. 1370] de Şâmda vefât etmişdir.

Zehebî, “El-Mu’cem-ül-muhtâr” isimli eserinde, onun hakkında şöyle yazmaktadır:

“Takıyyüddîn Sübkî, dînin emir ve yasaklarına uyan, tevâzu sâhibi, seçkin bir zât idi. İlim ve vekâr sâhibiydi Fıkıh ve hadîs ilimlerini çok iyi bilir ve ders olarak okuturdu. Usûl ve Arabî ilimlerde ilmi çok fazla idi. İbn-i Sâig’den kırâat ilmini öğrendi. Pek güzel eserler yazdı. Ben ondan ilim öğrendim. Şam’da kadılık yaptı. Verdiği hükümlerden herkes memnun olurdu.”

Ebû Abbâs Ahmed bin Yahyâ, “Megârık-ül-ebsâr” adlı eserinde onun nesebini zikr ettikten sonra şöyle der:

“Takıyyüddîn Sübkî, dört mezhep içinde hüccet, hepsinin müftîsi, hadîs âlimlerinin rehberi, kıymetli eserler sâhibi bir âlimdir.”

Selâhüddîn Ebü’s-Safâ Halîl bin Aybek es-Safdî, “A’yân-ül-Asr” adlı eserinde, Takıyyüddîn Sübkî’nin, tefsîr, kırâat, hadîs, usûl, fıkıh, mantık, hılâf, nahiv, lügat ve edebiyât ilimlerinde çok yüksek olduğunu beyân ettikten sonra şöyle der:

“İnsanlar ilimde küçük sularda iken, o, ilim okyanuslarına dalıyordu, insanlar karanlık yollarda yürürken, o, aydınlık yollarda yürüyordu. Takıyyüddîn Sübkî, dâima tebessüm ederdi. Heybetli bir görünüşe, yüksek bir yaradılışa sâhipti. Hilmi pekçok idi. Elinde imkân olduğu hâlde, kimseden intikam almamıştır. Belâ ve musîbete uğrayanlara çok acırdı. Gıybet, dedikodu asla yapmazdı. Çok zâhid idi. Dünyâya hiç rağbet etmezdi.”
Zehebî, onun ilmî üstünlüğünü şöyle dile getirmektedir:

“Takıyyüddîn Sübkî, ezberde ve tenkid husûsunda İbn-i Maîn gibi; Fetvâları husûsunda Süfyân-ı Sevrî ve İmâm-ı Mâlik gibi; cedel ve mubâhese ilminde Fahruddîn Râzî gibi; nahiv ilminde Müberred ve İbn-i Mâlik gibi idi.”

Şifâüs-sikâm fî ziyâreti hayr-il-enâm hakkında

Ezher Üniversitesi âlimlerinden ve “Tathîr-ül-Fuâd min denis-il-i’tikâd” adlı eserin sâhibi Muhammed Bahît el-Mutiî, Takıyyüddîn Sübkî’nin yazmış olduğu “Şifâ-üs-sikâm fî ziyâreti hayr-il-enâm” adlı eser hakkında şöyle demektedir:

“Bu asırda İbn-i Teymiyye’nin bozuk sözlerini taklid eden ba’zı kimseler çıkıp, müslümanlar arasında bunları yaymaya, hattâ bunun için onun “Vâsıta” adlı eserini basdırıp neşretmeye başladılar. “Vâsıta” denilen bu kitap; Kitap, sünnet ve müslümanların akîdelerine ters düşen, İbn-i Teymiyye’nin ortaya çıkardığı bid’atleri ihtivâ etmektedir. Bu kimseler, bu hareketleri ile, uyumakta olan bir fitneyi uyandırdılar. Üzerimize düşen vazîfeyi yerine getirmek, müslümanların “Vâsıta” kitabı ve İbn-i Teymiyye’nin yolunda gidenler vâsıtasıyla dalâlete düşmemesi için, bu kitaba bir cevap yazmaya karar vermiştim. Ancak, büyük âlim Takıyyüddîn Sübkî’nin Şifâ-üs-sikâm eserini görünce, bu eseri tab edip neşretmekle iktifâ ettik. Bu eser, İbn-i Teymiyye’nin hem “Vâsıta” adlı kitabında, hem de diğer kitaplarında bulunan sözlerine cevaptır. Onun bozuk düşüncelerini ve bozuk fikirlerindeki inadını ortaya koymaktadır. Böylece müslümanların doğru yolda bulunmalarına yardımcı olmaya çalıştık.”



Şifâüs-sikâm fî ziyâreti hayr-il-enâm
Seçilmiş Bölümler

2 Ocak 2009 Cuma

Mevdudi Hakkında

Mevdudi’nin Kişiliği ve Fikrinin Beyanıdır.

Malum olduğu üzere Mevdudi 1933’de çıkarmış olduğu ‘Tercüman Kur’an’ adlı dergide hayatından şöyle bahseder:

‘1916 ve 1921 seneleri arasında avukat olan babam felce uğrayıp hasta yatmasından dolayı son derece belaya giriftar oldum; fakir düştüm; tahsilimin ikmalinden geri kaldım. Bundan böyle diyar diyar dolaşmaya mecbur oldum. Böyle belalardan bir an önce kurtulmak çaresini aramaya başladım. Nihayet Hinddeki ulemadan müteşekkil bir cemaat tarafından yayınlanan ‘Cemiyet’ adlı dergide çalışmaya başladım. Hakikaten bende yazı yazma kabiliyeti, üstün zeka vardı. Fakat benim arzum bu olmadığı için, edebiyat, mantık, hadis ilimleri okumak isterdim. Bu gaye ile o çalışmayı bıraktım ve Haydarabad’a döndüm. Ne faydaki maişet derdi peşimi bırakmadı. Bilmecburiye te’lif ve tasnif ile meşgul oldum. Zira fıtratımda konuşkanlık, fesahat, aşırı zeka ve edebi bir uslub vardı. Bu fıtri olan melekemi, fiile geçirmeye çalışırken, sayın muhterem! Yazar Niyazi Fetahporî ile tanıştım. Kendisi kuvvetli bir yazardı. Sohbetiyle şerefyap olduğum zamanda içimdeki yazarlık melekesi fiile geçti. İşte Fetahpori sayesinde ‘Tercüman Kur’an’ adlı dergimi çıkarıp neşretmeye muvaffak oldum. (Mevlana Mevdudi s.2,3 Müellifi Es’ad Geylani)

Görülüyor ki, Mevdudi gençliğinde ilmini Pakistanlı meşhur Fetahpori’den almıştır. Bu adam tahminimce 1921, 22 civarında yazarlık yapardı. Yazılarında cennet ve cehennem ile alay eder… Ve nihayet İslam dininden rücu ettiğini kendisi söylüyor. İşte bu mürted Fetahpori’nin Mevdudi’ye emdirdiği ilim sütü, Mevdudi’nin kalbini bozmuş; kalemini kaydırmıştır.

Yazıların Kaynakları

Bu sayfadaki yazılar genel olarak şu iki kategoriden birine girmektedir:
1. Gazete, dergi veya kitaplardan alınmış kısımlar veya makaleler. Bunların yazarları ve hangi kaynaktan alındığı açıkca belirtilmiştir. İstifadeli olduğunu ve mühim bilgiler ihtiva ettiğini düşündüğüm yazıları -muhtevalarını değiştirmeden- buraya aldım. Bu tür yazılarda ifade edilen görüşler yazarlarına aittir.
2. Kendi araştırmalarıma dayanan, çeşitli kitaplardan ve makalelerden istifade edilerek derlenmiş yazılar. İstifade edilen kaynaklar listelendikten sonra genellikle "Hazırlayan: Murat Yazıcı" ifadesi yazının sonuna eklenmiştir.
Bu sayfadaki yazıların mühim bir kısmını çeşitli forumlarda yayınlamıştım. Bu tür yazılarımı düzeltmeler ve ilaveler yaparak burada toparladım. Gerektiğinde eski yazılara yeni belge ve bilgiler ekliyorum.
Not: Sayfanın sol üst köşesindeki rakam, 3 Ocak 2009'dan bu yana bu sayfanın kaç kere görüntülendiğini göstermektedir. Bu rakama blog yöneticisinin girişleri dahil değildir.

Yazıların Kullanım ve Dağıtımı Hakkında

Bu sayfadaki yazıları kopyalayabilir ve kullanabilirsiniz. Buradaki herhangi bir yazıyı başka bir sitede yayınlarsanız, bu sayfaya ( http://muratyazici.blogspot.com/ ) bağlantı vermenizi rica ederim. Zamanla ilave başlıklar eklemenin yanı sıra, mevcut başlıklara da yeni belgeler eklemeyi planlıyorum. Bu sayfaya bağlantı verildiği takdirde, her okuyucu ilgilendiği yazının en yeni haline ulaşma imkânına sahip olacaktır.