Ehl-i Sünnet Müdafaası

Ehl-i Sünnet Müdafaası

Bu sayfayı hazırlamaktaki maksadım "Ehl-i sünnetin müdafaası" için bir bilgi ve belge bankası meydana getirmektir. Faydalı olacağı ümidi ile başladım. Allahü teâlâ hâlis niyet, hayırlı netice ve muvaffakıyet nasib etsin. Bu sayfayı ziyaret eden kardeşlerimden hayır dualarını istirham ederim. (Daha fazla bilgi için sayfanın altına bakınız.)

27 Şubat 2008 Çarşamba

İbn Ebi'l-İzz'in Tahâvi şerhi muteber değildir

İmam Ebû C'afer et-Tahâvî'nin naklettiği "Akîde"de şöyle denmektedir:

"Allah, varlığı için birtakım sınır ve son noktalar bulunmasından, erkân, aza ve edevattan yüce ve beridir. Mahlukatı ihata eden altı yön O'nu ihata edemez."

Mezhebin üç büyük imamının itikadî çizgisini yansıtan el-Akîdetu't-Tahâviyye'nin şerhleri arasında İbn Ebi'l-İzz'e ait olanı, bunu adeta tekzib etmektedir:

"Allahü teâlâ mahlukatından ayrı [Buradaki "ayrı" kelimesi "farklı" anlamında değil, "munfasıl, mahlukata bitişik olmayan" anlamındadır- E. Sifil] bir varlığa sahiptir ve bu anlamda Allahü teâlâ için bir sınır tayin etmemek O'nun varlığını nefyetmek olur."(İbn Ebi'l-İzz, Şerhu'l-Akîdeti't-Tahâviyye, 219.)

Dr. Ebubekir Sifil, "bu şerhin aykırı tarzı burada da kendisini göstermektedir" diyor ve şu bilgileri naklediyor (Milli Gazete - 7 Ocak 2006):

Buna mukabil mesela Abdülganî el-Guneymî el-Meydânî'nin izahı şöyledir: "Allahü teâlâyı altı yön ihata edemez. Zira Allahü teâlâ o altı yönü yaratmadan önce de var idi ve O, önceden nasıl idiyse şimdi de öyledir. Diğer varlıklar ise böyle değildir…"(el-Meydânî, Şerhu'l-Akîdeti't-Tahâviyye, 75.) Hasan Kâfî el-Akhisârî de şu izahı yapar: "Çünkü altı yön muhdestir ve altı yön tarafından ihata edilmiş olmak, muhdes alemin özelliklerindendir. Allahü teâlâ ise kadimdir. O var iken ne mekân, ne zaman, ne üst, ne alt, ne de başka birşey vardı! Altı yönün sair mahlukatı ihata etmesi gibi herhangi bir şey O'nu içine alamaz, ihata edemez. Bilakis ilmi, kudreti, kahrı ve saltanatı ile O her şeyi ihata eder; gökte ve yerde O'nun ilminden zerre miktarı bir şey bile gizli kalmaz.."(Hasan Kâfî el-Akhisârî el-Bosnevî, Nûru'l-Yakîn fî Usûli'd-Dîn, 157.)

Aynı yazar bir başka makalesinde şu bilgileri vermektedir:

El-Akîdetu’t-Tahâviyye, adının açılımından da kolayca anlaşılabileceği gibi, Hanefî mezhebinin üç imamının akidesini yansıtan önemli bir eser. Günümüzde dolaşımda olan en yaygın şerhi, İbn Ebi’l-İzz’e ait. Şarihin Selefî çizgisi dolayısıyla Selefîler bu şerhe hayli ihtimam göstermiş ve yayılmasını sağlamışlardır. Oysa en azından matbu olanlar arasında Ekmeluddîn el-Bâbertî’ye, Abdülganî el-Guneymî el-Meydânî’ye ve Hasen Kâfî el-Akhisârî el-Bosnevî ait olanlar da müstağni kalınamayacak güzellikte. Zâhid Efendi merhum, bu eserin en güzel şerhinin Konevî’ye ait olduğunu söyler.

http://www.darulhikme.org.tr/default.asp?sf=yazar&haberid=163&ktg=42

E. Sifil'in sözü burada bitti.

İbn Ebi'l-İzz'in birçok görüşünde İbni Teymiyye'yi taklid ettiği anlaşılmaktadır. Bu hakikate delalet eden bir husus da, fena-i nar görüşü hakkında yazdıklarıdır. Kitabının bir yerinde aynen şöyle diyor:

7- Yüce Allah -sünnette varıd olduğu üzere- oradan dilediği kimseleri çıkartır, sonra da dilediği kadar bir süre varlığını devam ettirir. Sonra da yok eder, çünkü O, cehennem için son bulacağı bir süre takdir etmiştir.
8- Yüce Allah oradan sünnet'te varid olduğu üzere dilediği kimseleri çıkartır. Orada kâfirler ise -Tahâvî'nin dediği şekilde- sonu gelmeyecek ve ebedi olmak üzere kalacaklardır.
Bu son iki görüş dışındaki görüşlerin batıl oldukları açıkça ortadadır. Ehl-i sünnetin benimsediği bu iki görüşün de delillerini tetkik edelim:...


Halbuki, fena-i nar [Cehennem'in son bulacağı] görüşü açık nasslara ve icmâ-i ümmete aykırıdır:

Cennet ve cehennem hayatının ebediliği, Kur'an, Sünnet ve İcmâ ile sabit zarurat-ı diniyyedendir. Konuyla ilgili ayet ve hadisler burada zikredilemeyecek kadar fazladır. Ümmet seleften halefe bu itikat üzere icma edegelmiştir. İbn Hazm, "Merâtibu'l-İcma"da cennet ve cehennemin ebedî olduğu konusunda icmâ edildiğini ve bu icmâ'a muhalefet edenlerin küfründe icmâ bulunduğunu söyler. (E. Sifil, Milli Gazete, 24 Temmuz 2004)

E. Sifil'in bir makalesinden naklettiğim bu pasajdaki cümleler, Dr. C. Fuad Haddad'ın bir makalesinde İmam-ı Sübki'den rahimehullah nakledilmektedir:

The doctrine of the Muslims is that Paradise and Hellfire do not pass away. Abû Muhammad Ibn Hazm has reported Consensus on the question and the fact that whoever violates such Consensus is a disbeliever (kâfir) by Consensus. There is no doubt over this, for it is obligatorily known in the Religion and the evidence to that effect is abundant. (Al-Subkî, al-Durra al-Mudiyya fî al-Radd `alâ Ibn Taymiyya (3rd epistle, al-I`tibâr bi Baqâ' al-Jannati wa al-Nâr p. 60)).

bkz. http://www.livingislam.org/n/itay_e.html#30

Zahid el-Kevseri rahimehullah diyor ki: "Cennet ve Cehennem'in ya da bunlardan birisinin baki olduğunu inkar edenlerin tekfiri, Ehl-i Hakk'ın icmâ'ına dayanır." (Makalat, 377) "Cennet ve Cehennem'in baki olduğu hususu Kur'an, sünnet ve yakini icma ile sabittir." (Makalat, 450)

Muhammed Hadimi rahimehullah diyor ki: "Küfrün gailesi yani en büyük mefsedeti [zararı], Cennet'e girmekten mahrumluk ve Cehennem'de müebbed [sonsuz] azabdır. Kat'i naslarla [ayet ve hadislerle] ve Ehl-i sünnetin hepsinin icmâiyle böyledir." (Berika, Kahraman Yayınları, c.2, s.466)

İmam el-Eş'arî rahimehullah şöyle yazıyor: "Ehl-i İslam bir bütün olarak şöyle demiştir: "Cennet ve Cehennem'in sonu yoktur. Bu ikisi baki kalmaya devam edecektir. Aynı şekilde cennetlikler Cennet'te nimetlenmeye, cehennemlikler de Cehennem'de azap görmeye sürekli olarak devam edecektir. Bunun bir sonu yoktur. Allah'ın malumat ve makduratı için de bir son nokta ve sınır mevcut değildir." (el-Eş'arî, Makâlâtu'l-İslâmiyyîn, 164 - İnkişaf Dergisi no:7'den naklen)

İmam-ı Şarani rahimehullah diyor ki: "Her kim (Cehennem fani olacak) derse, o kimse sahih senedle nakledilen hadisin iktiza ettiği mananın dışına çıkmıştır ve Peygamberin (aleyhisselam) getirdiği ayet-i kerimeler ile Ehl-i sünnetin, adil imamların ittifak ettikleri şeye muhalefet etmiştir. (Resule karşı gelip, mü'minlerin yolundan başka bir yola gideni, o yönde bırakır ve Cehennem'e sokarız; orası ne kötü bir yerdir.) [Nisa 115]" (Muhtasaru Tezkiretil Kurtubi, Bedir Yay., s. 302)

Kâdîzâde Ahmed Efendi rahimehullah diyor ki:

"Cennet ve Cehennem ve içlerinde bulunanlar sonsuzdurlar. Bunun aksini söylemek küfürdür. Allahü teâlâ bizi bundan korusun." (Birgivî Vasiyetnâmesi Şerhi, Bedir Yay., s. 124)

İmam-ı a'zam Ebu Hanife rahimehullah , Fıkhu'l-Ebsat'ta diyor ki:

-Eğer Cennet ve Cehennem fâni olacaktır derse? diye sordum.-Ona Allahü teâlâ Kur'ân'da cennetin nimetlerini "Kesilip tükenmeyen, yasak da edilmeyen" (el-Vakıa, 32) olarak vasfetmektedir, de. Cennetlik ve Cehennemlikler girdikten sonra Cennet ve Cehennem yok olacaktır diyen kimse de orada ebedî kalışı inkâr ettiği için, kâfir olur.

Bilindiği gibi, fena-i nar görüşünü İbni Teymiyye ve İbni Kayyım gibi Ehl-i sünnetten ayrılmış kişiler öne sürmüş ve savunmuşlardır:

"Ebediyet" kelimesi etrafındaki tartışma İbn Teymiyye ve talebesi İbnu'l-Kayyım ile başlamıştır. Evveliyatında Cehm b. Safvan'ın hem cennetin hem de cehennemin son bulacağı görüşü dışında bu kelimeyi cehennemin sonluluğu anlamında tartışan olmamıştır. Cehennemin ebedi olmadığını söylemenin küfür olduğunu ben söylemiyorum. Ehl-i Sünnet alimlerinin eserlerinde bu mesele hakkında oldukça açık beyan ve hükümler var. Hadi'l-Ervah ve içindeki deliller okunmuş ve gerekli şekilde cevaplandırılmıştır. Hatta bu, daha İbnu'l-Kayyım hayattayken yapılmıştır. Pek çok alim tarafından "müçtehid" olduğu söylenen Takiyyüddin es-Sübkî, el-İ'tibâr bi Bekâi'l-Cenneti ve'n-Nâr" adlı eserinde Hadi'l-Ervâh'taki hatalı yaklaşımı açık biçimde gözler önüne sermiştir. Ondan yüzyıllar sonra Muhammed b. İsmail el-Emîr, "Ref’ul-Estâr" adlı reddiye ile meselenin üstüne bir kere daha gitmiştir. Bu ikinci eser, sıkı bir Selefî ve İbn Teymiyye takipçisi olan el-Albânî tarafından tahkik ve neşredilmiştir. el-Albânî de orada İbn Teymiyye ve öğrencisinin hatalı olduğunu açık bir şekilde itiraf etmektedir. (Dr. E. Sifil, Milli Gazete, 30 Aralık 2007)

İbn Ebi'l-İzz'in kitabındaki bahis konusu yazıyı okuyan ve yeterli bilgiye sahip olmayan bir kişinin küfre girme tehlikesi vardır. Mustafa İslamoğlu da İbni Teymiyye'yi ve İbni Kayyım'ı referans göstererek, "büyük sahabiler Cehennemin sonluluğunu savunmuştur" diyor. İbn Ebi'l-İzz'in veya M. İslamoğlu'nun konuyla alakalı sözlerini okuyan ve itikadi konularda sağlam bir altyapıya sahip olmayan bir kişi ne düşünür? "Büyük sahabiler" haşa kâfir veya sapık olamayacağına göre, Cehennemin sonlu olduğuna inanmak sapıklık sayılmaz, hatta kabul edilebilir bir inanıştır, neticesi çıkar. İbn Ebi'l-İzz, küfür olduğu hakkında icma olan fena-i nar görüşü hakkında "Ehl-i sünnetin benimsediği bir görüş" diyor! İbn Ebi'l-İzz fena-i nar görüşünü benimsemiş olsun veya olmasın, bu sapık görüş hakkında "Ehl-i sünnetin benimsediği bir görüş" diyerek Ehl-i Sünnet alimlerinin icmâ’ına karşı gelmektedir.

İlave (25 Eylül, 2009): Hüseyin Avni Kansızoğlu İbn Ebi'l-İzz hakkında şu ifadeleri kullanmaktadır:

"İbnü Ebî’l-İzz (Ö:792) ... akîdede, kendisi gibilerin ve câhillerin zannettiği gibi hakîkî ma'nâda Selefî değil, İbnü Teymiyye ve İbnü’l-Kayyim’ın mukallidi, Mevlâya cisim isnâd etmeye meyilli, O’na mekân ve had ta'yîn eden, cehennem'in fâniliğine dâir olan Cehmiyye’nin inancını onca açık âyet ve hadîsleri isabetsiz te’vîllerle devre dışı bırakarak Ehl-i Sünnet’e âit bir görüşmüş gibi gösteren, hâsılı, kitâbını İbnü Teymiyye ve İbnü’l-Kayyim’in şâz görüşleriyle dolduran, gerçekte Selef ve Selefîlik ile alâkası olmayan, ... Ehl-i Sünnet’ten büyük ölçüde sapan..." (bkz. Guraba Dergisi, 10. sayı, Vesile ve Tevessül-4 başlıklı makale)

Hazırlayan: Murat Yazıcı

26 Şubat 2008 Salı

Kelâm İlminin Tehlikesinden Halkın Muhâfazası

İLCÂM-ÜL AVÂM AN İLM-İL KELÂM

Huccet-ül İslâm İmâm-ı Muhammed Gazâlî

Bismillâhirrahmânirrahîm

Bütün kullarına ism ve sıfatları ile tecellî eden, Onu tanımak isteyen tâliblerin aklları, kibriyâsı, azameti sahrasında şaşıran, fikr ve düşünce kanatları, Onun izzetinin sâhasına ulaşamayan, hakîkatinin ne olduğu, aklların, fehmlerin idrâkinden âlî olan; Evliyâ ve havâssının kalblerini dolduran, rûhlarını muhabbetinin ateşi ile yandıran, azamet nûrlarının parıltıları içinde hayretlere daldıran, Cemâl-i ilâhîyi medh ve senâ etmekden dilleri tutulan, ancak Allahü teâlânın onlara, mahlûkâtın en hayrlısı, Resûlü Muhammed Mustafânın “sallallahü aleyhi ve alâ eshâbihî ve ıtretihi ve sellem” dili ile işitdirdiği ve bildirdiği ism ve sıfatları ile medh ve senâ edilebilen Allahü teâlâya hamd olsun.

Allahü teâlâ sana doğru yolu göstersin. Dalâletde, sapık yolda olan haşeviyye fırkasındaki bayağı ve câhil kimselerin, Allahü teâlâ ve sıfatları hakkında, teşbîhe, mahlûklara benzetmeğe götüren müteşâbih haberlerden soruyorsun. [İmâm-ı Gazâlî “rahimehullah” bir şahsın müteşâbih haberler hakkındaki süâline, o şahsa hitâben bu risâleyi yazarak cevâb vermişlerdir.] Allahü teâlâ ve sıfatları, sûret (yüz), yed (el), kadem (ayak), nüzûl (inme), intikâl, Arş üzerinde oturmak ve karar kılmak ve benzeri şeylerden muhakkak münezzehdir. O sapıklar, bunları, haberlerin zâhirinden ve sûretinden almışlar, Selef-i sâlihînin de bu i’tikâd üzere olduklarını söylemişlerdir. Selef-i sâlihînin i’tikâdını açıklamağı, haberlerden, ya’nî âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden nelere i’tikâd edilmesinin vâcib olduğunu beyân etmeği, hakkın meydâna çıkması için üzerindeki perdeyi kaldırmağı, bahs edilmesi lâzım olan ile, bahsi lâzım olmayan ve onlara dalmakdan el çekmek lâzım gelen mevzu’ları birbirinden ayırmağı irâde etdim. Allahü teâlâya yakınlaşma ümmîdi ile açık olan hakkı, doğrulukdan ayrılmadan, bir tarafı tutmadan, mezheb taassubu göstermeden, senin isteğine icâbet ediyorum. Gözetilmeğe en lâyık olan, hak olandır. Muhâfaza edilmeğe en lâyık olan da, sıdk [doğruluk] ve insâflı olmakdır. Allahü teâlâdan hakkı, doğruyu göstermek ve bu konuda muvaffak olmam için yardımını diliyorum. O kendisine hakîkî olarak düâ edenin düâsını kabûl eder.

Bu kitâbı üç bölüm olarak hâzırladım.

Birinci bölüm, teşbîhe, mahlûklara benzetmeğe götüren haberlerde, selef-i sâlihînin mezhebinin hakîkati beyânındadır.

İkinci bölüm, hak olan Selef-i sâlihîn mezhebi üzerine getirilen delîller bildirilmekde ve bu mezhebe muhâlif olanların bid’at sâhibi oldukları açıklanmakdadır.

Üçüncü bölüm, bu mevzû’da farklı ve fâideli fasllar ihtivâ etmekdedir.

BİRİNCİ BÖLÜM

Müteşabih Haberler Hakkında Selefin İ’tikadı:

Basîret ehli yanında şübhesiz en açık hak mezheb, Selefin mezhebidir. Ya’nî Eshâb-ı kirâm ve tâbi’înin mezhebidir. İşte şimdi bu mezhebi ve delîllerini açıklıyarak diyorum ki, bizce hak olan Selef mezhebinin hakîkati, avâmdan olan, ya’nî islâm i’tikâdını iyice bilmiyen bir kimseye, Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları hakkında müteşâbih bir haber veyâ söz ulaşınca, onun üzerine yedi şey vâcib olur:

1– Takdîs,
2– Tasdîk,
3– Aczini i’tirâf etmek,
4– Sükût,
5– Keff (el çekmek, çekinmek),
6– İmsâk,
7– Ma’rifet ehline teslîm olmak.

1– Takdîs: Allahü teâlâyı cism olmakdan ve cisme benzer şeylerden tenzîh etmekdir.
2– Tasdîk: Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurduklarına inanmakdır. Bütün bildirdikleri hakdır, doğrudur. Buyurduklarında sâdıkdır. Hak Onun dediği ve murâd etdiği yöndedir.
3– Aczini i’tiraf etmek: Avâmın, müteşâbih bir haberde Allahü teâlânın ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” murâdını bilmenin ve anlamanın, gücü dışında olduğunu ikrâr etmekdir. Zâten bu avâmın şânından değildir, vazîfesi de değildir.
4– Sükût: Teşbîhe götüren haberlerin ma’nâsından avâmın süâl sormaması, o mevzu’a dalmaması, ondan süâl etmenin bid’at olduğunu bilmesidir. O mevzu’a dalmasında dîni için tehlüke vardır. Farkında olmadan küfre düşebilir.
5– İmsâk: Teşbîh uyandıran lafzlarda tasarruf etmemek [hükm vermemek], başka bir dile çevirmemek, onda ziyâde ve noksanlık yapmamak, cem’ ve tefrîk [birleşdirme ve ayırma] yapmamakdır. Belki söylenen lafzı, îrâdı, irâbı, tasrîfi ve sîgası nasıl bildirilmişse, o şeklde söylemelidir.
6– Keff: Avâmın, müteşâbih sözlerin ma’nâlarını irdelemekden gönlünü ve zihnini men’ etmek ve tefekkür etmemekdir.
7– Teslim: Ma’rifet ehline teslîm olmakdır. Kendisine âcizliği dolayısıyla gizli olan müteşâbihlerin, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem”, Peygamberlere “aleyhimüsselâm”, sıddîklara ve velîlere gizli kalmadığına i’tikâd etmekdir.

Selef-i sâlihîn, yukarıdaki yedi maddeyi avâmın herbiri üzerine vazîfe olarak vâcib kılınmasını i’tikâd etmişlerdir. Selefin bu yedi vazîfenin herhangi birine muhâlefeti düşünülemez. Şimdi bu vazîfeleri teker teker açıklayalım:

BİRİNCİ VAZİFE: TAKDİS

(Allahü teâlâ Âdem aleyhisselamın çamurunu eliyle yoğurdu) ve (Mü’minin kalbi Rahmânın iki parmağı arasındadır) hadîs-i şerîflerinde geçen el (yed) ve parmak (usbu’) kelimeleri teşbîhe götüren, müteşâbih lafzlardır. El kelimesi duyulduğunda iki ma’nâ akla gelir. Bunlardan biri et, kemik, sinir ve damarlardan müteşekkil uzva konulmuş ismdir. Et, kemik, sinir ve damarlar husûsî sıfatları olan husûsî cismlerdir. Cism, uzunluğu, genişliği ve derinliği olan [boşlukda yer kaplayan maddenin şekl almış hâli olan] şeylerdir. Bulunduğu mekânda başka birinin bulunmasına mâni’ olur. Kendisi yerinden ayrılmadıkca oraya başkası giremez.

Ba’zan bu el lafzı, aslâ cism ile alâkalı olmayan bir ma’nâya da gelebilir. Meselâ, “Ülke Emîrin elindedir” denildiğinde, emîrin eli kesik olsa bile ülkenin emîrin hükmü ve idâresi altında olduğu anlaşılır. Avâm olsun, havâs olsun hadîs-i şerîfde bildirilen elin et, kan ve kemikden müteşekkil olan uzv olmadığını düşünmelidir. Çünki, Allahü teâlâ hakkında böyle düşünmek muhaldir, mümkin değildir. Zîrâ Allahü teâlâ, cism olan şeylerle vasflandırılmakdan münezzehdir. Allahü teâlâyı uzvlardan meydâna gelmiş bir cism olarak düşünen, puta tapmış olur. Çünki her cism mahlûkdur. Mahlûka ibâdet etmek küfrdür. Puta tapmak küfrdür. Çünki put, mahlûkdur ve cismdir. Cisme tapan da halef ve selef imâmlarının icmâ’ı ile kâfir olur. Bu kendisine tapılan cism, ister sert ve katı dağlar gibi kesîf olsun, ister hava ve su gibi latîf olsun, ister yeryüzü gibi karanlık, ister güneş, ay ve yıldızlar gibi parlak olsun, ister hava gibi renksiz ve şeffaf olsun, ister Arş, Kürsî ve gök kadar büyük olsun, ister zerre ve toz gibi küçük olsun, ister taş gibi cansız olsun, ister insan gibi canlı olsun, her hâl-ü kârda putdur. Cismin güzelliği, cemâli, azameti, küçüklüğü, katılığı, kalıcı olması onu put olmakdan çıkarmaz.

Allahü teâlâ cism değildir, eli ve parmağı cism değildir diyen kimse, Onu uzviyyetden, et ve sinirden nefy etmiş olur. Böylece hâdis olmanın îcâb etdirdiği şeylerden Rabbini tenzîh etmiş olur. Ondan sonra, Allahü teâlânın eline ve parmağına dâir Kur’ân-ı kerîm veyâ hadîs-i şerîfde geçen kelimenin, cism olmayan veyâ cismlere has olan sıfatlardan başka, Allahü teâlânın şânına lâyık bir ma’nâsı olduğuna inanmak lâzımdır. Bu ma’nâyı anlıyamıyan, hakîkatini kavrıyamıyan için mükellefiyet yokdur. Çünki bu ma’nâları bilmekle aslâ mükellef tutulmamışdır. Bunların hakîkî ma’nâsını veyâ te’vîlini bilmesi üzerine vâcib değildir. Vâcib olan, ileride geleceği gibi, müteşâbih kelimeler üzerinde derin düşüncelere dalmamakdır.

İkinci misâl: Hadîs-i şerîflerde bildirilen sûret lafzıdır. (Allahü teâlâ Âdemi kendi sûretinde yaratdı) ve (Ben Rabbimi en güzel sûretde gördüm) hadîs-i şerîflerindeki sûret lafzı, müşterek ismdir. Ba’zan et ve kemikden meydâna gelmiş, herbiri husûsî yapıda olan göz, burun, ağız, yanak gibi cismlerin özel bir şeklde düzenlenmesinden hâsıl olan hey’ete verilen ismdir. Ba’zan de sûret lafzı kullanılınca, cism olmayan, cismde hey’et ve cismlerde tertîb olmıyan şey murâd olunur. Meselâ, “Mes’elenin sûretini bildi” ve benzeri sözlerdeki sûret lafzları böyledir. Her mü’min bilmelidir ki, sûret lafzı, Allahü teâlâ için yukarıdaki birinci ma’nâdaki gibi et ve kemikden meydâna gelmiş burun, ağız ve yanakdan müteşekkil düşünülemez. Çünki bunların hepsi cismdir ve cismlerdeki hey’etdir. Cismlerin ve hey’etlerin yaratıcısı, bunlara benzemekden ve sıfatlarından münezzehdir. Bunu yakînen böyle bilen mü’mindir.

Eğer hâtırına, bu kelimeden kasd edilen ma’nâ bu değilse, acabâ istenen ma’nâ nedir, diye gelirse, bu durumda bilmelidir ki, bu mevzû’da araşdırma yapmak emr olunmamış, bu mevzû’a dalmamak emr olunmuşdur. Çünki bu mevzû’, tâkatinin üstündedir. Fekat o kimseye lâzım olan, sûret lafzı ile, cism ve cisme has sıfat olmayan ve Allahü teâlânın azamet ve celâline lâyık olan bir ma’nânın murâd buyurulduğunu i’tikâd etmesidir.

Üçüncü misâl: Bir kimsenin kulağına nüzûl (inme) kelimesi çalınınca, bunun müşterek ism olduğunu bilmelidir. (Allahü teâlâ her gece dünya semâsına iner) hadîs-i şerîfindeki inme (nüzûl), müteşâbih bir kelimedir. İnsanın hâtırına cismin inmesi gelebilir. Ba’zan nüzûl cismler için kullanılır. O zamân nüzûl kelimesinin üç cisme ihtiyâcı vardır. Birincisi, sâkinine mekân olan yüksek cismdir. İkincisi, yine sâkinine mekân olan alçak cismdir. Üçüncüsü, aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya intikâl eden cismdir. Aşağıdan yukarıya çıkmağa su’ûd, urûc veyâ raky denir.

Yüksekden alçağa inmeğe de nüzûl ve hübût denir. Ba’zan da nüzûl lafzı cismden başka ma’nâda kullanılır. O zamân cismin hareketi ve intikâlini düşünmeğe ihtiyâc kalmaz. Nitekim Allahü teâlâ, Zümer sûresi, altıncı âyetinde meâlen, (Sizin için [büyük baş] hayvanlardan sekiz çift indirdi) buyurmuşdur. Deve, sığır gibi hayvanların gökden intikâl ederek nüzûl etmeleri görülmemişdir. Bunların rahmlerde yaratıldığı bilinmekdedir. O hâlde bu inzâlde şübhesiz başka bir ma’nâ vardır. İmâm-ı Şâfi’î “radıyallahü anh” da, “Mısra gitdiğimde, Mısr halkı sözümü anlamadılar. Ben de indim, sonra dahâ indim, sonra dahâ da indim” buyurmuşdur. İmâm-ı Şâfi’î bu inme ile, vücûdünün aşağıya indiğini kasd etmemişlerdir. [Halkın seviyesine indiklerini söylemişlerdir.] O hâlde her mü’min, Allahü teâlâ hakkında nüzûl, birinci ma’nâda olduğu gibi, bir şahsın cesedi ile yukarıdan aşağıya intikâli olmadığını kesin bilmelidir. Çünki şahs ve cesed cismdir. Allahü teâlâ ise cism değildir.

Eğer bu ma’nâ kasd edilmiyor ise, hangi ma’nâ kasd ediliyor, diye hâtırına bir düşünce gelirse, ona deriz ki: Semâdan devenin indirilmesini anlamakda âciz olan sen, Allahü teâlânın dünyâ semâsına nüzûlünü anlamakda dahâ da âcizsin. Bu konu seni ilgilendirmez. İbâdetin ile veyâ mesleğinle meşgûl ol. Dilini tut. Her ne kadar hakîkatini ve nasıl olduğunu bilmesen de arab lügatinde nüzûl kelimesinin, Allahü teâlânın azamet ve celâline yakışır bir ma’nâsının câiz olduğunu bilmelisin.

Dördüncü misâl: Kur’ân-ı kerîmdeki fevk [üst] lafzıdır. En’am sûresi, onsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (O kullarının fevkınde yegâne tasarruf sâhibidir) ve Nahl sûresi, ellinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Fevklerinde olan Rablerinden korkarlar) buyurulmuşdur. Bu âyet-i kerîmelerde geçen fevk kelimesini avâmdan birisi duyduğu zamân, fevk kelimesinin iki ma’nâda kullanılan müşterek bir ism olduğunu bilmelidir.

Birinci ma’nâsı, yukarıda olan bir cismin aşağıda olan bir cisme nisbeti gibidir. Ya’nî yukarıda olan aşağıdakinin başının üzerinde olmasıdır. İkinci ma’nâda fevk, rütbe için kullanılır. Bu ma’nâda, “ilm ilmden üstündür” denildiği gibi, “Halîfe sultânın fevkındedir” ve “Sultân vezîrin fevkındedir” denir. Birinci ma’nâ, bir cismin diğer bir cisme nisbetini gerekdirir. İkinci ma’nâda ise, cisme ihtiyâc yokdur.

O hâlde mü’min, kesin olarak bilmelidir ki, birinci ma’nâ, istenen ma’nâ değildir. Allahü teâlâ hakkında muhâldir. Çünki birinci ma’nâ, cismin veyâ cismlerin sıfatlarının îcâb etdirdiklerindendir. O hâlde fevk kelimesinin birinci ma’nâsının Allahü teâlâ hakkında nefy edileceğini bilen kimsenin, bu kelimenin niçin ve ne ma’nâda kullanıldığını bilmese de, üzerine herhangi bir mes’ûliyyet yüklenmez ve bu mevzû’a dalıp araşdırmasına lüzûm yokdur. Zikr etdiğimiz müteşâbih lafzların üzerine zikr etmediklerimiz kıyâs edilebilir.

İKİNCİ VAZİFE: İMAN VE TASDÎK

Müteşâbih lafzlarda irâde olunan ma’nânın, Allahü teâlânın azamet ve celâline yakışır bir ma’nâ kasd edildiğini kesin olarak bilmek ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Allahü teâlâyı bu lafzlarla vasf etmesinde sâdık olduğunu bilmek ve inanmakdır. Resûlullahın buyurduklarının doğru, haber verdiklerinin hak olduğunu şübhe etmeden kalben tasdîk etmeli, ya’nî muhakkak, şeksiz ve şübhesiz inandık ve tasdîk etdik, demelidir. Hakîkatine vâkıf olmasam da, Allahü teâlâ kendisini ne ile vasf etmiş veyâ Resûlü Onu nasıl vasf etmiş ise, Allahü teâlâ [kendisinin ve Resûlünün] vasf etdikleri gibidir. İrâde etdikleri ma’nâ ve söyledikleri vech üzere hakdır, demelidir.

Sual: Tasdîk ancak tasavvurdan sonra, îmân ise, ancak anladıkdan sonra olur. Müteşâbih lafzların ma’nâlarını anlamıyan kimse, bu lafzları söyliyenin sâdık olduğuna nasıl inanır?

Cevab: İşleri icmâlî, ya’nî kısa ve toplu hâlde olarak tasdîk etmek muhal değildir. Her akl sâhibi, bu müteşâbih lafzlardan ma’nâlar murâd edildiğini ve her ismin bir müsemmâsı kasd edildiğini bilir. O hâlde haber verilen şeyin haber verildiği üzere doğru olduğuna i’tikâd etmek mümkindir. Bu icmâl yolu ile ma’kûldür. Bu lafzlardan mufassal değil, mücmel işleri anlamak ve tasdîk etmek mümkindir. “Evde canlı vardır” denildiğinde, bu söze, insan mıdır, at mıdır veyâ başka bir canlı mıdır bilmeden, evde bir canlının olduğunu tasdîk etmek mümkindir. Hattâ “Evde bir şey vardır” denildiğinde, o şeyin ne olduğunu bilmese de, evdeki şeyin varlığını tasdîk etmek mümkindir. Bunun gibi, meâl-i şerîfi (Rahman Arşa istiva etmişdir) olan, Tâhâ sûresi beşinci âyet-i kerîmesini duyan kimse, istivâ lafzından, mücmel olarak Arşa özel bir nisbet irâde edildiğini anlar. Bu nisbetin Arş üzerine istikrâr, mahlûklarına dönüş, Arş-ı a’lâ ile ittihâd [birleşme], Arşı istîlâ etme [hükmü altına alma] veyâ nisbete delâlet eden başka bir ma’nâya geldiğini bilmeden de, istivâdan murâdın Arşa özel bir nisbetin olduğunu tasdîk etmesi mümkindir.

Sual: Halka anlamadığı şeklde hitâb etmenin fâidesi nedir?

Cevab: Bu hitâbdan maksad, ehli olan kimselere anlatmakdır. Onlar da Evliyâ ve râsih ilmli âlimlerdir. Bunlar kasd edilen ma’nâyı anlamışlardır. Akllı olanlara hitâb eden kimsenin, çocukların anlıyabileceği sözlerle hitâb etmesi şart değildir. Avâmın âriflere nisbeti, çocukların bâlig olanlara nisbeti gibidir. Çocukların, anlamadığı şeyleri bâliglerden sorması, bâliglerin de çocuklara, “Bu sizin işiniz değil, bunlar üzerinde durmayınız, başka sözler üzerinde durunuz”, demeleri lâzımdır. Avâmdan olan câhiller bir şey sorarlarsa, onlara meâl-i şerîfi (Ehl-i zikre [ya’nî âlimlere] sorunuz) olan Nahl sûresi kırküçüncü âyet-i kerîmesini söylemelidir. Eğer anlama kâbiliyyetinde iseler, onlara anlatılır. Aksi takdîrde onlara, meâl-i şerîfi, (Size az bir bilgi verilmişdir) olan İsrâ sûresi, seksenbeşinci âyet-i kerîmesi ile, meâl-i şerîfi, (Size açıklanınca, hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayınız) olan Mâide sûresi, yüzbirinci âyet-i kerîmesini söylemelidir. Bu süâlin ma’nâları bunlardır. Bunlara îmân etmek vâcibdir. Keyfiyyeti, nasıl olduğu sizin için meçhûldür. Bu müteşâbih lafzlardan süâl etmek bid’atdir. İmâm-ı Mâlik “rahmetullahi aleyh”, “İstivâ ma’lûmdur. Keyfiyyeti meçhûldür. Ona inanmak vâcibdir” buyurmuşdur.

O hâlde zihnde tafsîlâtı olmayan mücmel şeylere îmân etmek mümkindir. Allahü teâlâ hakkında muhal olanları nefy ederek tenzîh etmek tafsîlâtlı olmalıdır. Çünki nefy edilenler cism ve cismin îcâblarıdır. Burada cismden maksadımız, eni, boyu ve derinliği olan, kuvvetli ise, bulunduğu yere geçmeği taleb edene mâni’ olan, za’îf ise, kendisini yerinden çıkarmak isteyen itici bir kuvvet ile kendi yerinden ayrılan bir şeydir. Çok açık olmakla berâber cismi açıklamamız, avâmın bir kısmının belki cism ile ne murâd edildiğini anlayamazlar diye düşündüğümüz içindir.

ÜÇÜNCÜ VAZİFE: ACZİNİ İ’TİRAF

Müteşâbih sözlerin ma’nâlarının künhüne ve hakîkatine vâkıf olmayan, bu ma’nâların te’vîlini ve murâd olunan ma’nâyı bilmeyen kimsenin aczini ikrâr etmesi vâcib olur. Çünki müteşâbihâtı tasdîk etmek vâcibdir. Hâlbuki kendisi murâd olunan ma’nâyı anlamakdan âcizdir. Bildiğini, anladığını iddiâ ederse yalan söylemiş olur. İmâm-ı Mâlikin “rahimehullah”, “keyfiyyeti meçhûldür” sözünün ma’nâsı da budur. Ya’nî (istivâ) kelimesi ile murâd olunan şeyin ne olduğu kesin olarak belirtilmemişdir. Râsih ilmli âlimler ve Evliyâdan ârif olanlar için keyfiyyet ma’lûmdur. Bunlar, ma’rifetde avâmın sınırını aşıp, müteşâbihâtı anlama meydânında dönüp dolaşdılar. Ma’rifet sahrâsında nice yollar kat’ etdiler. Buna rağmen onların da müteşâbihâtdan henüz ulaşamadıkları kısmları kalmışdır. Hattâ kendilerine keşf olan ma’rifetler çok az, gizli kalan ma’rifetler çok fazla olup, aralarında nisbet bile kurulamaz. Ya’nî gizli ve örtülü ma’rifetlerin çokluğuna izâfetle, keşf olunan ma’rifetlerin mikdârı çok azdır.

Seyyid-ül Enbiyâ “sallallahü aleyhi ve sellem”, gizli, örtülü ma’rifetlerin çokluğuna izâfeten, (Seni medh ve senâ etmeğe kalkışsam sayamam. Sen kendini senâ etdiğin gibisin) buyurmuşdur. Keşf olunan ma’rifetlerin azlığına izâfeten de Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Allahü teâlâyı en iyi tanıyanınız, Ondan en çok korkanınızdır. Allahü teâlâyı en iyi tanıyanınız benim) buyurmuşdur.

Kavuşulacak mertebelerin, hâllerin en sonuna gelenler de bu yolun sonunda, onların acz ve kusûr içinde kalmaları zarûrî olduğundan, sıddîkların efendisi Ebû Bekr “radıyallahü anh”, “anlamakdan âciz olduğunu bilmek, anlamakdır” veyâ “anlayamadığını anlamak, anlamakdır” buyurmuşdur. Müteşâbih ma’nâların hakîkatlerinin evvellerinin avâma nisbeti, sonlarının havâssa nisbeti gibidir. [Ebû Bekrin “radıyallahü anh” sözünden havâssın aczini i’tirâf etdiği görülmekdedir.] Bu durumda avâmın aczini i’tirâf etmesi nasıl vâcib olmaz?

DÖRDÜNCÜ VAZİFE: SÜKÛT

Müteşâbihât hakkında süâl sormakdan sükût etmek, ya’nî süâl sormamakdır. Bu vazîfe bütün avâm üzerine vâcibdir. Çünki süâl etmekle, gücünün yetmediği, aklının ermediği işe atılmış ve ehli olmadığı bir mevzu’a dalmış olur. Eğer avâm süâlini bir câhile sorarsa, onun vereceği cevâb, avâmın cehlini artdırır. Belki de onu, farkına varmadan küfre götürür. Eğer avâm süâlini ârif bir kimseye sorarsa, ârif ona anlatmakdan âciz kalır. Nitekim bir baba, mektebe yeni başlayan çocuğuna, mektebe gitmenin fâidelerini anlatmakdan âciz kalır. Kuyumcu da san’atının inceliklerini mesleğinde mâhir olan bir marangoza anlatmakdan âcizdir. Marangoz, kuyumculuğun inceliklerini anlamakdan âcizdir. Çünki o, ömrünü marangozluğu öğrenmekle ve yapmakla geçirdiği için, marangozluğun inceliklerini bilir. Bunun gibi kuyumcu da ömrünü, kuyumculuğu öğrenmekle ve yapmakla geçirmişdir. Önceleri o mesleği bilmiyordu. Dünyâ işleri ve ma’rifetullah kabîlinden olmayan şeylerle meşgûl olanlar umûr-u ilâhiyye ma’rifetlerinden âcizdirler. San’atdan yüz çevirenler de hiç bir san’atı yapamazlar. Süt çocuğunun et ve ekmek ile beslenmesinden âciz olması, fıtratındaki kusûrdandır. Ekmek ve etin olmamasından ve gıdâ olmakdan eksik oldukları için de değildir. Fekat [süt çocuğu gibi] bünyesi za’îf olanların tabî’ati et ve ekmek ile, kuvvetli gıdâlar ile beslenmeğe müsâid değildir. Onun için bir kimse, za’îf olan çocuğa et ve ekmek yidirirse veyâ yimesine imkân sağlarsa, o çocuğu helâk etmiş olur. Bunun gibi, avâmdan olan bir kimse, bu müteşâbihât ma’nâlarını sorarsa, onu zecr etmek, mâni’ olmak ve halîfe Ömerin “radıyallahü anh” müteşâbih âyetlerden soranlara yapdığı gibi, kamçı ile döğmek lâzımdır. Nitekim Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir kaç kişinin kader mes’elesine dalıp, tartışdıklarını gördü. Bu konuda kendisine bir süâl sordukları nda, (Siz bununla mı emr edildiniz. Sizden öncekiler çok sual sormakla helâk oldular) buyurdular.

Bunun için derim ki: Vâ’ızların kürsîler üzerinde halkın müteşâbihâtdan olan süâllerine, te’vîle dalarak, açıklayarak cevâb vermeleri harâmdır. Onlara vâcib olan, selef-i sâlihînin zikr etdiği ve bizim bildirdiğimizin dışına çıkmamakdır. Bu da, tenzîhde mübâlağa etmek, teşbîhi nefy etmek, Allahü teâlânın cismden ve cismin sıfatlarından münezzeh olduğunu söylemekdir. Bu mevzû’da dilediği kadar mübâlağa edebilir. Hattâ “kalbinize gelen her şeyi, içinize gelen her düşünceyi, hâtırınıza gelen her tasavvuru Allahü teâlâ yaratmışdır. Bunların hepsinden ve benzerlerinden münezzehdir” demelidir. Haberlerde cisme ve cismin sıfatlarına âid hiçbir ma’nâ kasd edilmediğini, murâd olunan şeyin hakîkatini kavramak ehliyyetine sâhib olmadıklarını, bunlardan süâl etmeğe, irdeleme yapmağa yetkili olmadıklarını beyân etmesi, bu gibi fâidesiz şeylerle değil, takvâ ile meşgûl olmalarını tavsiye etmesi lâzımdır. Allahü teâlânın kendilerine bunu [müteşâbihâtı bilmeği] emr etmediğini, Onun emr etdiklerini yapıp, men’ etdiklerinden kaçınmaları îcâb etdiğini söylemelidir. İşte siz, bunlardan men’ edildiniz. Bunlardan birşey süâl etmeyiniz. Bu konuda her ne zamân bir şey işitirseniz sükût ediniz, mutlaka, bize ilmden az verildi. Müteşâbihât, bize verilen az ilm ile çözülecek mes’elelerden değildir demeleri gerekdiğini söylemesi lâzımdır.

(fırsat oldukça kitabın devamı eklenecektir)

18 Şubat 2008 Pazartesi

Allahü Teâlâ için mekân veya yön söylemek caiz değildir

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Hakîm Semerkandî (vefatı m. 953) rahime-hullahü teâlâ, İmam-ı A'zam Ebû Hanife'nin rahimehullah akidesini açıklayan "Sevâdi'l-a'zam" kitabında şöyle demektedir:

"Mü'minin Allahü teâlâya mekân, gelmek, gitmek ve mahlukların sıfatlarından herhangi bir sıfatı isnad etmemesi lazımdır. ...Kul, Cenâb-ı Hakkın bir mekânda bulunmadığını, mekâna ihtiyacı olmadığını, Arşın onun kudretiyle ayakta durduğunu bilecek, gidip gelme gibi sıfatları kendisine izafe etmeyecek." (Hakîm Semerkandî, Sevâdi'l-a'zam, 46. mesele, Bedir Yayınevi, s.78)

Ehl-i sünnetin iki itikâd imâmından birincisi olan Ebû Mensûr-i Mâtürîdî rahimehullah (vefatı m. 944) diyor ki:

"Allahü teâlâya mekân isnad etmek şirktir." (bkz. Dr. G. F. Haddad, The Refutation of Him Who Attributes Direction to Allah, Aqsa Publications, Birmingham, UK, 2008; s. 16)

Molla Aliyyülkârî Mirkat-ul-Mefatih'de (1892 baskısı, 2:137 = 1994 baskısı, 3:300) der ki:

"Halefin [sonradan gelen âlimlerin] yanı sıra, onlardan [Seleften] bir grup âlimin tamamı dediler ki: Allahü teâlânın belli bir fizikî yönde olduğuna inanan kâfirdir. Bunu açıkça ifade eden Hâfız el-Irâkî, İmam Ebû Hanife'nin, İmam Mâlik'in, İmam el-Şâfiî'nin, İmam el-Eşarî'nin ve el-Bakıllânî'nin sözünün bu olduğunu söylemiştir."

Aliyyülkârî bu fetvayı Fıkh-ı Ekber Şerhi'nde (1984 İlmiyye baskısı, s. 57) ve Şerhi Aynul İlim'de (1989 baskısı, 1:34) tekrar etmiştir. (bkz. Dr. G. F. Haddad, a.g.e. s. 253.)

Kadı Ebû Bekr Bâkıllânî rahimehullah ve İmâm Ebû Bekr bin Fürek rahimehullah ile beraber asrın üç büyük kelâm âliminden biri olan Ebû İshâk İsferâînî (vefatı m. 1027) rahimehullah i'tikâd Risalesi'nde buyuruyor ki:

"Muhdes (sonradan yaratılmış) olanlara caiz olan şeyler veya Allahü teâlâyı muhdes zannettirecek şeylerin O'na isnadının caiz olmadığına inanmak lâzımdır. Bunun ma'nâsı Allahü teâlâya, hareket, sükûn, biraraya gelme, ayrılma, bir hizada durma, karşı karşıya durma gibi fiiller isnâd edilemez. Kısaca, Allahü teâlâyı hadis (sonradan olma) zannettirecek hiçbir şey O'na nisbet edilemez. Adem (yokluk), O'na sahîh değildir. Yine i'tikâd etmelidir ki, Allahü teâlâ zâtı ile kâimdir. Mekândan, O'na hulul edecek cisimden ve zamandan münezzehtir. O'nun için cihetler (ön, arka, sağ, sol, üst, alt) yoktur. Allahü teâlâ bu cihetlerden münezzeh olarak Cennette görülecektir." (İslâm Âlimleri Ansiklopedisi, Ebû İshâk maddesi)

Hanefî mezhebi fıkıh ve kelâm alimlerinin büyüklerinden, büyük İslam alimi Ebü'l-Muîn en-Nesefî (vefatı m. 1115) rahimehullah diyor ki:

"Mekânın öncesizliği (kıdemi) görüşü yanlışlandığından dolayı, Allahü teâlâ hiç bir şekilde herhangi bir mekânda yer tutmuş olarak nitelenemez. Çünkü Allahü teâlâ ezelde bir mekânda yer tutmuş değildir. Biz yüce Allah'tan başka bir şeyin kadîm olmasının imkânsızlığını kesin olarak ispat ettik. Allahü teâlâ ezelde bir yer tutmadığı ve Arş'a temas etmediğine göre, eğer mekânı yarattıktan sonra bir yer tutmuş olsa, O'nun varlığı değişmiş ve zâtında bir temas etme hali yaratılmış demektir. Halbuki değişim ve yaratılmış özellikleri taşımak, sonradan yaratılmış olmanın belirtileridir. Bu ise yüce Allah hakkında imkânsızdır... O'nun bir mekânda bulunduğu görüşünü reddetmesine rağmen yüce Allah'ın bir yönde olduğunu kabul edenin düşüncesinin bozukluğu, daha önce geçen aklî delillerle anlaşılır. Çünkü O'nun bütün yönlerde olduğunu söylemek çelişkidir. Bir tercih sebebi bulunmadan, birbirlerine eşit oldukları halde, yönlerden birini belirlemek ise yanlıştır [dünya yuvarlaktır ve bir millete göre "yukarı yön", yerkürenin diğer yüzünde yaşayan başka bir millete göre "aşağı yön" olmaktadır]... Dua edenin ellerini yukarıya kaldırması salt kulluk ve itaat alâmetidir. Yüce Allah ne Kâbe'de, ne de yerin altında olmasına rağmen, namazda Kâbe'ye yönelmek, secde anında yüzü yere koymak da böyledir. Başarıya ulaştıran sadece Allah'tır."(Kitâbü't-temhid li Kavâidi't-tevhîd (Tevhidin Esasları), İz Yayıncılık, İst., 2007; s.39-42)

Hanefî mezhebi imamlarından, hadis ve kelâm âlimi Ömer Nesefî (vefatı m. 1143) rahimehullah diyor ki:

"Âlemi yoktan yaratan, Allahü teâlâdır. ...Allah, araz değildir, cisim değildir, cevher değildir, suret ve şekil değildir, mahdut değildir, bir şeyin parçası veya cüz'ü değildir, bileşik değildir, sınırlı değildir. Cins ve keyfiyet ile vasıflanmaz, mekân­dan münezzehtir, üzerinden zaman cereyan etmez. O'na hiç bir şey ben­zemez. İlminden, kudretinden hiç bir şey hariç değildir." (Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri: Akaid, Bayrak Yayınları, İst.; s.79-81.)

Hanefî fıkıh alimlerinden, İmam Ebû C'afer et-Tahâvî'nin (vefatı m.933) rahimehullah yazdığı ve mezhebin üç büyük imamının itikadî çizgisini yansıtan "Akîde"de şöyle denmektedir:

"Allahü teâlâ, varlığı için birtakım sınır ve son noktalar bulunmasından, erkân, aza ve edevattan yüce ve beridir. Mahlukatı ihata eden altı yön O'nu ihata edemez."

Buna Abdülganî el-Guneymî el-Meydânî'nin izahı şöyledir:

"Allahü teâlâyı altı yön ihata edemez. Zira Allahü teâlâ o altı yönü yaratmadan önce de var idi ve O, önceden nasıl idiyse şimdi de öyledir. Diğer varlıklar ise böyle değildir…" (el-Meydânî, Şerhu'l-Akîdeti't-Tahâviyye, 75; bkz. Dr. E. Sifil, Milli Gazete, 7 Ocak 2006)

Hasan Kâfî el-Akhisârî de şu izahı yapar:

"Çünkü altı yön muhdestir [sonradan meydana gelmiştir] ve altı yön tarafından ihata edilmiş olmak, muhdes alemin özelliklerindendir. Allahü teâlâ ise kadîmdir. O var iken ne mekân, ne zaman, ne üst, ne alt, ne de başka birşey vardı! Altı yönün sair mahlukatı ihata etmesi gibi herhangi bir şey O'nu içine alamaz, ihata edemez. Bilakis ilmi, kudreti, kahrı ve saltanatı ile O her şeyi ihata eder; gökte ve yerde O'nun ilminden zerre miktarı bir şey bile gizli kalmaz.." (Hasan Kâfî el-Akhisârî el-Bosnevî, Nûru'l-Yakîn fî Usûli'd-Dîn, 157; bkz. Dr. E. Sifil, Milli Gazete, 7 Ocak 2006)

İmam Ebû Hanîfe rahime-hullahü teâlâ şöyle yazmıştır:

"Allahü teâlâ, kendisi için bir ihtiyaç ve (Arş'ın üzerine) istikrar (yerleşme, mekân tutma) olmaksızın Arş'a istiva etmiştir. O, Arş'ı da diğer mahlukatı da korumaktadır. Eğer (Arş'a ve bir yerde yerleşip mekân tutmaya) muhtaç olsaydı, tıpkı mahluklar gibi alemi yoktan var etmeye ve idareye muktedir olamazdı. (Bir mekânda) oturmaya ve karar kılmaya muhtaç olsaydı, Arş'ı yaratmadan önce Allahü teâlâ nerede idi? Yüce Allah bundan münezzehtir." (İmam Ebû Hanîfe, el-Vasıyye; bkz. Dr. E. Sifil, Milli Gazete, 8 Ocak 2006)

Not: Dr. Sifil, başka bir makalesinde şöyle diyor: "İmam Ebu Hanîfe, mesela Arş'ı istiva meselesinde el-Vasıyye'de şöyle demiştir: Allah Teala Arş'ı, ihtiyacı ve üzerine yerleşmesi/mekân tutması söz konusu olmaksızın istiva etmiştir. Burada Arapça metindeki bir baskı hatasının yol açtığı çeviri yanlışlığı, özellikle Arapça bilmeyen gençleri tehlikeli yollara sevk etmiştir. Çağdaş Dünyada İslamî Duruş'ta bu noktaya dikkat çekmiştim." (Milli Gazete, 7 Şubat 2009)

İbni Rüşd, Şerh el-Utbiyye'de diyor ki:

"İmam Malik'in rahime-hullahü teâlâ duruşu şudur: (Arş, Allahü teâlânın istikrar yeri [mevdi' istikrar Allah] değildir.)" (bkz. Fethul Bârî, 1959 baskısı, 7:124, #3592).

İskilibli Âtıf Efendi (şehid edilişi m. 1926) rahimehullah Mir’atü’l-İslam risalesinde şöyle diyor:

“Mekândan, sağ, sol, arka, ön, alt, üst gibi cihetten ve yerlerde, göklerde bulunmaktan münezzehdir. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hak her yerde hâzır ve nâzırdır demek, ilm-i ilahisi her şeyi ihata edicidir, demektir. Yoksa zat ve vücudu her yerde hâzır ve nâzırdır, demek değildir. Çünkü buna itikad küfürdür. Cenâb-ı Hakkın mekândan münezzeh olduğunu isbat için deriz ki: Mekân, duracak mahal demektir. Bu dünyanın maddesi ve kendisi yaratıldıktan sonra mekân da vücuda gelmiştir. Halbuki dünyanın kendisi ve maddesi [ve yıldızlar ve gökler] ve mekân yokken Cenâb-ı Hak mekânsız olarak vardı. Madem ki mekân yaratılmazdan evvel Cenâb-ı Hak mekâna muhtaç değildi, mekânsız olarak var idi. Mekân yaratıldıktan sonra da ona ihtiyacı yoktur. Binaenaleyh, mekândan münezzehdir.” (bkz. Çile Yayınevi'nin "Frenk Mukallitliği ve İslam" kitabı, s. 154)

İmam eş-Şâfi'î rahime-hullahü teâlâ, el-Fıkhu'l-Ekber isimli eserde şöyle der: "Eğer "Allahü teâlâ, "Rahman Arş'a istiva etmiştir" buyurmuştur" denirse şöyle cevap verilir:

"Bu (türlü) ayetler bunlara ve benzerlerine, ilimde derinleşmek arzusunda olmayan kimseleri cevap vermede şaşkınlığa sürükleyen müteşabihattandır. Yani bu kimseler bu türlü ayetleri olduğu gibi kabul edip, araştırma yapmamalı ve bunlar üzerinde konuşmamalıdır. Çünkü kişi ilimde rüsuh (derin kavrayış) sahibi olmadığı zaman şüpheye ve vartaya düşmemekten emin olamaz. Onun, Allahü teâlâ'nın sıfatları hakkında, zikrettiğimiz gibi inanması gerekir. Allahü teâlâyı hiçbir mekân ihata edemez. O'nun üzerinden zaman geçmez. O, hudut ve son noktalara sahip olmaktan münezzehtir; mekân ve yönlerden müstağnidir. "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." (42/eş-Şûrâ, 11) (İmam eş-Şâfi'î, el-Fıkhu'l-Ekber, 17. Not: "Fuad Sezgin hoca Târîhu't-Turâs'da (I, 491) Ezher kütüphanesinde bu eserin hicrî 292 yılında istinsah edilmiş bir nüshasının bulunduğunu belirtir." -Dr. E. Sifil, Milli Gazete - 8 Ocak 2006)

İmam-ı Kuşeyrî (vefatı m. 1072) rahimehullah diyor ki:

"Ebû Bekr-i Şiblî (vefatı m. 945) rahime-hullahü teâlâ dedi ki: "Tek olan Allahü teâlâ[nın] (El-Vâhid) harflerden (el-hurûf) ve sınırlardan (el-hudûd) evvel [var olduğu] bilinir." Şiblî'nin bu sözü kadîm olan Allahü teâlânın zatı için bir sınır ve cihet, kelâmı için harf ve ses bulunmadığını sarih olarak ifade etmektedir." (Kuşeyrî Risalesi, Dergah Yayınları, İst., 1978; s.66)

Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden İmam Abdülkâhir Ebû Mensûr el-Bağdâdî (vefatı m. 1037) rahimehullah meşhur eseri el-Fark beynel-firâk'da Ehl-i sünnet âlimlerinin bu konuda icma ettiklerini bildirmektedir:

"Ehl-i sünnet i'tikâdında olanlar, âlemin yaratıcısının sonlu ve sınırlı olmaktan münezzeh olduğunu söylediler... Ehl-i sünnet, Allahü teâlânın hiç bir mekânda olmadığı ve üzerinden zaman geçmediği hususunda birleşmişlerdir. Mü'minlerin emiri Ali radıyallahü teâlâ anh şöyle demiştir: (Doğrusu Allahü teâlâ, Arşı kudretini ortaya koymak için yaratmıştır. Kendi zâtı için bir mekân olarak değil.) O yine şöyle demiştir:  (Allahü teâlâ, herhangi bir mekân yok iken de vardı. O, şimdi de, daha önce de var olduğu gibi vardır.)" (El-Fark beynel-firâk, s. 261, Türk Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2008)

Tefsîr ilminin büyük üstâdı Kâdî Beydâvî (vefatı m. 1286) rahimehullah diyor ki:

"Edille-i akliyye ile kat'î surette sabittir ki, Cenâb-ı Hak cismiyyet ve tehayyüzden [bir mekânda yerleşmiş olmaktan] münezzehdir." (Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, 7. Baskı, DİB Yayınları, Ankara, 1982; 4. cilt, s. 115).

Kâdî Beydâvî, Bakara/210 tefsirinde diyor ki:

"(Allahın gelmesi)nden murad, emrinin gelmesi veya azâbının gelmesidir."

Kâdî Beydâvî, Bakara/255 tefsirinde de diyor ki:

"Allahü teâlâ bir mekânda bulunmakdan ve âleme hulûl etmekden münezzehdir."

Büyük tefsîr âlimi İmam-ı Razî (vefatı m. 1209) rahimehullah Bakara suresi tefsirinde diyor ki:

"Allah'ın yüceliği, mekân ve cihet bakımından yücelik değildir... Allahü teâlâ, yüceliğinin mekân itibariyle olmasından son derece münezzeh ve berîdir." (Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/422-423)

İmam-ı Kurtubî (vefatı m. 1272) rahimehullah tefsirinin çeşitli yerlerinde diyor ki:

"Bu konuda uyulması gereken kural ise, yüce Allah'ın hareketten, intikalden ve mekân işgal etmekten tenzih edilmesinden ibarettir." (En'am 3 tefsirinde) "Hadis-i şerifte geçen: "Allah onlara ... suretinde gelir" ifadesindeki anlam, Allah onlara imtihan olmak üzere bir suret gösterir, demektir. Bu ve buna benzer Kur´ân-ı Kerîm´de vesair haberlerde gelen ifadelerin intikal, hareket ve zeval gibi anlamlara çekilmesi caiz değildir. Çünkü bu gibi şeyler yer kaplayan ve cisimlerin niteliklerindendir. Yüce ve büyük olan Allah, bundan münezzehtir. Cisimlere benzemekten oldukça yüce, celal ve ikram sahibidir." (Bakara 210 tefsirinde) "Yüce Allah´ın: "Kullarının üstünde kahir olandır O" buyruğundaki kahr, galebe demektir. Kahir de galip gelen demektir. Kişi, kahredilen ve zelil kılınanın haline düşürülecek olursa, denilir. Şair de der ki: 'Husayn kavminin önder olmasını temenni etti. Ama Husayn, akşamı zelil kılınmış ve kahredilmiş etti.' Kahredildi, yenik düşürüldü, mağlûb edildi anlamındadır. 'Kullarının üstünde' buyruğunun anlamı ise, onlara kahir olmak ve galip gelmek suretiyle onlardan üstün olmak anlamındaki bir üstünlüktür. Yani onlar, onun müsahhar kılması, emir ve hükmü altındadırlar. Yoksa buradaki üstünlük mekânî anlamdaki bir üstünlük değildir. Nitekim: Sultan raiyesinin üstündedir derken, mevki ve rütbesi itibari ile üstündür anlaşılır." (En'am 18 tefsirinde)

İmam-ı Kurtubî, "nüzul hadisini" şu şekilde açıklıyor:

"Bu buyruğun te'vili hakkında farklı görüşler vardır. Buna dair yapılan açıklamaların en uygunu Nesâî'nin Kitabında müfesser olarak gelen şu rivayettir: Ebu Hureyre ile Ebu Said'den (Allah ikisinden de razı olsun) rivayete göre şöyle demişlerdir: Rasûlullah (aleyhisselam) buyurdu ki: "Şüphesiz aziz ve celil olan Allah gecenin ilk yarısı geçinceye kadar mühlet verir. Sonra bir münâdiye emrederek şöyle der: Dua eden var mı? Duası kabul olunacak. Mağfiret isteyen var mı? Ona mağfiret olunacak. İstekte bulunan var mı? İstediği ona verilecek." Ebu Muhammed Abdulhak bunun sahih olduğunu ifade etmiştir. İşte bu hadisteki ifadeler bir önceki hadisteki müşkilliği kaldırmakta ve her türlü ihtimali açıklamaktadır. Birinci hadisteki ifadeler muzafın hazfedilmesi kabilindendir. Yani Rabbimizin meleği iner ve der ki... anlamındadır. Yine buradaki "iner" kelimesi "indirilir" şeklinde de rivayet edilmiştir ki, bu da bizim sözünü ettiğimiz hususa açıklık getirmektedir. Başarımız Allah'tandır." (Al-i imran 17 tefsirinde)

Büyük Maliki fıkıh ve hadis alimi Kâdî Ebu'l-Fadl İyaz (vefatı m. 1150) rahimehullah, Peygamberimizin (aleyhisselam) İsra gecesi Allahü teâlâya yaklaşmasını anlatırken diyor ki:

"Dünüv ve kurb kelimelerinin Allah'a izafeti, hiç bir zaman mekân izafeti veya mesafe yaklaşması değildir. Çünkü Allahü teâlâ, Ca'ferü's-Sadık'ın dediği gibi, mekân ve mesafe gibi mefhumlardan münezzeh ve müberradır. Onun için, Resulullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) Rabbine yaklaşması demek, O'nun yüksek menzilinin izharı, rütbesinin büyüklüğünün belirtilmesi demektir. O bu sayede Esrar-ı İlahiyeyi müşahede etmiştir. Kudretinin yüceliğini, marifet nurlarını ayne'l-yakin görmüş ve kalbi nurla parıl parıl parlamıştır. Çünkü, bu kendisine Allah'ın bir ikramı, lutfü ve ihsanıdır ki, dünya kurulduğundan bu yana hiçbir kula hatta Peygambere müyesser olmamıştır. "Rabbimiz dünya semasına nazil olur" sözü de böylece te'vil edilir. Yani, O'nun fadlı, ihsanı ve hüsnü kabulü dünyaya nazil olur, demektir." (Şifa-i Şerif, Bedir Yayınevi, s.203-204.)

Zamânının tefsîr, hadîs ve fıkıh âlimi Muhammed Zâhid bin Hasen el-Kevserî rahimehullah (vefatı m. 1951) şöyle yazmıştır:

"Rivayetlerde zikredilen, Yüce Allah'ın gece dünya semasına inmesi, yukarıdan aşağıya doğru bir iniş olarak düşünülmemelidir. Bunu böyle düşünmek cehaletin ifadesidir. Dolayısı ile buradaki "nüzul", ya mecazî bir anlatımla Allahü teâlânın, bahse konu hadisin kimi varyantlarında zikredilen nidayı yapan bir melek göndermesi, ya da bu gece yapılan dua ve istiğfarları kabul etmesi olarak anlaşılmalıdır. Bu kelimenin bu şekilde kullanılması, Arap dili açısından da sahih bir kullanımdır." (Makâlât, 62-63; bkz. Ehl-i Sünneti Müdafaa ve Bid'atleri Tenkid, Bedir Yayınevi, İst., 2005; s. 121)

Hâfız Celâleddîn Süyûtî (vefatı m. 1505) rahmetullahi teâlâ aleyh diyor ki:

"Allahü teâlâ hareket ve intikâlden [yer değiştirmekden] münezzehdir." (Şerh üs-Sudur ["Kabir Alemi" ismiyle tercüme edilmiştir], Kahraman Yayınları, İst., 1992, s. 392; Ayrıca bkz. Mevlânâ Muhammed Fadlurresul, Tashih'ül Mesail, Berekât Yay., İst, 1976, s. 143)

Yine Hâfız Celâleddîn Süyûtî diyor ki:

"Fevk [üst] kelimesi de müteşâbih kelimelerdendir. (O kullarının fevkınde yegâne kudret ve tasarruf sâhibidir) (En'am, 18), (Fevklerinde olan Rablerinden korkarlar) (Nahl, 50) meâlindeki âyet-i kerîmelerindeki fevkaniyet, bir cihet [yön] ifade etmeksizin yükseklik ma'nâsındadır. (...biz onların üstünde kâhir kimseleriz) (Araf, 127) meâlindeki âyetdeki Firavn'ın sözüyle, mekân yüksekliği kasdetmediği açıkça ortadadır." (el-İtkan, Madve Yayınları, c.2, s.20)

"[(Rahmân Arş üzerine istivâ etdi) meâlindeki] Tâhâ/5, [ve meâlleri muteber tefsirlerden okunabilecek] Kasas/88, Rahmân/27, Tâhâ/39, Fetih/10, Zümer/67 gibi âyetler Allahü teâlânın sıfatıyla ilgili müteşâbih âyetlerden bazılarıdır. Selef uleması ve ehli hadis dahil, Ehli sünnetin cumhuru bu âyetlere iman eder, murad edilen ma'nâları Allah'a bırakır, bunların zahiri ma'nâlarından Allah'ı tenzih ederek tefsirinden kaçınır." (el-İtkan, Madve Yayınları, c.2, s.15)

Hâfız el-Beyhakî rahimehullah  [vefatı m. 1066] bir hadisin açıklamasında buyuruyor ki:

"Bu hadisin son kısmında, Allahü Teâlâdan mekânın nefyine (Allahü Teâlâ'nın bir mekânda bulunduğunun söylenmesinin doğru olmadığına) ve kulun, nerede olursa olsun, Allahü Teâlâya uzaklık-yakınlık bakımından aynı durumda olacağına işaret vardır. Buna göre O ez-Zâhir'dir, deliller vasıtasıyla idraki sahihtir; el-Bâtın'dır, herhangi bir mekânda olduğu düşünülmek suretiyle idraki sahih değildir..." (el-Beyhakî, el-Esmâ ve's-Sıfât, 400)

Hâfız İbni Hacer el-Askalânî rahimehullah, Fethu'l-Bari eserinin Kitabü't-Teheccüd bahsinde diyor ki:

"Allah'a cihet isnad eden kimse, bu hadis-i şerifle [hadis-i nüzul ile] istidlal ederek 'cihetten maksad yukarı cihettir' demiştir. Ama cumhûr-ı ulemâya [alimlerin büyük çoğunluğuna] göre, bu görüşü kabul etmek, Allahü teâlâya tehayyüz [mekânda yerleşmiş olma] mânâsına gelir ki, Allahü teâlâ bu vasıftan uzaktır." (bkz. Ehl-i Sünnetin Müdafaası, Bedir Yay., İst., 1994; s. 465; Şevahidü'l-Hakk, Fazilet Neşriyat, s.222)

Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi'nde şöyle yazılı:

"Cumhûr-ı ulemâ, Zât-ı Bâri için cihet kabulünü çirkin görmüşlerdir." (Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, 7. Baskı, DİB Yayınları, Ankara, 1982; 4. cilt, s. 114).

Âlimlerin kahir ekseriyeti Allahü teâlânın bir mekânda veya cihette bulunmaktan münezzeh olduğunu bildirmişlerdir. İbni Hazm-ı Zâhirî de (vefatı m. 1064) böyle yazmaktadır:

"Allahü teâlâ asla mekânlı veya zamanlı değildir. Cumhûr-ı ulemânın ve bizim de duruşumuz budur ve buna aykırı bir görüş câiz değildir, çünkü bundan başkası yanlıştır." (el-Fısal fi'l-Milel, 2:125; bkz. Dr. G. F. Haddad, a.g.e., s. 17)

Hindistanlı Ehl-i sünnet alimlerinin büyüklerinden Muhammed Rebhami rahimehullah m.1431 senesinde 444 kitaptan toplayarak yazdığı eserinde diyor ki:

"İmam-ı Ca'ferü's-Sadık radıyallahü anh buyurur ki: Allahü teâlânın bir şey üzerinde olduğunu, yahud bir şeyden olduğunu söyleyen kâfirdir. Çünkü bir şey üzerinde olsaydı, o şey O'nu kaldırırdı. Eğer bir şeyde olsaydı, onda belirmiş olurdu. Bir şeyden olsaydı, sonradan olma olurdu. Allahü teâlâ bunların hepsinden münezzehdir." (Rıyad'ün-Nasıhin, Berekat Yayınevi, 1. baskı, İstanbul, 1979; s. 45).

İmam-ı Kastalâni (vefatı m. 1517) rahimehullah Mirac'ı anlatırken diyor ki:

"Cenâb-ı Hakkın huzuru, ilim, irade ve kudretiyledir. Başkalarının huzuru gibi değildir. Zâtına özel mekân yoktur, O mekândan münezzehdir.... Allahü teâlâ mekândan münezzeh iken o Hazreti göklere çıkarması sırf kendisini ululamakla bazı acayip (görülmemiş) mülk ve melekutunu gezdirip göstermek içindir." (Mevahibu Ledunniye, Hisar Yayınevi, İst., c.2, s. 22)

Hadis ve Şâfi'î fıkıh alimi İmam-ı Şa'rânî (vefatı m. 1565) rahimehullah "Dua ederken yukarıya bakmamak" başlığı altında diyor ki:

"Allahü teâlânın belli bir sınırı olmadığı gibi, yönleri de yoktur...Buhari ve diğerleri merfuan şu hadisi anlatırlar: (Bazı kimselere ne oluyor ki, namaz kılarken gözlerini yukarıya dikiyorlar? Bu davranışlarına ya son verirler ya da gözlerinin yok olacağını bilmelidirler.)" (El-Uhudü'l-Kübrâ, Bedir Yayınevi, s.810-811 ve s.843)

Kâdîzâde Ahmed efendi rahimehullah (vefatı m. 1783), İmam-ı Birgivî’nin kitabının şerhinde şöyle diyor:

“Gökte ve yerde değildir, mekândan münezzehdir. ..Mekân ve zaman O’nun şanına muhaldir. ..Sağda, solda, önde, arkada, üstte ve altta değildir....Allahü teâlâ cisim ve cismanî olmakdan münezzehdir. Bir tarafda [cihette] olmaktan da münezzehdir. ..İbni Teymiyye ve yolundakiler, Allahü teâlâ üst taraftadır dediler.” (Birgivî Vasiyetnâmesi Şerhi, Bedir Yayınevi, s.24; aynı zamanda bkz. Birgivî Vasiyetnâmesi, Bedir yayınevi, s. 14).

Yusuf-i Nebhanî rahimehullah diyor ki:

"Allahü teâlâ üst, alt, sağ, sol, ön ve arka gibi cihetlerden münezzehdir. Binaenaleyh, Allahü teâlâ için üst yok, alt yok, sağ ve sol mevcut değil, arka ve ön yoktur. Bu cihetlerin hepsi, Allahü teâlânın zâtı için muhâldir [imkânsızdır]. Zira bunlar, sonradan olmuş varlıklara ait vasıflardır. O'nu ne sema, ne arz, ne de hâdis [yaratılmış] olan hiç bir şey kuşatamaz. Allahü teâlâ, gökler ve yerler mevcud değilken, kadîm olarak vardı. Yönler, mahlukatın yaratılmasından sonra meydana gelmiş bulunmaktadır." (Şevahidü'l-Hakk, Fazilet Neşriyat, İst.; s.204-206)

Yine Yusuf-i Nebhanî hazretleri diyor ki:

"O Arş üzerine istivâda bulunmuştur. Ancak, mekân tutmak, temas etmek ve bir hizada olmak gibi hususlarla değil de, noksanlıkdan münezzeh ve yüce bulunan Allah'a layık olacak mânâda bir istivâdır. O mânâda Arş üzerine istivâsına iman vacibdir." (Şevahidü'l-Hakk, s.219)

İmam-ı Gazalî rahime-hullahü teâlâ buyuruyor ki:

"Bu konuda hak, doğru olan Allahü teâlânın ve Resûlünün “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurduklarıdır. Allahü teâlâ Tâhâ sûresi beşinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Rahmân Arş üzerine istivâ etdi) buyurmuş ve doğru söylemişdir. Kat’î olarak bilinmelidir ki, istivâ, cisme mahsûs olan oturma ve karâr kılma değildir. İstivâ kelimesi ile Allahü teâlânın murâdının ne olduğunu bilmeyiz ve bilmekle de mükellef değiliz. Allahü teâlâ, En’âm sûresi, onsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (O kullarının fevkınde yegâne kudret ve tasarruf sâhibidir) buyurmuşdur. Bu da doğrudur. Burada mekân olarak fevkıyyet, üstde olmak muhâldir. Çünki, O mekândan önce vardı, şimdi de dahâ önce olduğu gibi vardır. Fevk ile ne murâd etdiğini biz bilmeyiz. Ey suâl soran, bu ma’nâyı bilmek senin de bizim de üzerimize lâzım değildir." (İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm)

Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî rahimehullah şu bilgileri naklediyor:

"Hazret-i Ali'ye radıyallahü anh (Allahü teâlâ Arş'ı yaratmadan önce nerede idi?) diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: (Nerede kelimesi mekân ifade eder, Allahü teâlâ mekândan münezzehdir.)

Câfer-i Sâdık, Allah'ı bilmek üç kelime ile olur diyerek, o kelimeleri şöyle sıralamaktadır:

1. Allah bir şeyden yaratılmadı.
2. Bir şeyin içinde de değildir.
3. Bir şeyin üzerinde de değildir. Çünkü bu sıfatlar, kulların sıfatlarıdır.

Bu hususlar Bahrü'l-Kelâm ve Hulâsa isimli kitaplardan nakledilmiştir."
(Camiu'l-Mütun, Bedir Yayınevi, 7. Baskı, İstanbul 1996; s.48.)

Kuşeyri Risalesi'nde de diyor ki:

"Câfer-i Sâdık: Kim Allah bir şeydedir veya bir şeydendir veya bir şey üzerindedir, diye iddia ederse şirk koşmuş olur. Çünkü O bir şey üzerinde olsaydı taşınan, bir şeyden olsaydı hâdis [yaratılmış, sonradan meydana gelmiş], bir şeyde olsaydı mahdûd [sınırlı] olurdu, demiştir." (Kuşeyri Risalesi, Dergah Yayınları, 1978; s.71)

Not: İmam-ı Câfer-i Sâdık'ın bu sözü şu kaynakların hepsinde yazılıdır:
(1) Kuşeyri Risalesi, Dergah Yayınları, 1978; s.71.
(2) Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî, Camiu'l-Mütun, Bedir Yayınevi, 7. Baskı, İstanbul 1996; s.48.
(3) Yusuf-i Nebhanî, Şevahidü'l-Hakk, Fazilet Neşriyat, İstanbul; s. 212.
(4) İmam Muhammed Rebhamî, Rıyad'ün-Nasıhin, Berekat Yayınevi, 1. baskı, İstanbul, 1979; s. 45.

Yine Kuşeyrî Risalesi'nde diyor ki:

"İmam Ebu Bekir b. Furek'ten (rahmetullahi aleyh) Ebu Osman Mağribi'nin şu sözünü dinledim: Bazı nasslardan Allah'ın bir cihette (üstte) olduğu kanaatine varmış idim. Bağdat'a geldiğimde bu kanaatim zail oldu, o zaman Medine'deki dostlarıma: (Hiç şüpheniz olmasın ki, ben şu anda yeniden Müslüman olmuş bulunmaktayım.) diye yazdım." (a.g.e., s.69) “Allahü teâlâ zaman ve mekândan münezzehdir. Üstünden zaman geçmez.” (a.g.e., s.73)

Türpüştî Risalesi tercümesinin 53. sayfasında, mütercimin eklediği dipnotta diyor ki:

Allahü teâlâ cisim değildir. Zîrâ cisim mürekkebdir [bileşikdir]. Allahü teâlâ ise, mürekkeb değildir. Çünki mürekkeb, cüz’lere, çeşidli parça ve kısımlara muhtâcdır. Allahü teâlâ ise, muhtâc değildir. Zîrâ ihtiyâc noksanlıkdır. Ve yine cisim bir yerde bulunmak zorundadır. Allahü teâlâ ise mütehayyiz, ya’nî bir yerde değildir. Zîrâ cisim, mütehayyız, ya’nî bir mekânda bulunmağa muhtâcdır. Allahü teâlâ ise, bir mekâna muhtâc değildir. Mekânı o yaratmışdır. Buradan bilmiş oldun ki, Arş onu üstünde taşımıyor. Bilâkis Arş ve Arşı taşıyanlar, Onun kudreti ile oraya kaldırılmışdır. Allahü teâlâ bir cihetde [bir tarafda, bir yönde] değildir. Zîrâ cihet [bir tarafda olmak] cisimlere mahsûsdur. O hâlde Hak teâlâ yeryüzüne ne kadar yakın ise, Arşa da o kadar yakındır. O buradadır veyâ şuradadır diye işâret olunamaz. Onun için Çün ve Çigüne, ya’nî nasıl, nice, ne hâldedir denemez. O bîçün ve bîçigünedir, ya’nî nasıl ve nice olduğu bilinemez, hiç bir şeye benzetilemez. Zîrâ nasıllık ve nicelik, göz ile anlaşılan ve ihâta edilen [her bakımdan kuşatılan] şeyler için söylenir. Allahü teâlâ ise, bundan berîdir. (Onu gözler idrâk edemez) [En’âm: 103] âyet-i kerîme meâlidir. Ya’nî gözler ihâta edemez. Allahü teâlâyı âhıretde görmek ma’nâsına gelen rü’yet, bir ihâta değildir. Allahü teâlâ için hareket ve intikâl [bir yerden başka yere geçmek] söylenemez. Bunlar cisme âid özelliklerdir. Allahü teâlânın şekli ve sûreti yokdur. Bunlar da cisme âid sıfat ve hâllerdendir. Allahü teâlânın nihâyeti [sonu] yokdur. Çünki nihâyet, ölçülebilen şeyler için kullanılır. Allahü teâla ise, bundan münezzehdir. Allahü teâlâ cisimdir ve cismin gerekleri Onda vardır diyen kâfir olur. İmâm-ı Râfi’î “rahimehullah” Gurer kitâbında ve Allâme Seyyid şerîf Cürcânî “kuddise sirruh” Mevâkıf şerhinin başında ve Allâme Celâleddin Devânî “kuddise sirruh” Akâid-i Adudiyye şerhinde böyle buyurmakdadır. (Akâid-i Hüseynî)

İmam Ebû Hanîfe, el-Fıkhu'l-Ebsat'ta şöyle diyor:

"Rabbimin gökte mi yoksa yerde mi olduğunu bilmiyorum diyen kimse kâfir olur. Aynı şekilde, "Allahü teâlâ Arş'ın üzerindedir; Arş'ın gökte mi yoksa yerde mi olduğunu bilmiyorum" diyenin durumu da böyledir."

el-Bayâdî rahimehullah İşârâtu’l-Merâm’ında bunu şöyle îzâh eder:

"Bunun sebebi, kâilin bu söz ile Hâlık-ı Zülcelâl (celle celâluhû)’ya cihet ve hudud tâyin etmesidir; zîra ciheti ve hudûdu olan her şey bizzarûre mahlukdur. Binâenaleyh bu söz, Allah (celle celâluhû)’ya kusûr atfetmekdir. İlâhî cismâniyyete ve cihete inanan o kimsedir ki, hevâss ile idrâk edilemeyen her şeyin varlığını münkîrdir. Onlar, fevkettabî‘a olan ulûhiyyet cevherini reddederler. Bu da onları kat‘î sûretde îmânsızlığa götürür." (el-Kevserî, Makâlât, s.368-369; nakleden: Yusuf Hanîf)

Molla Aliyyülkârî de İmam-ı a'zam Ebu Hanife'nin bu sözü hakkında şu açıklamayı yazmaktadır:

"İmam İzz bin Abdusselâm, Hillu'r-Rumûz adlı kitabında İmam Âzam'ın şu sözünü kaydediyor: Kim Allah'ın yerde mi gökte mi olduğunu bilmiyorum derse, kâfir olur. Çünkü bu söz, Allah'ın bir mekânı olduğu düşüncesini akla getirir. Allah'ın mekânı olduğunu düşünen kimse ise Allah'ı yaratıklara benzeten kişidir. Şüphe yok ki İbn Abdusselâm alimlerin büyüklerinden biri olup sika (güvenilir) bir âlimdir." (bkz. Fıkh-ı Ekber Şerhi, "Miraç ve Allah'a Mekân İsnadı" kısmı)

Yusuf-i Nebhanî de bu açıklamayı nakletmektedir:

"Bir kimse, "Allah'ın yerde mi gökte mi olduğunu bilmiyorum" derse, kâfir olur. Zira bu söz, Allahü teâlâ için bir mekân var da o kimse bunda şüphede imiş vehmini verir." (Şevahidü'l-Hakk, s.218)

Allahü teâlâya cihet ve mekân isnad eden Haşviyye taifesi, İmam-ı a'zam Ebû Hanîfe'nin sözlerini saptırmaktadır. Halbuki, İmam buyuruyor ki:

"Cennet ehlinin Allahü teâlâya keyfiyet, teşbih ve cihet olmadan mülaki olmaları haktır." (el-Vasıyye)

Nitekim, "İzahlı Mişkâtül-Mesabih Tercümesi" isimli eserde şöyle yazılıdır:

"Ahirette ise, mekândan münezzeh, cihetsiz ve zamansız olarak bizzat Allahü teâlâ baş gözü ile görülecektir."

Yine İmam Ebû Hanîfe diyor ki:

"Eğer Allahü teâlâ nerededir, diye sorulursa, o kimseye: Yaratılmadan önce mekân yoktu, halbuki Allah vardı. Mahlukattan hiç biri yokken, "nerede" mefhumu mevcut değilken, Allah vardı. O her şeyin yaratıcısıdır, diye söyle." (el-Fıkhu'l-Ebsat) (Görüldüğü gibi İmam, Haşviyye taifesinin istediği cevabı vermemekte, yani -haşa- "Allah semada" veya "Arş'ın üstünde" veya "yukarı yönde" şeklinde bir cevap öğretmemektedir. Bütün mekânların sonradan yaratılmış olduğunu ifade etmektedir.)

Şeyhülislâm Ebussu'ud Efendi'nin (rahime-hullahü teâlâ) fetvalarında şöyle yazılıdır:

876. Mes’ele: Hak celle ve 'ala hazretleri, mekândan münezzeh olucak, göklerde deyu i'tikâd etmek mi gerektir, ve nice i'tikâd etmek gerektir? Elcevap: "Cemîl emkineden [mekânlardan] münezzeh olup, gökler yerler hükmünde ve ilminde ve kudretinde" deyu i'tikâd etmek lâzımdır. Du'âda eli yukarı kaldırmak, cihet-i fevk [üst yön] du'âya kıble kılındığı içindir.

Meşhur Mızraklı İlmihal'de diyor ki:

"Bir kimse Allahdan hâli [boş] yer yok dese veyâ Allahü teâlâ gökdedir dese, kâfir olur demişler." (Miftahu'l-Cenne-Mızraklı İlmihal, Bedir Yay., s.116)

İmam-ı Birgivî rahimehullah diyor ki:

"Bir kimse (Allahü Teâlâ gökte benim şahidimdir) dese kâfir olur. Zira [Allahü teâlâya mekân isnad etmiş olur] Allahü Teâlâ mekândan berîdir." (Birgivi Vasiyetnamesi, Bedir Yay., s.52)

Büyük alim Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî (vefatı m. 1893) diyor ki:

“Bir kimse, Allah kullarını muhakeme için oturur, kalkar derse, O’na yukarıda olmak veya aşağıda bulunmak gibi şeyler izafe ederse kâfir olur.” (Camiu’l-Mütun tercümesi, s. 118) “Allahü teâlâ zaman ve mekândan münezzehdir.” (a.g.e., s.43)

Muhammed Hâdimî (vefatı m. 1762) rahimehullah diyor ki:

“Allahü teâlâ bize Arştan veya gökten bakıyor veya görüyor demek küfürdür....Yine Allahü teâlâyı dış uzuvla sıfatladığı veya onun kemâl sıfatlarından bir sıfatı nefy ettiği (kaldırdığı) zaman veya hülul [içine girmek] veya ittihad [birleşmek] ile [O'nu vasıfladığı zaman] yani Allahın alemin içine girdiğine veya alemle bir olduğuna kail olduğu zaman veya mekân ile onu vasıfladığı zaman da yine böylece kâfir olur.” (Berika, Kahraman Yayınları, c.2, s.445-446)

Feteva-i Hindiyye tercümesinde şu ifadeler var:

"Allahü Teâlâ için, mekân iddia eden kimse kâfir olur. "Allahın olmadığı, boş bir yer yoktur" diyen kimse, kâfir olur. "Allahü Teâlâ, gökte." diyen kimse... bu sözü ile, mekân kasdediyorsa; o zaman kâfir olur. Bu şahsın, bir niyyeti yoksa; âlimlerin ekserisine göre, kâfir olur. Esahh olan da budur. Fetva da buna göredir. "Allahü Teâlâ, insaf için oturuyor." diyen kimse, kâfir olur. Allahü Teâlâ'yı, "yukarıda", "aşağıda" diye vasıflandıran kimse, kâfir olur. Bahru'r-Râık'ta da böyledir. Bir kimse: "Benim, gökte ilâhım; yerde filanım var." dese; kâfir olur. Fetâvâyi Kâdîhânda da böyledir. Bir kimse: "Allah, semâdan bakıyor." veya "görüyor" yahut, "...arştan, bakıp görüyor." demiş olsa; bu söz, çoğunluğa göre, küfürdür." (Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 4/312-319.)

Allâme İbni Hacer el-Heytemî rahimehullah (vefatı m. 1566) diyor ki:

"(Göklerde oturana inandım) dese câiz olmaz, çün­kü bu ifadede Allah'a mekân isbatı vardır. Allahü Teâlâ göklerin de ilâhıdır, yerlerin de ilâhıdır. Bunun için Allah'a cihet isbatı ço­ğunluğa göre küfürdür. Küfrü ifade eden bir kavram ise iman alâ­meti olamaz." (Ez-zevâcir An İktiraf'il-Kebâir, Kayıhan Yayınları, İstanbul, 1997; s. 73)

Yine İbni Hacer el-Heytemî rahimehullah diyor ki:

Yahudinin birisi hazret-i Ali'ye (radıyallahü anh): "Allahımızın varlığı ne zamandandır?" deyince, Hazret-i Ali'in rengi değişip dedi ki: "Hiç bir mekân ve varlık yokken, o keyfiyetsiz olarak vardı. Zaman bakımından hiç bir evveli ve sonu yoktur. Ondan başka her şeyin sonu gelir." (Es-Savâiku'l-Muhrika, Bedir Yayınevi, s. 297)

Molla Aliyyülkârî diyor ki:

"Allahü Teâlâ'nın cisim olduğunu, mekânı bulunduğunu, Allahü Teâlâ üzerine zaman geçtiğini söyleyen kimse de kâfirdir. Böyle bir kimse için iman hakikati sabit olmamıştır.... Allah bir mekânda değildir. Yukarıda değildir, aşağıda değildir, başka cihetlerde değildir. Allahü Teâlâ üzerinden zaman geçmez. Allah bir şeyin içine girmiş değildir, bir şeyin mahalli de değildir." (Fıkh-ı Ekber Şerhi)

Büyük alim Zâhid el-Kevserî rahimehullah diyor ki:

"Haşviyye taifesinin, kitaplarında İmam Malik ve İmam Ebu Hanife'den rivayet ettikleri -teşbih ve tecsim ifade eden- görüşler sahih senedlerle nakledilmiş değildir." (Makâlât, 411; bkz. Ehl-i Sünneti Müdafaa ve Bid'atleri Tenkid, Bedir Yayınevi, İst., 2005, s. 122)

"Allah’a yön tayin etmeye “küfür” ıtlak eden kimseler, imâmlar arasında son derece çoktur. Allah’ın cihetten münezzeh olduğunun delillerinden biri de “kulun Allah’a en yakın olduğu vakit secdede olduğu andır.” hadisidir. Bu hadisi Nesâî ve başkaları rivayet ettiler." (Es-Seyfü’s-Sakîl; bkz. İnkişaf Dergisi, No:7)

"Eynellah hadisi diye bilinen hadiste geçen "Allah nerededir?" ifadesindeki "eyne" (nerede) sorusu, bir mekân kasdedilerek sorulabileceği gibi, "mekânet, mevki" kasdedilerek de sorulabilir. Bu durumda söz konusu hadisteki sorunun anlamı şudur: Allah'ın senin nazarındaki mevkii nedir?" (Makâlât, 381; bkz. Ehl-i Sünneti Müdafaa ve Bid'atleri Tenkid, Bedir Yayınevi, İst., 2005, s. 121-122)

"Buradaki [Mirac hadisesindeki] "urûc" (yükselme) Allahü teâlâya mekân olarak yaklaşma ifade etmez. Çünkü O'na yaklaşmak mesafe katetmekle olmaz. Zira Allahü teâlâ meâlen (Secde et ve yaklaş) [el-Alak, 19] ve Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem (Kulun Allah'a en yakın olduğu an, secde anıdır) buyurmuşlardır." (Makâlât, 518; bkz. Ehl-i Sünneti Müdafaa ve Bid'atleri Tenkid, Bedir Yayınevi, İst., 2005, s. 123)

"Cenâb-ı Hakkın, meâlen (Göklerle yeri ve aralarındakileri altı günde yaratan O'dur. Sonra Arş'a istivâ etti. Yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve ona yükseleni hep bilir. Her nerede olsanız sizinle beraberdir. Allah bütün yaptıklarınızı görendir.) [el-Hadid, 4] buyurduğu ayet-i kerimede "istivâ" ile "ma'iyyet"i (kullarla beraber olmayı) birlikte zikretmiş olması, istivânın bir mekâna yerleşme anlamında olmadığının kesin delillerinden birisidir." (Makâlât, 366-367; bkz. Ehl-i Sünneti Müdafaa ve Bid'atleri Tenkid, Bedir Yayınevi, İst., 2005, s. 122)

İmam-ı Gazalî hazretleri Kimyâ-yı Saâdet kitabının çeşitli yerlerinde, mesela Bedir Yayınevi'nin neşrettiği tercümenin 9. baskısının 96. sayfasında şu bilgileri veriyor:

"Kelime-i tevhîdin mânasını, Ehl-i sünnet âlimleri şöyle bildiriyor: İnsanlar yok idi. Sonradan yaratıldı. İnsanların bir yaratanı vardır. Her varlığı, O yaratmıştır. Bu yaratan birdir. Ortağı, benzeri yoktur. Bir ikincisi yoktur. O, hep var idi. Varlığının başlangıcı yoktur. Hep vardır. Varlığının sonu olmaz. Yok olmaz. Onun hep var olması lâzımdır. O, yok olamaz. Varlığı kendindendir. Hiçbir sebebe ihtiyacı yoktur. Ona muhtaç olmıyan hiçbirşey yoktur. Herşeyi var eden, her vârı her an varlıkta durduran Odur. O, madde değildir. Cism değildir. Bir yerde değildir. Hiçbir maddede bulunmaz. Şekli yoktur. Ölçülmez. Nasıldır diye sorulmaz. O deyince, akla hayâle gelen herşey, O değildir. O, bunlara benzemez. Bunlar hep Onun mahlûklarıdır. O, mahlûkları gibi değildir. Akla, vehme, hayâle gelen herşeyi, O yaratmaktadır. Yukarıda, aşağıda, yanda değildir. Yeri yoktur. Her varlık, Arşın altındadır. Arş ise, Onun kudreti, kuvveti altındadır. O, Arşın üstündedir. Fakat bu, Arş Onu taşıyor demek değildir. Arş, Onun lutfu ve kudreti ile vardır. O, ezelde, sonsuz öncelerde nasıl ise, şimdi hep öyledir. Arşı yaratmadan önce nasıl idi ise, ebedî sonsuz geleceklerde de, hep öyledir. Onda değişiklik olmaz. Onun sıfatları vardır. Sıfat-ı sübûtiyyesi sekizdir: Hayat, ilim, sem', basar, kudret, irâde, kelâm, tekvîn. Bu sıfatlarında da, hiç değişiklik olmaz. Değişiklik olmak, kusurdur. Onda kusur, noksanlık yoktur. Hiçbir mahlûkuna benzemez ise de, bu dünyada, Onu kendisinin bildirdiği kadar bilmek ve âhırette görmek olur. Burada nasıl olduğu anlaşılamadan bilinir. Orada da, anlaşılamadan görülecektir." (Kimyâ-yı Saâdet)

Büyük İslam alimi İmam-ı Rabbâni rahime-hullahü teâlâ Ehl-i sünnet itikadını şöyle izah ediyor:

"Noksân sıfatlar, Onda yokdur. Allahü teâlâ, maddelerin, cisimlerin, arazların, ya'nî hâllerin sıfatlarından ve bunlara lâzım olan şeylerden münezzehdir, uzakdır. Allahü teâlâ, zamanlı değildir, mekânlı değildir, cihetli değildir. Bir yerde, bir tarafda değildir. Zamanları, yerleri, cihetleri O yaratmışdır. Birşey bilmiyen bir kimse, Onu, Arşın üstünde sanır, yukarıda bilir. Arş da, yukarısı da, aşağısı da, Onun mahlûkudur. Bunların hepsini, sonradan yaratmışdır. Sonradan yaratılan birşey, kadîm olana, her zaman var olana, yer olabilir mi?...Allahü teâlâ, madde değildir, cisim değildir, araz, hâl değildir. Hudûdlu, boyutlu değildir. Uzun, kısa, geniş, dar değildir. Ona, (Vâsi') ya'nî geniş deriz. Fakat; bu genişlik, bizim bildiğimiz, anladığımız gibi değildir. O, (Muhît)dir. Ya'nî herşeyi çevirmişdir. Fekat, bu ihâta, çevirmek, bizim anladığımız gibi değildir. O, (Karîb)dir. Yakındır ve bizimledir. Fekat, bizim anladığımız gibi değil! Onun vâsi', muhît, karîb ve bizim ile berâber olduğuna inanırız. Fakat, bu sıfatların ne demek olduğunu bilemeyiz. Akla gelen herşey yanlışdır, deriz. Allahü teâlâ, hiçbirşeyle ittihâd etmez, birleşmez. Hiçbirşey de Onunla birleşmez. Ona hiçbirşey hulûl etmez. O da, birşeye hulûl etmez. Allahü teâlâ, ayrılmaz, parçalanmaz, tahlîl [analiz], terkîb [sentez] edilmez. Onun benzeri, eşi yokdur. Kadını, çocukları yokdur. O, bildiğimiz, düşünebileceğimiz şeyler gibi değildir. Nasıl olduğu anlaşılamaz, düşünülemez. Benzeri, nümûnesi, olamaz. Şu kadar biliriz ki, Allahü teâlâ vardır. Bildirdiği sıfatları da vardır. Fakat kendisinde, varlığında ve sıfatlarında akla gelen, hayâlimize gelen herşeyden münezzehdir, uzakdır. İnsanlar Onu anlayamaz." (Mektubat, 2.cilt, 67.mektup)

Küllümâ hatara bî-bâlike, Allahü gayrü zâlike.

Hazırlayan: Murat Yazıcı

Not: Bu yazıyı 18 Şubat 2008'de buraya ekledim. Daha sonra çok sayıda ilâve yaptım. Yazı, 22 Aralık 2008 tarihindeki hâliyle Guraba Dergisi'nin 10. sayısında neşredilmiştir. Bu derlemeyi geliştirmeye ve ilâveler yapmaya devam ediyorum. Daha birçok meşhur âlimin konuyla ilgili yazıları elimde mevcuttur. Bunları da zamanla burada neşretmek niyetindeyim.

Son değiştirilme: 17 Kasım, 2014

1 Şubat 2008 Cuma

Zikrederken dans edilir mi?

FIKIH KİTAPLARI NE DİYOR?

Fetevâ-yı Hindiyye'de diyor ki:

Yetime Kîtabı'nda, şöyle zikredilmiştir: Halvânî'den sorulmuş:
—Kendilerini, sûfiyye diye, bir nevi elbiseye nisbet ederek isimlen­dirip, eğlence ve raks ile meşgul olan ve nefislerinde bir rütbe iddia eden­lere ne dersin?
İmâm şöyle buyurmuş:
—"Onlar, Allah'a karşı iftira ediyor ve yalan söylüyorlar."
...
Zamanımızdaki tarikatçıların yaptıkları raks, söz ve semaları haramdır. Ona gitmek ve o mecliste oturmak caiz değildir. Haram olan davranışlar teğannî ve zurnalarla yaptıkları hareketlerdir.

Bu gibi tasavvuf ehli caiz görmüş ve önceki meşayıhı hüccet gös­termişlerdir, buna ne dersin? İmâm şu cevabı vermiştir:
—Onların yaptıkları başka bunların yaptıkları başka­dır. Gerçekten onların zamanında, bîri hallerine uygun şiir inşad eyler; yufka kalpli olanların, —emre muvafakatından— çok kerre akılları baş­larından gider, düşüp bayılırlardı. Bazan de kendi ihtiyarı (arzusu) olmaksızın, kalkar ve ihtiyarı olmaksızın hareket ederlerdi. Onların ha­line bakarak, bunların yaptığına caiz denilmez. Hiç bir kimse, onların, bu zamanın, ahkâmı şer'ıyyeyi bilmeyen fısk (günah) ehlinin yaptığı gibi, yaptıklarını zannetmemelidir.

Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/111-112.

***

Şeyhü’l İslam Ahmed İbn-i Kemal Paşazade rahmetullahi teâlâ aleyh diyor ki:

Müctehidliğinde şüphe edilmeyen Kadıhan der ki: Bir mecliste toplanırlar. Tıraş olmuşlardır. Allahü tealayı, dönerek, ayak vurarak, zıplıyarak zikrederler. Bu hareketlerini ibadet sayarlar. Esasında bu dönme ve yere ayak vurma rakstır. Raks ise haramdır. Helal diyenin küfründen korkulur.

Cevahir-i Fetava kitabında der ki, zamanımızdaki sofilerin yaptıkları sema ve raks haramdır. Toplantılarında oturmak caiz değildir. Raks [oyun, dans], şarkı ve çalgı haramlıkta eşittir.

İstihsan kitabında der ki, çalgı sesi dinlemek haramdır. Fısk yani harama güzel ve helal demek ise küfürdür. Raks ve elbisesini yırtmak, Kur’an-ı Kerim okunurken, zikredilirken, vaaz dinlerken de olsa böyledir. Bu mecliste bulunanın şahidliği kabul edilmez. Çünkü onları büyük günah işlemek üzere toplamıştır.

Bezazi kitabında der ki, Hidaye kitabının sahibi bildiriyor: Şarkı söyliyenin şahidliği kabul edilmez. Çünki insanları haram için biraraya getirmiştir.

Kurtubi diyor ki, şarkı söylemek, ney çalmak ve raks etmek icma ile haramdır. İmam Malik, Şafii, Ahmed’e göre böyledir (Rahımehümullah). Tarikatin seyyidi Şeyh Ahmed Debbusi de haram olduğunu açıkca bildiriyor. Milletin ve dinin şeyh-ül-İslamı olan Abdülkadir-i Geylani’nin (kuddise sirruh): (Raksa helal diyen kafir olur) fetvasını gördüm. Haram olduğunda sözbirliği olduğu bilindikten sonra, helal diyenin kafir olacağı anlaşılır. (*)

Diğer bir delil de şudur ki, dönmek, ayaklarını kaldırmak ve yere vurmak oyundur. Oyun haramdır. Kur’an-ı Kerim kelimeleri ile oyun oynamak, oyunu Kur’an-ı Kerime yaklaştırmak olur. Kur’an-ı Kerimi tahfif ise küfürdür.

Risale-i Münire, Vesiletü'n Necat kitabı içinde, Berekat Yayınevi, 1977; s. 77.

***

A. Z. Gümüşhanevi rahmetullahi teâlâ aleyh diyor ki:

Türkü dinlemek, Kur'an-ı kerim okuyuştaki ve zikirdeki teganni, raks etmek ve sağa sola sallanmak, oynamak, dans (raks) için yemek tertib etmek, kadınların cehren (sesli) tevhid getirmeleri, mevlid-i şerifi erkeklerin işiteceği bir şekilde açık okumaları en çirkin bid'atler arasındadır.

Camiu'l Mütûn Tercümesi, Bedir Yay., 7. Baskı, s. 180.

***

İmam-ı Birgivi rahmetullahi teâlâ aleyh der ki:

Bedenin afetleri cidden çoktur, bunların bir kısmını belirtmeye çalışacağız:

a) Ölçülü veya ölçüsüz hareketlerde bulunmak (mesela dans ve benzeri oyunlar oynamak).

Oyunların hepsi la'b kelimesi kapsamına girer. Bu bakımdan haram sayılır.

b) Zamanımızda bazı sofilerin zikrederken tuhaf hareketler göstermesi.

Sofilerin böyle yapması, günah bakımından diğer oyunlardan daha şiddetlidir. Çünkü onların bu hareketi ibadet namına yapılmaktadır. Bu sebeple küfürlerinden bile korkulur.

İmam Ebu Vefa bin Akil diyor ki: Raks [dans] Kur'an-ı kerimin kesin beyanıyla men edilmiştir (İsra/37). Beden hareketleriyle bir takım oyunlar oynamak da salınarak kibirle yürümeye benzer, belki ondan daha kötüdür.

Tartuşi'den, sofilerin mezhebinden ve raksu vecdlerinden sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: "İbadet namında raks etmeyi, içinde öyle bir şey hissetmediği halde vecde gelmeyi ilk ihdas eden Samiri'nin arkadaşları olmuştur. Altından ma'mul buzağıyı tanrı edindikleri zaman bu yola sapmışlardır. Buzağıdan sığır sesine benzer bir ses çıktığında onlar onun etrafında toplanıp raksettiler ve yalandan vecde geldiler."

Demek ki raks kafirlerin adetidir, buzağıya tapanların işidir. Tatarhaniyye kitabında deniliyor ki: "Bir şeyler duyup da raksetmek caiz değildir." Zahire kitabında böyle yapmanın büyük günah olduğu kaydedilmiştir.

İmam-ı Bezzazi rahmetullahi aleyh Feteva'sında İmam-ı Kurtubi'nin şöyle dediğini naklediyor: Şarkı türkü söylemek, tanbur, ud ve benzeri çalgıları çalmak, raksetmek bi'l-icma' haramdır. Mezheb sahibi dört imama göre böyledir.

Sofi taifesinin seyyidi Ahmed Yesevi bunların haram olduğunu tasrih etmiştir. Ben Şeyhülislam Celalül-mille ved-din el-Geylani'nin Fetevasında şu cümleleri gördüm: (Bi'l-icma haram olduğunu bildiği halde raksı helal sayan kimse kafir olur.) (*)

Şeyh Zemahşeri Keşşaf Tefsirinin birkaç yerinde bu hususla ilgili birkaç cümle kullanmış ki, rakseden ve çalgı çalanlar üzerine büyük bir azabın çökeceğini ifade etmektedir. Nihaye kitabının sahibi ile İmam-ı Mahbubi'nin bundan daha şiddetli görüş ve hükümleri vardır.

Evet, insaf, diyanet ve içten bir istikameti olan kimse camilerde henüz sakalı bitmemiş gençlerle, havai kimselerle ve taharet, Kur'an-ı kerim, helal ve haramı hatta İslamiyeti bilmeyen cahil halk tabakasıyla nağmelerle dualar yapıp rakseden sofileri ve onların eşeğin anırmasına benzeyen nara ve tuhaf seslerini görüp duyduğunda (onları bundan vazgeçirmeye çalışmalı, gücü yetmediği takdirde kalben buğzedip oradan ayrılmalıdır). Çünkü ibadetü taat namına böyle pespayelik yapan sofi ve hempaları Allah'ın kelamını değiştirir, zikrullahı tağyir ederler. Bir takım belirsiz kelimelerle, dile alınmayacak hezeyanlarla hay, huy, hiy, hiya diyerek zikrederler. (İşte bunlar dinlerini oyun ve eğlence yapmışlardır) demekten başka ne düşünülebilir? Evet onların bu kadar aşırı hezeyanlarını gören insaflı kişi, fıkhi bilgisi ve onların halini geniş bir şekilde tahlil edecek ilmi olmasa bile böyle der ve (Allah'a sığınır).
...
Evet, ayakta, otururken ve uzanık halde, edeb dahilinde olursa, zikretmek caizdir. İçine teganni ve raks karışınca, zikir, zikir olmaktan çıkar, sevab yerine günah kazandırır.

Ama (La ilahe illallah) kelimesini söylerken onun nefy ve isbatını tahkik kasdıyle başı sağa sola hareket ettirmek -zannı galibe göre- caizdir.... Çünkü zikir bu takdirde abes ve oyun olmaktan çıkar da tevhide delalet eden bir fiil olur. Başın edeble, güzel niyetle sağa sola hareket ettirilmesi, bir kelimeyi tekrar etmek manasına gelir.


İmam-ı Birgivi, Tarikat-i Muhammediyye, Demir Kitabevi, İstanbul, 1996; s.469.

(*) Sima', bazı ulvi şartlarla haram değildir diyenler de olduğu için (İmam-ı Gazali gibi), bu hususta dikkatli, tedbirli olmak ve hemen hüküm vermemek lazımdır. Ortam ve şartlara çok dikkat etmek gerekiyor. Ama o ortam ve şartlar bu zamanda yok gibidir. Belli şartlarla (kadın-erkek karışık olmayarak, çalgı kullanmadan, oyun ve eğlence haline getirmeden) sima'nın caiz olduğunu anlatan birkaç yazıyı da buraya almak faydalı olacaktır:

SİMÂ', GINÂ VE ÇALGI

Abdullah-ı Dehlevî rahmetullahi aleyh sohbetlerinde diyor ki:

Âletsiz, çalgısız olan sese simâ’ denir. Âlet ile, çalgı ile birlikde olan insan sesine gınâ denir. Gınânın harâm olduğunu bütün âlimler sözbirliği ile bildirmişlerdir. İsrâ sûresinin altmışdördüncü âyetinde, gınâın harâm edildiği açıkdır. Çünki müfessirler, âyet-i kerîmedeki savtdan murâdın gınâ olduğunu yazmışlardır. Lokmân sûresi altıncı âyeti kerîmesi de gınânın harâm olduğunu bildirmekdedir. Gınânın harâm olduğunu gösteren hadîs-i şerîfler de çokdur. Hadîs-i şerîfde (İlk nevhâ ve tegannî eden şeytândır) ve (Suyun yeşertdiği gibi, gınâ da kalbde nifâkı büyütür) buyruldu. Âlimler simâ’ın harâm olmasında ihtilâf etdi. Gınânın harâm olduğunda ihtilâf yokdur. Kadın ve oğlan sesi gınâya dâhildir. Kadın ve oğlan sesi ve çalgı bulunmayan simâ’, gönül ehline zevk, şevk, vecd ve kendinden geçme, ızdırâb, envâr, esrâr ve terakkiler hâsıl eder. Bu ancak tasavvûf ehlinin bildirdikleri şartlarla câizdir. Bu şartlar bulunmazsa câiz olmaz.
***
Simâ’ ehli, Allahü teâlâya yönelen ve Ondan başka herşeyden yüz çevirenlerdir. İşitdiklerini Hakdan bilirler. Gayrilik nazarlarından kalkmışdır. [Herşeyi Allahü teâlâdan bilirler.]... Vecd ve tevâcüd arasında fark vardır. İhtiyârî olmayan raks etmeye vecd, ihtiyârî olana tevâcüd denir. Tevâcüd doğru niyyet ile olunca sôfiyye arasında câizdir. Nitekim, Nizâmüddîn-i Evliyânın “rahmetullahi aleyh” meclîsinde, simâ’ vardı. Fekat çalgı, kadın ve oğlan yokdu. Elleri birbirine vurmak da yokdu. Böyle simâ’ şerî’atde de câizdir. Böyle olduğu (Fevâid-ül Füâd) ve (Siyer-ül Evliyâ) ismli kitâblarda yazılıdır.
***
Sonra simâ’ ve raksla meşgûl olan ve tevhîd-i vücûdîyi kendilerine yol edinen zamanın sôfîlerinden söz açıldı. Hazret-i Îşân buyurdular ki: Lehv ve la’b [oyun ve eğlence], gına’ [tegannî, müzik] ve raksla meşgûl olan ve hayâlî bir tevhîdi kendilerine şi’âr edinmiş olan bu zamanın sôfîleri, kendilerini, önceki tevhîd-i vücûdî erbâbının büyükleri gibi bilirler. Çekinmeden onların sözlerini söylerler. Hâlbuki ilhâd ve zındıklığa yakalandıklarının farkında değildirler. Ben onların gidişâtından bîzârım. Onlar beni zâhir âlimlerinden sayarlar. Hâlbuki onlar, sôfîyyenin yolunun, sünneti seniyyeye “alâ sâhibissalâtü vettehıyye” tâbi’ olmak olduğunu anlamıyorlar.

Raûf Ahmed Müceddidî, Dürr-ül me’ârif.

Derleyen: Murat Yazıcı

Yazıların Kaynakları

Bu sayfadaki yazılar genel olarak şu iki kategoriden birine girmektedir:
1. Gazete, dergi veya kitaplardan alınmış kısımlar veya makaleler. Bunların yazarları ve hangi kaynaktan alındığı açıkca belirtilmiştir. İstifadeli olduğunu ve mühim bilgiler ihtiva ettiğini düşündüğüm yazıları -muhtevalarını değiştirmeden- buraya aldım. Bu tür yazılarda ifade edilen görüşler yazarlarına aittir.
2. Kendi araştırmalarıma dayanan, çeşitli kitaplardan ve makalelerden istifade edilerek derlenmiş yazılar. İstifade edilen kaynaklar listelendikten sonra genellikle "Hazırlayan: Murat Yazıcı" ifadesi yazının sonuna eklenmiştir.
Bu sayfadaki yazıların mühim bir kısmını çeşitli forumlarda yayınlamıştım. Bu tür yazılarımı düzeltmeler ve ilaveler yaparak burada toparladım. Gerektiğinde eski yazılara yeni belge ve bilgiler ekliyorum.
Not: Sayfanın sol üst köşesindeki rakam, 3 Ocak 2009'dan bu yana bu sayfanın kaç kere görüntülendiğini göstermektedir. Bu rakama blog yöneticisinin girişleri dahil değildir.

Yazıların Kullanım ve Dağıtımı Hakkında

Bu sayfadaki yazıları kopyalayabilir ve kullanabilirsiniz. Buradaki herhangi bir yazıyı başka bir sitede yayınlarsanız, bu sayfaya ( http://muratyazici.blogspot.com/ ) bağlantı vermenizi rica ederim. Zamanla ilave başlıklar eklemenin yanı sıra, mevcut başlıklara da yeni belgeler eklemeyi planlıyorum. Bu sayfaya bağlantı verildiği takdirde, her okuyucu ilgilendiği yazının en yeni haline ulaşma imkânına sahip olacaktır.