Ehl-i Sünnet Müdafaası

Ehl-i Sünnet Müdafaası

Bu sayfayı hazırlamaktaki maksadım "Ehl-i sünnetin müdafaası" için bir bilgi ve belge bankası meydana getirmektir. Faydalı olacağı ümidi ile başladım. Allahü teâlâ hâlis niyet, hayırlı netice ve muvaffakıyet nasib etsin. Bu sayfayı ziyaret eden kardeşlerimden hayır dualarını istirham ederim. (Daha fazla bilgi için sayfanın altına bakınız.)

25 Eylül 2007 Salı

Müzik Hakkında Alimlerin Yazıları

Risale-i Birgivi'de, "Kulakların Afeti" başlığı altında diyor ki:

"Kulaklarınıza şeşta [bir çeşit saz], zurna, davul, tambura, kopuz, çenk, kanun, ney gibi çalgı aletleri ve yalan, gıybet, fuhuş, teganni ile yapılan zikir ve yine teganni ile okunan Kur'an ve aşir dinletmekten sakının." [1]

İmam-ı Birgivi, bir başka eserinde şu bilgileri veriyor:

"Dil afetlerinin on yedincisi, gınadır (şarkı ve türküdür). Ebu Davud ve Beyheki'nin İbni Mesud'dan (radıyallahü anh) yaptığı rivayette, Peygamber aleyhisselam buyurdular ki: (Suyun baklayı yeşerttiği gibi, gına kalbde nifakı yeşertir.) İbni Ebi Dünya ve Taberani'nin Ebu Ümame'den (radıyallahü anh) yaptıkları rivayette, Peygamber aleyhisselam buyurdular ki: (Sesini şarkı ve türküyle yükselten bir kimsenin omuzları üzerine Allahü teâlâ iki şeytan gönderir, o şarkıdan kendini alıncaya kadar onlar tabanlariyle onun göğsüne vururlar.) Tatarhaniyye fetva kitabında deniliyor ki: (Teganni bütün dinlerde haramdır.) İmam-ı Muhammed (rahmetullahi aleyh) Ziyadat adlı kitabında (Dinimizde ve diğer dinlerde günah sayılan şeyler vasiyet olunursa) faslında bu konuyu izah ediyor ve şarkıcılarla çalgıcılara vasiyette bulunmanın da bu kabilden olduğunu kaydediyor. Zahirüddin'den [Hidaye kitabının sahibinden] şöyle dediği hikaye olunmuştur: (Zamanımızın şarkıcı ve türkücülerine "güzel okudun" diyen kimse kafir olur.) Çünkü halkı eğlendirmek için şarkı söylemek bilicma' haramdır. Bunda kat'ıyyet vardır. Çünkü haramın iyi ve güzel olduğunu söylemek, haramı helal kabul etmek demektir. Bunun gibi kesin olarak kabih [kötü, çirkin] olan bir şeyi beğenip alkışlamak da küfürdür. Ama Hidaye sahibi ile Zahire sahibi bunu kebire [büyük günah] olarak nitelemişler. Netice olarak, bayram ve düğünler haricinde halkı eğlendirmek için şarkı ve türkü söylemek haramdır. Zamanımızın sofilerinin camilerde ve ziyafetlerde şiir, zikir ve kasideler okuyup teganni etmeleri ve bir sürü hayasız, bid'atçi, tüysüz genç ve sapıklarla bağırıp çağırarak zikir yapmaları da haram olan teganniye dahildir. Ve belki sofilerin bu hali diğer tegannilerden daha şiddetlidir. Çünkü bunda bir de ibadet ediyorum itikadı vardır. Ama, yalnız başına oturup şarkı-türkü söylemek, düğün ve bayramlarda tegannide bulunmak ihtilaflı bir konu olmakla beraber, zamanımızda bundan da men'etmek en doğru yol olsa gerek. Teganniyi şiir, şarkı ve türküyle takyid etmemizden [ilişkilendirmemizden] maksad, Kur'an, zikir ve duanın teganni ile okunup yapılması görüş farkı olmaksızın haramdır. Güzel ses manasına olan teganni, [yani] lahn [nağme, şarkı-türkü makamları] olmadan [teganni] yapılması menduptur." [2]

Birgivi Vasiyetnamesi Şerhi'nde şöyle yazılı (*):

"İmam Kurtubi rahmetullahi aleyh buyurdu ki: Teganni etmek def ve dümbelek çalmak ve raks etmek icma ile haramdır. Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafii ve İmam Ahmed bin Hanbel mezheblerinde haram olduğunda ittifak vardır...Teganni ile diğer çalgılar, saz, ney, zurna ve kaval aynı şeydir." [3]

İmam-ı Rabbani diyor ki:

"Kıymetli ömrü, lüzûmsuz mubâhlara bile harcamamalıdır. Harâm ile geçirmemek, elbette lâzımdır. Tegannî ve şarkı ile meşgûl olmamalı, bunların nefse verecekleri lezzete aldanmamalıdır. Bunlar bal karışdırılmış, şekerle kaplanmış zehrdir." [4]

Fıkıh kitaplarının yazıları çalgı çalmanın ve dinlemenin genel olarak yasak olduğunu göstermektedir. Fetava-yı Hindiyye'de diyor ki: "Şayet bir kimse, evinde oyun ve çalgı aletlerinden bir şey bulundurursa; bu mekruh olur. Ve ne kadar onu kullanmasa bile, bu şahıs günahkar olur." İstisnalar da fıkıh kitaplarında bildirilmiştir. Mesela, savaşta İslam askerini cesaretlendirmek için davul çalmak caizdir. Fetava-i Hindiyye'de diyor ki: "Bir adam, diğerini davul çalmak için icarlarsa, eğer eğlence için olursa, bu caiz değildir. Şayet savaşa çıkmak için olursa, caizdir. Gayetü'l-Beyân'da da böyledir. Eğlence için olmayan davulu icarlamak ve icare müddetini söylemek caizdir." İbni Abidin'de de diyor ki: "Davul, zurna ve emsali çalgıları çalması için adam kiralamak sahih değildir. Ama yalnız savaşa giden askerler veya düğün için davul çalınmasında beis yoktur. Ecnâs'ta bunun izahı yapılmıştır. Düğün gecesi nikâhın ilanı için def çalmakta da bir beis yoktur. Velvaliciye'de şöyle denilir: «Ordunun veya kafilenin uğurlanması yahut karşılanması sırasında def çalınması caizdir.»" Yine İbni Abidin'de buyruluyor ki: "Ramazanda sahur için uyuyanları uyandırmak için davul çalmak da hamamın borusunun çalınması gibi mubahtır." Muhammed Hadimi hazretleri Berika'da buyuruyor ki: "Çalgı aletlerini çalmak elin afetlerindendir. Zilsiz def, düğün gecesi bundan müstesnadır. Gazilerin davulları da bundan müstesnadır. Hacıların ve kervanların davulları da bundan müstesnadır." Yine Fetava-i Hindiyye'de diyor ki: "İmâm Ebû Yüsuf: (Bir kadının, çocuğunun susması için tef çalmasının zararı yoktur; bu durumda mekruh değildir. Ancak, ondan bir oyun, günâh, şarkı türkü meydana gelirse işte onu kerih görürüm.) buyurmuştur. Bayram günü tef çalmakta bir beis yoktur."

Düğünde, bayramda, savaşta izin verilen çalgıları ve tegannileri öne sürerek, başka zamanlarda da müzik dinlemenin caiz olduğunu söylemek doğru olmaz. Bilhassa ibadetlere müzik karıştırmak asla caiz değildir. Fetava-yı Hindiyye'de diyor ki:

"Bîr kimse, Kur'an-ı Kerîmi, def çalarak, kaval çalarak okuduğu zaman, muhakkak, kâfir olur."[5]

Gümüşhanevi hazretleri de diyor ki:

"Kur'an-ı kerimi musiki aletleri ile beraber okumak küfürdür." [6]

Berika'da diyor ki:

"Def gibi bir şeyle [çalgı ile] Kur'an okuyan kâfir olur." [7]

İmam-ı Şarani diyor ki:

"Hakim-i Tirmizi'nin Nevadiru'l Usul adındaki kitapta rivayet ettiği hadis-i şerifte Resul-i Ekrem efendimiz, (Her kim şarkı sesine kulak verirse, onun ruhanileri dinlemesine izin verilmez) buyurdu. Oradakilerden biri tarafından, (Ya Resulallah, ruhaniler kimlerdir?) diye soruldu. Resulullah da, (Cennet ehlinin okuyucularıdır) buyurdu." [8]

İmam-ı Abdülkadir-i Geylani hazretleri diyor ki:

"Ebu Hüreyre radıyallahü anh anlatır: Resulullahın sallallahü aleyhi ve sellem huzuruna bir kimse gelip, ya Resulallah ses çok hoşuma gidiyor. Ondan çok haz alıyorum. Cennette güzel ses var mıdır? sordu. Cevabında: (Allahü Teâlâya yemin ederim ki, Cennette bir ağaca, dünyada bana ibadet eden, beni zikredip, çalgı ve oyun aletlerinin sesine kulak vermeyen kullarıma işittirmek için, nağmeye başla diye vahy ve işaret olunur. Bu anda o ağaç, insanların bir benzerini duymadığı güzel bir ses ile, Cenab-ı Hakkı tesbih ve takdis eder. Onlara duyurup, sürur ve neşeye müstağrak eder) buyurdu." [9]

"Ancak davete icabet lazımdır dediğimiz davet yeri, günah işlenmekten uzak olan yerdir. Orada davul, zurna, ney, keman, saz ve tanbur gibi çalgılar, genç kadınlar, şarkıcılar, okuyucular gibi günah ve yasak olan şeyler varsa, davet olunan kimse böyle yerde oturmamalıdır. Zira bunların hepsi haramdır. Düğünde def için cevaz vardır. Düdük ve raks ile söylenen sözü dinlemek mekruhtur. Bazı müfessirler (lehvel hadis) ayet-i kerimesini teganni ve şiir diye tefsir eylemişlerdir. Bazı hadis-i şeriflerde bildirildi ki, Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem: (Teganni, yani okuyucunun nağme ile terennüm ettiği şeyler, suyun bakla, hububat, ve sebzeleri büyüttüğü gibi kalbde nifak büyütür) buyurmuştur." [10]

"Çalgı hariç, nağmeyle okunan şiirler iki kısımdır: Biri mübah, diğeri haramdır. Mübah olan dini ve aklı zayıflatmayan, haram olan ise bunun aksidir. Oyun ve eğlencede kullanılan böyle olsa da, olmasa da yasak ve haramdır. Kötü ve saçma sapan sözlerden ibaret olan şiirler, şarkılar iki yönden yasak ve haram olur. Kur’an-ı kerimi çalgıcıların tegannisine benzer şekilde okumak çok kötü ve yasaktır. Zira böyle okumakta, ekseriya tecvid ve usüle uymaz." [11]

"Biz sema, nağme ve raksı caiz görmüyoruz." [12]

Mecelle'de diyor ki:

"Raks ile, söz ile [şarkı, çalgı ile] başkalarını eğlendiren, şahid olamaz." (1705. madde)


(*) Ahmed Kadızade rahmetullahi teâlâ aleyh (vefatı m.1783), meşhur Osmanlı alimlerindendir. Birgivi Vasiyetnamesi Şerhi'nde çalgı ve musiki hakkında geniş bilgi veriyor (Bedir Yayınevi, 1988; s.182 ve s.223-225). İmam-ı Birgivi rahmetullahi teâlâ aleyh Anadolu'da yetişip şöhreti bütün İslam dünyasına yayılmış alimlerden biridir (m.1522-1573). Birgivi Vasiyetnamesi (Risale-i Birgivi) en meşhur eseridir. Bedir Yayınevi'nin tekrar yayınladığı kitabın arka kapağında şöyle yazıyor: "Mübalağasız diyebiliriz ki, bu küçük kitap saraydaki padişahtan köydeki çobana kadar asırlar boyunca türkçe konuşan müslümanların temel islami kitabı, el altında bulundurulan bir ilmihal ve irşad risalesi olmuştur." Birgivi Vasiyetnamesi Şerhi'nde daha geniş bilgi var. Arzu edenler, Bedir Yayınevi'nden temin edebilirler. Ehl-i sünnet itikadını öğrenmek için çok faydalı, muteber bir eserdir.

[1] İmam-ı Birgivi, Risale-i Birgivi (Birgivi Vasiyetnamesi), Bedir Yayınevi, İstanbul, 1992; s.42.
[2] İmam-ı Birgivi, Tarikat-i Muhammediyye, Demir Kitabevi, İstanbul, 1996; s.336-338.
[3] Ahmed Kadızade, Birgivi Vasiyetnamesi Şerhi, Bedir Yayınevi, 1988; s.182 ve s.223-225.
[4] İmam-ı Rabbani, Mektubat, c.3, m.34.
[5] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 4/326-328.
[6] A. Z. Gümüşhanevi, Ehl-i Sünnet İtikadı, Bedir Yay., s.132.
[7] M. Hadimi, Berika, Kahraman Yayınları, c.2, s.447.
[8] İmam-ı Şarani, Muhtasaru Tezkireti-l Kurtubi, Bedir Yayınevi, 1980, s. 355.
[9] Seyyid Abdülkadir-i Geylani, Gunye'tüt Talibin, Berekat Yayınevi, İstanbul, 1986, s.228; Ramuz el-Ehadis, Gonca Yay., c.1, s. 171, hadis no: 5.
[10] Gunye'tüt Talibin, s. 31.
[11] Gunye'tüt Talibin, s. 54-55.
[12] Gunye'tüt Talibin, s. 453.

Derleyen: Murat Yazıcı

22 Eylül 2007 Cumartesi

Din ve müzik

Son yıllarda bazı kesimler ısrarlı ve kasıdlı bir şekilde çalgı aletlerini dine sokma gayreti içine girdiler. İmam-ı Rabbanî rahmetullahi teâlâ aleyh diyor ki:

Mûsikînin harâm olduğunu bildiren, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ve fıkh âlimlerinin yazıları o kadar çokdur ki, saymak güçdür. Tegannînin câiz olduğunu gösteren, mensûh bir hadîs veyâ bir fetvâ görülürse, ehemmiyyet vermemelidir. Çünki hiçbir âlim, hiçbir zamanda, tegannînin mubâh olduğuna fetvâ vermemiş, raks [dans] etmeğe izn verilmemişdir. İmâm-ı Zıyâeddîn-i Şâmî "rahmetullahi aleyh", (Mültekıt) adındaki kitâbında böyle bildirmekdedir. Tesavvufcuların birşeyi yapıp yapmaması, halâl veyâ harâm olmasını göstermez. Onlara bakılmaz. Yapdıklarına da birşey demeyiz. Ma'zûr görürüz. Onların hâlini, Allahü teâlâ bilir ve bildiği gibi karşılar. Birşeyin halâl veyâ harâm olduğunu anlamak için, imâm-ı a'zam Ebû Hanîfenin, imâm-ı Ebû Yûsüf Ensârînin ve imâm-ı Muhammed Şeybânînin sözlerine bakılır. ... İslâmiyyetden ve tarîkatden haberi olmıyan, ham sofular, pîrimiz böyle yapdı diye, behâne ederek, hayhuy etmeği, tegannî ve dans etmeği, din ve ibâdet hâline sokmuşlar. Bunlarla sevâb kazanıyoruz sanmışlar. En'âm sûresinin yetmişinci ve A'râf sûresinin ellinci âyetinde meâlen, (Ey sevgili Peygamberim "sallallahü aleyhi ve sellem"! Dinlerini, ibâdetlerini, [şarkı ile, mûsikî ile] oyun ve eğlence hâline sokanlardan uzak ol! Onlar Cehenneme gideceklerdir) buyurulmuşdur. (Mektubat, c.1, m. 266)

Abdullah-ı Dehlevî rahmetullahi aleyh (vefatı m. 1824) Hindistan'daki büyük alimlerdendir. Çeşitli kimselere yazdığı mektupları talebesi Rauf Ahmed tarafından toplanarak Mekatib-i Şerife adı verilmiş. 85. Mektubun tercümesinden bir parçası aşağıdadır (Farsçadan tercüme: Faruk Meyan):

“Sima’ [sema], bir kişinin veya birkaç kişinin okudukları dini, imanı kuvvetlendiren ve ahlakı güzelleştiren şiirleri, kasideleri, ilahileri ve mevlidleri dinlemek demektir. Tasavvuf büyükleri, çalgısız olan ve kadın erkek karışık olmıyarak okunanları sima’ etmişler, dinlemişlerdir. Sultan-ı meşayıhın [Nizamüddin-i Dehlevi’nin] sohbetinde, meclisinde hiçbir çalgı, hiçbir zaman görülmedi. O meclisde bulunanlar gizlice ağlar, ciğerleri yanardı. Fevaid-ül-Füad ve Siyer-ül-Evliya kitapları bunu uzun anlatmakdadır. O büyükler, kalbde hasıl olan kabzı [sıkıntıyı], bast [rahatlık] haline çevirmek için veya inbisatı yani bast, rahatlık, ferahlık halini artdırmak için Sima’a izin vermişlerdir. Sima’, kalbdeki Allah sevgisini ve rikkati artdırır buyurmuşlardır. Gafillerin yani kalblerinde Allah sevgisi bulunmayanların Sima’ları caiz değildir. Böyle Sima’ meclisleri, toplantıları fısk [günah] meclisi olur. Mürid böyle sima’lardan sakınır. Tasavvufçulardan, ney gibi çalgılara caiz diyenler oldu ise de, bunu aşk ve muhabbet sarhoşluğu halinde söylemişlerdir. Şeri’atin yasak etdiği böyle sözlere uyulmaz. Zikr-i cehri, yüksek sesle zikr etmek, kalb hastalığının ilacıdır dediler. Fakat zikr-i hafi, sessiz zikr etmek, daha faidelidir. Sessiz yapılan zikrin daha efdal olduğu hadis-i şerifde bildirildi. Kalbdeki ateşi artdırmak ve gevşekliği gidermek için sesle zikir caiz olabilir. Zikir çok yapılınca ve riyazetler çekilince, kalbde Allah sevgisi çoğalır...”

Mektubun sonuna doğru diyor ki:

"Şarkı, çalgı ve tanbur dinlemek ve raks [dans] seyretmek Müslümanlığa yakışmaz."

Önemine binaen, bu konuyla ilgili istifadeli yazıları bu sitede toplamaya karar verdim. İlk olarak Mehmed Oruç Bey'in üç makalesini naklediyorum.

Hip hop’çuların “İslami Müzik” saçmalığı!

Olup bitenleri, din adına yapılan rezaletlikleri gördükçe, ahir zamanda olduğunu daha iyi anlıyor insan. Hemen Ehli Sünnet Kasidesi’ndeki şu dörtlük akla geliyor:

“Bugünkü şaşkın halleri eylemişti, Resul beyan
Demişti: Bir gün gelecek; garib olur bana uyan
Her evde çalgı çalınır; işitilmez olur ezan
Alim bulunmaz bir yerde cahillere kalır meydan...”

Bu girizgahtan sonra, gündem yoğunluğu ile bahsedemediğim geçen ramazan ayında görülen renkli görüntülere yer vermek istiyorum bugün. En renkli yerlerden biri de dini kitap fuarları. Buralara giden kendini, halk türküleri konserinde veya saz evinde zannediyor. Her türlü çalgı aleti eşliğinde söylenen ilahiler, dinleyenlerin nefsini okşayan yine çalgılı, defli ve dümbelekli kadın sesli ilahiler... Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum; son yıllarda hızlı ve sinsi bir şekilde dinin içine müzik sokulmaya çalışılıyor. Çünkü dini bozmanın en kolay yollarından biri budur. Hristiyanlığı aslından uzaklaştıran önemli unsurlardan biri de Kiliselere müziğin sokulmasıdır. İslamiyeti de Hristiyanlığın durumuna düşürmek için müziğe ağırlık verilmektedir. Tabii ki böyle bir proje iç dinamiklerle yapılamaz. Etkili dış destek de lazım. Aşağıdaki gazete haberlerine bakılınca bu desteğin planlı bir şekilde sinsice fazlasıyla verildiği görülüyor:

“Yedikule Zindanları, iftardan sonra zindan duvarlarını sarsacak kadar tempolu bir konsere tanıklık etti. Mustafa Özcan’ın Kur’an tilavetinden sonra Avusturya’dan gelen ve daha çok Türk Tasavvuf Musikisi icrasıyla tanınan Abdurrahman Toprak, soğuktan titreyen kalabalığı kendine eşlik ettirmeye çalışarak ilahi söyledi. Ardından bir zamanların ‘Yeşil Pop’çuları sahneye çıktı. Daha sonra heyecanla Yusuf İslam’ın geldiği müjdelendi. Hip Hop şarkılarıyla İslam çağrısı yapan, ramazan münasebetiyle özel olarak getirtilen Amerikalı müzik grubu Native Deen (Yerli Din) de sahnede yerini aldı. Her biri en fazla 20 yaşında üç tane çikolata renkli Afro-Amerikan, başlarındaki beyaz takkeler ile koşarak sahneye fırladı. Grubun üyeleri Joshua Salem, Naim Muhammed ve Abdülmelik Ahmed sahnede izleyici ile kurdukları diyalog açısından Yedikule Zindanlarındaki kalabalığı adeta kendinden geçirdi. En fazla ortaokul öğrencisi oldukları her hallerinden belli çocuklar, başlarına beyaz namaz takkelerini geçirmiş sahnenin hemen önünde ‘hip hop’ figürleriyle dans ettiler. Gece, Native Deen’in genç üyeleri ile öncüleri olan Yusuf İslam’ın birlikte söylediği sazlı sözlü ‘Taleal Bedru’ ile noktalandı...”

Yedikule’de verdikleri konser büyük rağbet gören Amerikalı Native Deen grubu Eyüp Sultan’ı ziyaret edip, biri imam olup camide cemaatle namaz kılmayı da ihmal etmiyorlar. Gazetelerde bu fotoğraflar da yayınlanıyor. Verilen mesaj açık; namazımızı da kılıyoruz. Müziğin namaza, Müslümanlığa manisi yok. Ramazan aylarında yoğunlaştırılan bu faaliyetler projenin birinci aşamasıdır: Bu aşamada, dinimizce haram olan müziği meşru hale getirmek. (İbadetlerin içine sokulursa, mesela müzikli Kur’an-ı kerim okumak, mevlid, ilahi söylemek küfür olur.) Daha sonra da, müziği Hristiyanlıkta olduğu gibi ibadetin bir parçası haline sokmak. Birinci aşamada hayli yol alındı. Müziğin girmediği Müslüman evi neredeyse kalmadı.

Şap ile şeker karıştı

Geçen ramazanda pek çok otelin kapısında, “Canlı müzik eşliğinde iftar” afişlerini gördük. İşte Istanbul’da beş yıldızlı bir otelin ilanı: “Zengin bir mönünün sonunda Çeşmi bülbül Fasıl Grubu eşliğinde her akşam iftar...” Dört kız, ellerinde tambur, bendir, kanun ve ut eşliğinde, “Ben yanarım yane yane”,”Sordum sarı çiçeğe...” ilahilerini seslendiriyorlar iftarda. Ardından saz eserleri... Akşama kadar Allah için oruç tutan, akşam genç kızların seslendirdiği Klasik Türk Müziği eşliğinde iftar ediyor. Açıkça, ibadete haram karıştırıyor. Eğer bu yaptığını helal kabul ediyorsa bu haram küfre dönüşür. Artık şap ile şeker karıştı. Eskiden saflar ayrı ve netti. Kim ne yaptığını biliyordu. Her şeyin cılkı çıkmamıştı, curcunaya dönmemişti. İçki içecek olan meyhaneye, eğlenecek olan eğlence yerine, ibadet edecek olan da, camiye giderdi. Haram işleyen de günahını bildiği için üzülürdü. Üzüldüğü, yaptığını meşru görmediği için de küfre düşmezdi. Şimdi her şey birbirine karışmış durumda. İbadet mi yapıyor, eğleniyor mu belli değil. Bütün bunlar müziği ve haramları meşrulaştırmanın, haramı helali birbirine karıştırmanın yani “Dini sulandırma” projesinin bir parçasıdır. Görünüşe bakıldığında bu davranışlar halkın cahilliğine veriliyorsa da, bu o kadar basit bir hadise değildir. Müslümanlar bu hale planlı bir şekilde, belli bir proje doğrultusunda getiriliyor. Bu projenin içeride ve dışarıda bayraktarlığını yapan pek çok kimse var. Rock Müziğin başını çeken Cat Stevens diğer ismi ile Yusuf İslam’ın takip ettiği çizgi hayli enteresan. Önce İslam âlimlerinin kitaplarından ve çevresindeki Müslüman kimselerden müziğin haram olduğunu öğrenip Müslüman olmasıyla beraber müziği de bırakıyor. Daha sonra birden fikir değiştiriyor. Bu değişikliği de kendince şöyle yorumluyor: “Başlangıçta müzik konusunda şüphelerim oluşmuştu. Daha sonra Kur’ana ve hadislere baktım, müzik ile ilgili bir şey göremedim. İyi, faydalı şeyleri İslamiyet emrediyor. Müzik iyi ve faydalı olduğuna göre, haram olamaz diye yorumladım. Yeniden çalışmaya başladım...” Binlerce İslam alimi, Kur’an-ı kerime ve hadis-i şeriflere dayanarak Müziğin haram olduğunu söylüyorlar; bu ise, göremedim, diyor. Kendisine, “Yedikule’de hip-hop grubu Native Deen ile birlikte sahneye çıktınız. Bu hip-hop tarzını nasıl buluyorsunuz?” diye soruyorlar, o da, “ Native Deen, gençleri İslam’a ve Allah’a çağırıyor. Albümleri insanlık adına son derece olumlu mesajlar içeriyor. Bence gayet de başarılı bir hip-hop örneği ortaya çıkarıyorlar” diyor. Yani dinimizin haram kıldığı müzik vasıtasıyla gençler İslama çağrılıyor. Böyle çağrılarla gelenlerin İslami anlayışını, yaşayışını artık siz düşünün. Yapılan bu kadar İslam dışı davranışlardan sonra insan ister istemez şüpheye düşüyor. Acabalar akla geliyor. Bu tip insanlar, bu tip gruplar acaba belli maksatlar için mi Müslümanların arasına sokuluyor?! Dinimiz zahire göre hüküm verir. Müslüman oldum diyeni Müslüman kabul ederiz. Fakat bu, ihtiyadı elden bırakmaya da mani değildir. İstanbul’a geldiğinde görüştüğümüz Beyzadelerden yaşı doksanın üzerinde olan Fethi Sami Baltalimanı amca var. Bir konuşmamızda şunu söylemişti: “Evladım, ben altmış yıldır İngiltere’deyim. Siz benim kadar İngilizleri tanımazsınız. Bir İngiliz, ‘ben Müslüman oldum’ dese, dinimiz zahire göre hareket etmemizi emrettiği için onu Müslüman kabul ederim. Fakat onun samimiyetinden şüphe duyarım!..”

Şimdi de Malezyalı İmad sahnede

İngiliz Cat Stevens(Yusuf İslam), İngiltere’de müzik eğitimini tamamlayan Yusuf İslam’ın yetiştirmesi Azeri Sami Yusuf ve Amerikalı Native Deen gibi şarkıcılardan sonra şimdi de İngiliz kültürünün hakim olduğu Malezya’da ortaya çıkan şarkıcı İmad üzerinden, “İslami Müzik” adı altında İslam âlemine dolayısıyla İslamiyete müzik sokulmaya çalışılıyor. Son çalışmasının tanıtımı için İstanbul’a gelen ve basında geniş yer verilen İmad’ın ramazan ayında İngilizce, Arapça, Fransızca ve Türkçe “müzikli ilahi” albümleri çıkmış. Sanatçı bir aileden geldiğini söyleyen İmad, 14 yaşında medrese eğitimi aldığını, okulda hocalarının sesinin güzel olduğunu fark ederek kendini müziğe yönlendirdiklerini ifade ediyor. Burada çaktırmadan ince bir mesaj veriliyor. Nedir bu? Medrese, dini eğitim verilen bir yer. Dolayısıyla müziğin dini açıdan bir sakıncası olmadığını, hatta medrese tarafından yönlendirildiğini vurgulamış oluyor. “İslami Müzik” dedikleri nedir, diğer müziklerden farkı nedir? Aslında fark yok aralarında. Fark denebilecek tek şey bestelerde, “Allah” “Peygamber” gibi kelimelerin ve isimlerin geçmesi. Bir şeyin “İslami” olabilmesi için, dinî kaynaklarda geçmesi, emredilmesi gerekir. Dinimizin asli kaynakları olan Kur’an-ı kerimde ve Hadis-i şeriflerde müziğin yeri yoktur. Aksine İslam âlimleri, Kur’an-ı kerime ve hadis-i şeriflere dayalı olarak söz birliği ile müziğin İslamda yeri olmadığını, haram olduğunu bildirmişlerdir. Bunun için müzik kelimesinin “Tasavvuf” veya “İslam” kelimesi ile yan yana gelmesi mümkün değildir. “İslami Müzik” saçmalığını savunmak, zemzemin içine şarap katmak gibi çirkindir. Bu, zemzeme yapılacak en büyük hakarettir. Birileri, vazifeleri gereği kasıtlı olarak bunu yapabilir fakat Müslümanların buna alet olması affedilebilir hata değildir. Bazıları, Peygamber Efendimizin Medine’ye teşriflerinde, kadınların tef eşliğinde karşılamalarını, “Talea’l-Bedru”yu söylemelerini ve Hz. Aişe’ye kadınların tef çalıp oynamalarını dinletmesini delil göstermeye çalışıyorlar. Büyük İslam alimi İbn-i Hacer hazretleri bunların Benî Neccâr cariyeleri, köleleri olduğunu zaten kendilerinin”Bizler Benî Neccar’ın cariyeleriyiz, Muhammed ne güzel komşudur!” dediklerini bildirmiştir. Hz. Aişe’nin, Peygamberimizin yanında kasidelerini dinlediği kadınlar da birer cariyedir, hür kadın değildir. Görüldüğü gibi tef çalıp kaside okuyan kimseler küçük çocuklarla cariyelerdir. Bunun böyle olduğunu İmam-ı Buharî de bildirmiştir. Çalgı aleti eşliğinde söylenen, ilahinin, şarkının, kasidenin dinimizde haram olduğunda söz birliği vardır. Hatta ilahinin müzik aleti ile söylenmesi ile ibadete müzik sokulduğu için haramdan öte küfür olduğu bildirilmiştir. Hadis-i şeriflerde, “İlk tegannî eden şeytândır” “Müzik, kalbde nifâk hâsıl eder”, “Allahü teâlâ, beni âlemlere rahmet olarak ve çalgıları, cahiliye âdetleri ve putları yok etmek için gönderdi” buyurulmuştur. Harama helal diyen ve haramı ibâdete karıştıran kâfir olur. Resulullah efendimizin geldiği bir evde, küçük kızlar tef çalıp şarkı söylüyorlardı. Şarkıyı bırakıp, Resulullahı övmeye başladılar. “Benden bahsetmeyin! Beni övmek (mevlid, ilahi) ibâdettir. Eğlence, oyun arasında ibâdet caiz değildir” buyurdu (Kimya-i saadet). Tef, çalgı çalarak veya oyun arasında Kur’an okuyan, ibadet eden kâfir olur, dinden çıkar. (Tergib-üs-salât)

Mehmed Oruç

Derleyen: Murat Yazıcı

12 Ağustos 2007 Pazar

Musa Carullah Bigiyef Hakkında İktibaslar

“Petersburg camii imamı Musa Carullah geldi...Kendisine riayet ettim. Bu adam alimdir. Türkçü ve Müslümancı. Rusları sevmiyor...Kaçıp Türkiye'ye gelmek, orada hizmet etmek istiyor... Ankara'da basılmak üzere bana üç dört sayfalık bir eserini verdi...Vaadimi yaptım. Hakikaten Ankara'da bu hususta çok uğraştım. Adliye vekili Abdullah Azmi idi. Laf-ü güzaf şeyler söylüyor, beni avutuyordu. Bir gün asıldım. Ne dese beğenirsiniz? (Musa Carullah ictihad kapısını açık tutan biridir. O kafirdir. Böylelerini burada hizmete alamayız.) ...Musa Carullah galiba biraz tuhaf bir adam; asabi, hisse tâbi', ve hiddetle ileriyi göremeyen biri olsa gerek. Bana darılmış...."

Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, c. III, s.923 (Altındağ Yayınevi).

19. yüzyılda Abdurrahim b. Osman Otuz İmenî, Abdunnasîr b. İbrahim el-Kursavî... gibi isimlerle temeli atılan İdil-Ural yenilikçi hareketi, daha sonraki kuşaktan Şihabuddin Mercânî, Şemseddin Muhammed Kültesî, Alimcan Bârûdî, Muhammed Necib Tünterî, Ziyauddîn Kemâlî, Musa Carullah, Rızaeddin b. Fahreddin ve Abdullah Bûbî ile zirvesine ulaşıyor. Modern dönem yenilikçilik hareketlerinin karakteristik vasfı olan "Batı eksenli muhasebe" tavrı, bu bölgede de Din anlayışının yenilenmesi, İslamî ilimlerin yeni metodolojilerle yeniden tesisi, sosyal ve siyasal planda uyanış... gibi söylemlerle kendini gösteren "ceditçilik" hareketinin temel hareket noktası.

E. Sifil, Milli Gazete - 13 Eylül 2003

Hasılı kelam, hayatı çalkantılarla ve zorluklarla geçmiş olan Musa Carullah Bigiyef, "yenilik" taraftarlarının ortak kaderini paylaşmış, eklektisizmden paçasını kurtaramamış, böyle olduğu için de dengeyi bir türlü tutturamamış bir şahsiyet olarak tebarüz etmektedir.

E. Sifil, Milli Gazete - 8 Mayıs 2004

Sadece cehennemin fena bulacağı görüşü ise ilk olarak Mu'tezile'nin ileri gelenlerinden Ebu'l-Hüzeyl el-Allâf tarafından ortaya atılmış ve İbn Teymiyye, İbnu'l-Kayyım, daha sonraları –İbnu'l-Vezîr diye bilinen– Muhammed b. İbrahim es-San'ânî, Musa Carullah Bigiyef ve İsmail Hakkı İzmirli tarafından savunulmuştur.

E. Sifil, Milli Gazete - 24 Temmuz 2004

Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi merhumun, Cehennem azabının kâfir ve müşrikler için ebedi değil geçici olduğunu savunan Kazan'lı Musa Carullah Bigiyef'e[1] reddiyesinden[2] sonra bu batıl davanın Kur'an ile temellendirilmesinin mümkün olmadığı, en küçük bir şüpheye mahal bırakmayacak tarzda tescillenmişti.[3]

[1] Rahmet-i İlahiye Bürhanları, Orenburg-1911.Ayrıca bu eser, aynı müellifin İnsanların Akide-i İlahiyelerine Bir Nazar'ı ve İdil-Ural müftüsü Rızaeddin b. Fahreddin'in Carullah'ı desteklemek amacıyla kaleme aldığı Rahmet-i İlahiye Meselesi adlı risale ile birlikte Hikmet Akpur tarafından sadeleştirilerek Çıkış Yolu -Evrensel Kurtuluş- adıyla basılmıştır. (İstanbul-1991)[2] Yeni İslam Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyesi, İstanbul-1337.Bu eser de, biri latinize edilmiş (Bedir Yayınevi, İstanbul-1998), diğeri Carullah'ın mezkûr iki risalesi ile birlikte Ömer H. Özalp tarafından sadeleştirilmiş olarak (Pınar yayınları, İstanbul-1996) neşredilmiştir.[3] Takiyyüddîn Ali b. Abdilkâfî es-Sübkî'nin el-İ'tibâr bi Bekâi'l-Cenneti ve'n-Nâr'ı ile "el-Emîr" diye bilinen Muhammed b. İsmail es-San'ânî'nin Ref'u'l-Estâr li İbtâli Edilleti'l-Kâilîne bi Fenâi'n-Nâr'ı bu meselede İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'a reddiye olarak kaleme alınmış iki meşhur çalışmadır.

E. Sifil, İnkişaf Dergisi, No: 7

İslamoğlu, “Hayat Kitabı Kur’an-Gerekçeli Meal-Tefsir” namındaki kitabının birinci cildinin 575. sayfasına denk gelen Kehf Sûresinin 94. âyet-i kerîmesinin notunda şu ifadelere yer vermiştir:

“Ye’cûc ve Me’cûc’e helâki hak eden tüm toplumlardan söz edilen bir pasajda daha değinilir (21:95-96). İkisi birlikte düşünüldüğünde, Ye’cuc ve Me’cuc’un belli bir zaman ve mekana has mahdut ve belirli bir topluluk olmadığı, her zaman ve mekânda ortaya çıkan yıkıcı ve tahripkar güçleri temsil ettiği anlaşılır. Ye’cûc ve me’cûc isimlerinin manaları ve ayrıntılı bir tahlil için 21:96’nın notuna bkz.”

Kendisinin bu konudaki görüşlerini imla hatalarına ve yazım çelişkilerine dahi riayet ederek hiçbir noktasını bile değiştirmeden naklettikten sonra, şimdi de havale ettiği notu yani Enbiyâ Sûresinin 96. âyet-i kerîmesinin dipnotunun bir bölümünü zikredelim:

“Musa Carullah’ın dediği gibi Ye’cûc-Me’cûc yeryüzünün her tarafında, her millette, her çağda bulunabilir. Kur’an’da, bunların cinsiyetleri, zaman ve mekânı sınırlanmamıştır. Günümüz itibarıyla askeri ve ekonomik gücüyle bütün yeryüzünü işgal etmiş olan egemen küresel güçler en dehşetli anlamıyla Ye’cûc ve Me’cûc’turlar.”

Evvelâ İslâmoğlu’nun, görüşünü benimseyerek kendisinden nakil yaptığı bu kişiyi tanıyalım:

Mûsâ Cârullah, (1875-1949) yılları arasında yaşamış, bir çok yanlış fikirleri olan bir şahıstır. Onun, insanı dinden çıkaracak tek fikri bu değildir. Nitekim kendisi dinler tarihi araştırmalarının önemine temas sadedinde, dinlerden söz ederken birine hak, diğerine bâtıl demekten sakınmanın ve her dine saygı göstermenin gereğine inanmıştır. “Rahmet-i İlâhiyye Burhanları” adlı eserinde, âhirette daimi azabın İlâhî rahmete uygun olmayacağını ve İlâhî rahmetin herkesi kapsadığını söyler. (Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, 31/215)

Onun bu görüşlerinden anlaşıldığına göre; İslâm için hak, Yahudilik ve Hristiyanlık gibi bâtıl dinler için bâtıl demekten sakınılması gerekiyormuş. Allâh-u Te‘âlâ nezdinde hak olan tek dînin İslâm olduğu Kur’ân-ı Kerîm’in sarih ifadesiyken, bize Allâh’ın hak dediği şeye hak demekten sakınmamız gerektiğini öğütleyen ve Kur’ân-ı Kerîm’in bir çok yerinde kâfirlerin azabından bahsedilirken sadece “Sonsuz azapta kalacakları” mânâsını ifade eden “Hâlidîne” tabiriyle yetinilmeyip, tekid için peşisıra “Ebedâ” lafzı zikredildiği halde, Allâh-u Te‘âlâ’nın kendisine yakıştırdığı gazap ve azap sıfatlarını Allâh’a yakıştıramayarak sonsuz azabı inkâr etmek suretiyle, kâfir olan bir adamın görüşünü bir Kur’ân meâlinde nakletmek bile büyük bir cinayetken, üstelik bu kişinin bir çok âyetin müfâdını inkâra götüren bir dalâlet ifadesini, muhakemeye bile tâbî tutmaksızın kabule şâyân tek bir görüşmüş gibi hikâye etmek, elbette ki İslâm toplumuna yapılacak en büyük hainlik olmuştur.

Ahmed Mahmud Ünlü – Arifan Dergisi Şubat 2009 Sayısı.

Derleyen: Murat Yazıcı

3 Ağustos 2007 Cuma

Yusuf el-Karadâvî Mezhebsiz mi?

Yusuf el-Karadâvî: Nisbesi genellikle yanlış (Kardâvî tarzında) zikredilir. Doğrusu –Mısır'daki Karada kasabasına nisbetle– Karadâvî'dir. Eserlerinde herhangi bir mezhebi iltizam etmeme tavrıyla ön plandadır. 

Kaynak: Ebubekir Sifil, Milli Gazete, 19 Haziran 2004 

Fakat beni rahatsız eden bir şey var Yusuf el- Karadavi’nin söylemleri içerisinde. Bu müslümanlar arası, müslümanlar içi bir meseledir. İslam’ı günümüz insanına anlatırken, yaşamaya çalışırken, tarih içerisinde oluşmuş ve bugüne kadar varlığını taşımış, devam ettirmiş İslam mezhepleriyle Yusuf el-Kardavi’nin bir derdi var. Bunu burada mutlaka dile getirmem lazım. Bu konuda gazetede de yazdım. Bu konuda tavrı mı var? Evet, yani herhangi bir mezheple bağımlı kalmak, herhangi bir mezhebin mukallidi olmak ki o buna, mezhep taassubu diyor, çağdaş bir müslüman için Yusuf el-Karadavi’nin onaylamadığı bir şey. Bir de şunu söylüyor: “Global bir köy haline gelen, çok küçülmüş olan bir dünyada artık mezheplerle bir yere varamayız. Mezhep taassubunu bırakacağız, İslam’ın kolaylaştırılmış hükümleri nerde varsa onu alacağız.” Hatta daha ileri giderek şunu da söylüyor: “Kur’an ve sünnet aslında bu dini kolaylaştırdığı halde fıkıh zorlaştırmıştır. Fuzûli, gereksiz birtakım hassasiyetlerle birtakım yükler getirmiştir. Şimdi bu yükleri atıp bu fıkhı, bu dini kolaylaştırmamız lazım.” 

Kaynak: Ebubekir Sifil İle Mülakat–2: Güncellenmiş Bir Ehl-i Sünnet Kelamına İhtiyaç Var, İlkadım - Eylül-2005 

Yeri gelmişken el-Karadavi'nin, İbn Teymiyye'ye ittibaen Cehennem'in kâfir ve müşrikler için de ebedi olmadığı görüşünü benimsediğini bir not olarak eklemiş olalım. 

Kaynak: Ebubekir Sifil, Milli Gazete, 13 Haziran 2005 

DİA'da da belirtildiği gibi İbnu'l-Vezîr ve İsmail Hakkı İzmirli'nin de Cehennem azabının fena bulacağı görüşünü benimsediği bilinmektedir. Çağdaş araştırmacılardan Yusuf el-Karadâvî de bu isimlere eklenmelidir. el-Karadâvî'nin konu hakkındaki görüşü için aşağıdaki adrese bakılabilir:


Kaynak: Ebubekir Sifil, İbn Teymiyye Ve İbnu'l-Kayyım'ın Cehennem'in Ebediliği Meselesindeki Görüşünün Tesbiti, İnkişaf Dergisi, No: 7 


el-Karadâvî’nin fıkıh anlayışı; “eşyada asl olan ibahadır”, “iş daraldığında genişletilir”, “zaruretler mahzurları mubah kılar”, “zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkar edilemez”, “meşakkat kolaylığı celb eder” gibi genelde kolaylığı, haramdan çok ibahayı telkin eden fıkıh ilkelerine dayanır. el-Karadâvî bu ilkeleri kayıtlayan alt prensiplerin olabileceğini ya da detaylarda bunların yerine başka kaidelerin uygulanması gerektiği gibi aksi ihtimalleri göz önünde bulundurmaz. Bu nedenledir ki o fetvalarında genelde modern iktisadî ya da sosyal problemleri olumlayıcı bir yaklaşım sergiler. Onun fetvalarında, modern çağın Müslüman ferde dayattığı her sorun ama şöyle ama böyle; fakat çoğunlukla meşrulaştırılarak çözümlenmektedir. Sözgelimi üniversiteye alınmayan başörtülü kızların başlarını açabileceği yönündeki fetvası bunun en son ve çarpıcı örneğidir(*). 

(*) el-Karadâvî’nin bu son fetvası, açılış toplantısında kendisiyle yaptığımız söyleşi sırasında bizzat kendi ağzından duyulmuş ve söyleşi içinde kayda alınmıştır. 

Kaynak: T. H. Alp, Dâru’l-Hikme web sayfası (06/08/2007 tarihinde buraya kopyalanmıştır):


Derleyen: Murat Yazıcı

24 Temmuz 2007 Salı

Dinde Reformcular

DİNDE REFORMCU YAKLAŞIMLAR VEYA DİNÎ MODERNİZMİN YÜKSELİŞİ -I-

Abdülkadir Coşkun

Günümüzün en çok tartışılan konularından birisi de modernizm meselesidir. Bu konu hakkında pek çok kitap, makale ve sempozyum bildirileri yayınlanmıştır. Ancak konuyla ilgili yapılan tartışmalara bakıldığında problemlerin açık bir şekilde ortaya konulamadığı görülmektedir. Özellikle bir kısım müslüman düşünürlerce yapılan modernizm tartışmalarına ufak bir göz atıldığında modern dünya karşısında duyulan eziklik ve aşağılık kompleksinin çok şiddetli hissedildiği ve bunun neticesinde tartışmaların te'sirsiz kaldığı hemen göze çarpmaktadır. Şunu çok rahat bir şekilde söyleyebiliriz ki; modernizm beşerî olan ve ilâhî vahiy ile bağını kesmiş olanı kastedmekte; din ise, ilâhî olan her şeyi ve onun beşerî plândaki tezâhür ve tecellilerini kastedmektedir. 'Modern' kelimesine çağdaş, yenilikçi, yaratıcı ve asra uygun gibi pek çok anlamlar verilmektedir. Dolayısıyla modernist, kendisini bu sıfatlarla da ifade etmektedir. Bir modernist için mevcud bir fikrin veya kurumun hakikatin bir yönüne isabet edip etmediği önemli değildir; onun için önemli olan o fikrin veya kurumun modern olup olmamasıdır. Aslında 'modern', çağdaş/asrî veya muasır demek değildir. Tam tersine 'modern' mevcud olan her şeyi idare eden ilâhî vahiy ile insana bildirilen değismez ilkelerden kopmuş demektir. Demek ki modernizm dinin zıddıdır.

Modern düşünceyi belirleyen insanın aklı ve duyularıdır. Modern düşünce, insanın üzerinde herhangi bir yüksek ilke tanımamaktadır. Din yani İslâm ise insan üstü bir ilke tanımakta, ilâhî vahyi merkeze almaktadır. Dolayısıyla müslüman, uhrevî gerçeklerin yani dünyanın geçici olduğunun ve asıl yurdunun ahiret olduğunun farkındadır. Müslümanın kılavuzu ilâhî vahiy olduğundan, ona göre insanın zihni ve aklı vahyin nuruyla aydınlanabilir.

Dinî Modernizm Meselesi

Modern düşünceyle ilgili yukarıda yaptığımız birkaç mülâhazadan sonra dinî modernizm meselesine geçebiliriz. Dinde reform yapma heveslilerinin niyetleri modern düşünme tarzının sonuçlarından biridir. Bu tür düşünce sahiblerine modernist, reformist veya reformcu denilmektedir. Modern İslâm düşüncesinin fikrî, zihnî ve amelî plânda tahrif etmek ve şeffaflığını bulandırmak istediği şey din yani İslâm'dır. Fakat modernistlerce yapılan saldırılar ehl-i sünnet üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bugün tam manasıyla bir Ehl-i Sünnet düşmanlığı söz konusudur. Modern İslâm düşüncesi, kişiye göre İslâm imajını yerleştirmek istemekte, İslâm'ın bize ne dediğini değil, bizim İslâm'dan ne anladığımızı gözetmektedir. Modernist/reformist çevreler bunu yaparken tecdid mefhumunu istismar etmekte, kendilerini topluma müceddid olarak tanıtmaktadırlar. O halde bunların çarpıttığı bu kelimenin asıl manasını ve reformla olan farklarını inceleyelim.

Tecdid ve Reform Farkı

Tecdid demek; zaman geçtikçe Kur'an ve Sünnet'te aslî şeklini kaybetmeye yüz tutan bazı uygulamaların yeniden aslî şekline döndürülmesine denir. Yani tecdid, müslümanların kendilerini yenilemelerinin adıdır. Burada dinde değiştirme, eksiltme veya fazlalaştırma söz konusu değildir. Reform ise, bir şeye yeniden şekil vermek, yeni bir biçim vermek demektir. Bu ise, İslâm için söz konusu olamaz. İslâm'da reform isteyen bazı çevreler açıkça bu taleplerini belirttikleri halde, bazı İlahiyat Fakülteleri'nde müçtehid geçinen birtakım hocalar tecdid mefhumunun arkasına sığınmakta, fakat neticesi reform isteğiyle aynı olan bir talepte bulunmaktadırlar. Reformcuları 'idrak yüzkaraları' olarak vasıflandıran merhum Üstad Necib Fazıl'ın şu cümleleri, reformcuların kafa yapılarını ortaya koyması bakımından bize kâfidir:

"Reformcuların toplu olarak bütün iddialarını demetleyecek ve onları mücerret ilim ve hakikat gözüyle inceleyecek olursak ereceğimiz gerçek şu olacaktır ki, bunlar bir baştan öbür başa, Batı akliyeciliği karşısında afallamış, sonradan aynı Batının 20. Asırda aynı akliyeciliği iptale kadar giden fikir çilesinden nem bile kapamamış, Doğunun özüne giremezken Batının kabuğunu olsun görememiş idrak yüzkaralarıdır."(1)

Dinî Modernizmin İslâm Alemine ve Ülkemize Yayılışı

Dinî modernizmin en temel özelliği İslâm'la ilgili yapılmış Batı kaynaklı çalışmalara dayanmasıdır. Günümüzde müsteşrik çalışmalarının yani İslâm'la ilgili yapılan Batı kaynaklı çalışmaların geçtiğimiz yıllara göre yoğunluğunu yitirmesi onların davalarında başarısız olduklarını göstermemektedir. Belki bu çalışmalara artık ihtiyaç duymadıkları söylenebilir. Zira onların yaptıklarının aynısı bugün daha ustaca bir şekilde yerli müsteşrikler tarafindan icra edilmektedir. Maalesef bugün İslâm aleminin her köşesinde adına 'geleneksel' denilen fakat aslına bakıldığında ifadesini Kur'an ve Sünnet'te bulan en temel akidevî ve amelî mevzûlara karşı bir başkaldırı söz konusudur. Sözkonusu başkaldırının ülkemizde de bazı kişi ve kurumlarca yürütüldüğü bilinmektedir. Ne zaman Ramazan ayı gelse veya müslümanlar için önem arzeden bir güne ulaşılsa bahsettiğimiz kişi veya kurumlar devreye girmekte, televizyonlara çıkıp milletin kafasını karıştırmakta hatta İslâm tarihi boyunca hiç bir şekil ve surette söylenmemiş cümleler sarf etmektedirler. Dün camilere kilise gibi sıralar konulmasını, camilerde musikî aletlerinin çalınmasını isteyen modernist sapıklar(2), bugün başörtülü olduğu için üniversite kapılarında sürünen kız ögrencilerin devlete karşı geldiğinden dolayı günaha girdiğini söyleyebilecek hayasızlığı ve seviyesizliği gösterebiliyorlar. İslâm ümmeti hiçbir dönemde bugün olduğu gibi dininin ayaklar altına alınmasına izin vermemisti.

Osmanlı'nın yıkılma sürecine girmesiyle İslâm alemi dört bir yandan sömürülmeye başlanmış ve müslümanlar tüm yönleriyle perişan olmuşlardı. Yapılması gereken şey ümmetin canlanmasını yeniden temin etmek için gerekli reçeteleri vermekti. Nitekim öyle de oldu, alimlerimiz ellerinden ne geliyorsa yaptılar. İşgalci güçlere karşı İslâm aleminin her köşesinde kitaplar yazıldı, vaazlar verildi. Fakat bazı kişiler hastalığın teşhisini yanlış koydular. Kusurları hastada arayacaklarına müesseselerde aradılar. Mevcud ne kadar hayatî müessese varsa hücum eden, mezheblere ve eski alimlere söven bir zihniyet ortaya çıktı. Hatta kesin İslâmî ve imânî meselelere karşı beyanlarda bile bulunuyorlardı. Tabii ki bunlara karşı Ehl-i Sünnet alimleri sessiz kalmadı ve gerekli tenkidlerin yapıldığı kitablar yazıldı.

Ülkemizde modernist/reformist düşünceler 1970'li yıllardan sonra Mısır ve Pakistan taraflarından yapılan kitap tercümeleriyle daha bir ivme kazanmış, bugün ise iyice çığırdan çıkmıştır. Ülkemizde modernist/reformist düşünceyle ilgili tartışılan konular daha çok Cemaleddin-i Efgani, Muhammed Abduh, Reşid Rıza ve Fazlurrahman çizgisi üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu kişilerce dillendirilen bazı konular günümüzde taraftarlarınca sürdürülmekte, fakat ilim ehli insanlar tarafindan yazılan eserlerle iddialari çürütülmektedir.(3) Modernist/reformist çevreler şeriatin dört delilinden olan icma ve kıyas'ı kabul etmediklerini her firsatta söylemekle birlikte, Kur'an ve Sünnet için aynı cesaretle konuşamamakta dolaylı yollarla kafalarda şüphe bırakmayı amaçlamaktadırlar. Gerçi açıkça Sünnet'i kabul etmediğini, hatta Kur'an'ı Hazret-i Peygamber Sallallâhu Aleyhi Vesellem Efendimiz'in yazdığını iddia edenler bile bulunmakta ise de, bu konuda bütün modernistler aynı cesareti gösterememektedir. Bunda modernist/reformist çevreler içerisinde fikrî bütünlüğün olmaması bir yana, niyetlerinin anlaşılmasından korktukları da önemli bir etkendir. Ne acıdır ki bütün bu bahsi geçen düşüncelerin sahiplerinden bu topraklarda doğup büyümüs, fakat dinine ve insanına yabancı kalmış, hatta düşmanlık edenler olmuştur. İşte biz, bu yazı dizisinde modernist/reformist çevrelerin üstadlarının kim olduğunu, yaptıkları tahriblerin ve tahriflerin hangi boyutlara ulaştığını, ülkemizdeki takipçilerinin yaptıkları tahrifler ve sonuçlarını tek tek ve müşahhas bir şekilde incelemeye çalışacağız. Şimdi, modernist/reformist çizginin dört üstadını kısaca tanıtalım:

Cemaleddin Efganî

Cemaleddin Efganî, İran'ın Esedâbâd şehrinde doğdu. Necef medreselerinde tahsil gördü. Pek çok dil bilirdi. Son derece hareketli bir yapısı vardı. Daha sonra siyasî işlere bulaşmış, Mısır hükümeti kendisini sürgün etmiş, o da Paris'e giderek, orada Mısırlı ögrencisi Muhammed Abduh ile birlikte "el-Urvetü'l-Vüskâ" adlı bir gazete çıkarmıştır. Bilahâre İstanbul'a davet edilmiş, burada yaptığı bir konuşmadan dolayı devrin alimleri tarafından tenkid edilmiş ve İstanbul'dan kovulmuştur. Efganî, masonluğa intisab etmiştir. Hatta İngiliz belgelerine göre bir ilâha inanmayı şart koşan İskoç Mason Locası'na üye iken, buradan Allahsızlık ithamıyla kovulmuş, o da Allahsızlığın makbul sayıldığı Fransız Grand Orient Locası'na reis olmuştur.(4) Taraftarlarınca Efgani'nin masonluğu, davası uğruna yaptığı -ne davasıysa- bir iş olarak yorumlanmışsa da konunun ehlince yapılan tenkidlerle bunun bir safsata olduğu anlaşılmıştır. II.Abdulhamid Han'ın Efgani'yle ilgili söylediği şu sözlere bakarsak Efgani'nin nasıl birisi olduğu daha iyi anlaşılacaktır: "...Hilafet'in elimde olması sürekli olarak İngilizleri tedirgin etti. Blund adlı bir İngilizle Cemaleddin Efgani adlı bir maskaranın elbirliği ederek İngiliz hariciyesinde hazırladıkları bir plân elime geçti... Cemaleddin-i Efgani'yi yakından tanırdım. Mısır'da bulunuyordu. Tehlikeli bir adamdı. Bana bir ara Mehdilik iddiasıyla bütün Orta Asya müslümanlarını ayaklandırmayı teklif etmişti. Buna muktedir olamadığını biliyordum. Ayrıca İngilizler'in adamı ve çok muhtemel olarak İngilizler beni sınamak için bu adamı hazırlamışlar idi. Derhal reddettim. Bu sefer Blund'la işbirliği yaptı. Kendisini İstanbul'a çağırttım... Bir daha İstanbul'dan çıkmasına izin vermedim."(5)

1. BÖLÜM DİPNOTLARI

1) N. F. Kısakürek, Doğru Yolun Sapık Kolları -Arınma Çağında İslâm-, Büyük Doğu Yay., İstanbul 1978, s. 156
2) Daha önce bu konuyla ilgili yazdığımız bir yazıda 1928 yılında İlahiyat Fakültesi profesörlerinden bir grubun akıllarınca İslâmiyet'i ıslah(!) için hazırladıkları bir beyannâmeden pasajlar aktarmıştık. Bu pasajlar ve konuyla ilgili diğer yorumlar için bkz: Abdülkadir Coşkun, "Reformu Dinde Değil Kendimizde Yapmak" isimli makale.
3) Özellikle burada, son yıllarda modernistlerle ilgili takdire şâyan çalışmalar yapan Ebubekir Sifil'in Modern İslâm Düşüncesinin Tenkidi adlı seri kitabı zikredilmelidir. Yine Cemaleddin-i Efgani'yle ilgili Cemaleddin Efgani Etrafinda (Hakkında) Makaleler (İstanbul 1416/1996) adlı kitabiyla modernist/reformist kesimleri şoka ugratan Muhammed Reşad, modernist/reformist akımlarla ilgili yazmış olduğu kıymetli makaleleriyle Ali Nar Hoca ve tüm Ehl-i Sünnet cemaat, tarikat ve alimleri bu konularda ciddi hizmetler yapmışlardır.
4) Geniş bilgi için bkz. Alaaddin Yalçınkaya, Cemaleddin Efgani, İstanbul 1991, Osmanlı Yayınları, s. 131-132; Muhammed Reşad, Cemaleddin Efgani Hakkında Makaleler, İstanbul 1416/1996, s. 21, dipnot: 36
5) Abdulhamid Han, Sultan Abdulhamidin Hatıra Defteri (Haz. İsmet Bozdağ), İstanbul 1986 (8. Baskı), Pınar Yay., s. 73

DİNDE REFORMCU YAKLAŞIMLAR VEYA DİNÎ MODERNİZMİN YÜKSELİŞİ -II-

Modernizm ve özellikle dinî modernizm üzerine kaleme aldığımız bu yazının birinci bölümünde modernizmle ilgili tahlillerde bulunmuş ve dinî modernizmin başlıca temsilcilerinden olan Cemaleddin Efgânî’yi tanıtmaya çalışmıştık. Yazının sonunda ise II. Abdulhamid Han’ın Efgânî’yi ‘maskara’ olarak vasıflandırdığı cümlelerini nakletmiştik. Abdulhamid Han’ın Efgânî hakkında ‘maskara’ demesi İslâmî çevrelerde kalem oynatan birtakım yazarları rahatsız etmiş olacak ki, Efgânî’yi temize çıkarmak için Abdulhamid Han’a olmadık hakaretler etmişlerdir: "Abdülhamid’in Afgani hakkında “maskara adam” demesinin şerî bir önemi yoktur... Abdülhamid’in söylediği o söz niçin Sultan’ın kendisi için de geçerli olmasın.”(1) Bu gibi sözleri sarfedebilen insanların İslâmî çevrelerde kalem oynatabilmesi geçekten çok acı verici bir durum... Bugün hâlâ Efgânî’nin bâtıl davasını öve öve bitiremeyenler vardır. Meselâ son zamanlarda yayınlanan bir yazıda Efgânî ve çizgisi ile ilgili şunlar söylenmektedir: "... Afgani’nin İttihad-ı İslâm söylemi, İstanbul yönetimi tarafından 1872’den sonra kullanılmaya başlanmıştı. Bu söylem Afgani için tevhidi bilinçlenme süreci için ve batı yayılmacılığına karşı ibadi bir görevi ifade ediyordu, ümmeti yeniden ihya mücadelesinde stratejik bir içtihaddı.”(2) Tevhid-şirk edebiyatında mangalda kül bırakmayan, önüne geleni cehenneme postalayan(!) bu adamların hallerine bir bakın! Yukarıdaki cümlelerin sahibi aynı yazısında Vehhabilik adlı sapık mezhebin kurucusu olan Muhammed bin Abdülvehhab’dan övgüyle sözetmekte, kendince bazı yenilikçi(!) hareketlerini saydıktan sonra şöyle demektedir: "... Ve yine 18. yüzyılda mayalanan ve 19. yüzyılın başında Mısır, Osmanlı, İngiliz ittifakı sonucu engellenen Muhammed Abdülvahhab’ın ilk İslâm neslinin zindeliğini yeniden inşa amaçlı tecdit ve ıslah çabaları bir öykünmeciliği değil; İslâm’ın orijinine inmeye çalışan bir özgünlüğü ifade etmiştir.”(3) Herhalde bu iktibaslarla meselenin nerelere kadar gittiği daha iyi anlaşılmıştır. Efgânî’nin hayatı son derece karışık ve hareketli geçtiği için tafsilâtı kaynaklara havale ediyor, yalnız İstanbul’dan kovulmasına sebep olan konuşması ile Ernest Renan’la olan yazışmalarını ileride ele almak üzere Muhammed Abduh’un hayatına geçiyoruz.(4)

Muhammed Abduh

Muhammed Abduh Mısır’da doğmuş, Ezher’de yetişmiş ve İskenderiye’de ölmüştür. Efgânî’nin öğrencisidir. O da üstadı gibi mason olmuş, maddî mucizeleri inkar etmiş, sahih hadislere uydurma damgası vurmuş, Kadir gecesi gibi mübarek gecelerin hiçbir kıymeti olmadığını iddia etmiştir. Bütün bu iddiaları tek tek ele alınmış ve yanlışlığı ortaya konulmuştur. Abduh gibilerinin kimler tarafından destek gördüğüne dair zamanınında İngiltere’nin Mısır sömürge valisi Lord Cromer’in söylediği şu söz ibretliktir: “Kuşkusuz İslâmî reformist hareketin geleceği Şeyh Muhammed Abduh’un çizdiği yolda ümit vaadediyor. Ve o yolun yolcuları Avrupa’nın her türlü yardım ve teşviklerine lâyıktırlar.”(5)

Büyük âlim merhum Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi Abduh’la ilgili şunları söylemiştir: "... Şeyh Muhammed Abduh’a isnad olunan ıslâhâta gelince hülâsası şudur: Şeyh din sahasındaki sarsılmaz vukűfundan Ezher’i sarsıp ayırmış, mensubînini(mensuplarını) bu suretle lâdînîliğe(dinsizliğe) doğru geniş hatvelerle yürütmüştür. Fakat dinsizleri, dindarlığa doğru bir hatve bile attıramamıştır. Üstadı Efgani vasıtasıyla, masonluğu Ezher’e idhâl(sokan) eden odur.”(6)

Reşid Rıza

Aslen Bağdatlı olan Reşid Rıza, Trablus ve Şam’da okumuştur. Abduh’un talebesidir. O da üstadı gibi mucizeleri inkar etmiş, hadislerle ve icmâ ile hükmü kesinleşmiş pek çok meseleyi reddetmiştir.(7)

Fazlur Rahman

1919 yılında Pakistan’ın Hazara şehrinde doğdu. İlk, orta ve yüksek öğrenimini Pakistan’da yaptı. ABD’de Oxford Üniversitesi’nde doktorasını yaptı. Daha sonra farklı üniversitelerde öğretim üyeliğinde bulundu. 1988 yılında öldü. Türkiye’de en çok Ankara İlâhiyatlılar tarafından sevilir ve takip edilir. Nitekim Fazlur Rahman’la ilgili çıkardıkları dergilerde özel sayılar yapmakta ve kitaplar yayınlamaktadırlar. Hatta Ankara İlâhiyatın müctehid(!)lerinden olan ve Fazlur Rahman’la ilgili yaptığı çalışmalarla tanınan Adil Çiftçi, Fazlur Rahman’ın modernist olduğunu inkar etmemekte, bilakis onun yorumlarının ‘modern’ olduğunu; fakat ‘modernleşme’yi değil, -ne demekse- ‘İslâmî modernleşme’yi savunduğunu belirtmektedir.(8 ) Fazlur Rahman’ın öncelikli ilkesi Kur’an ve Sünnet’in tarihsel olduğudur. Bu iddiaları ilim ehli tarafından yazılan kitaplarla çürütülmüştür. (9)

Türkiye’deki Modernistler

Türkiye’deki modernist kesimler çok çeşitlilik arzederler. Kimi Efgânî, Abduh, Rıza ve Fazlur Rahman çizgisini olduğu gibi kabul etmekte, kimisi ise bu kişilerin İslâm’a hizmet ettiklerini belirtmekle birlikte hatalarının da olduğunu söylemektedir. Kimileri Kur’an ve Sünnet’in tarihsel olduğundan bahsetmekte, kimileri ise sadece icmâ ve kıyas’ı kabul etmemektedir. Bazıları Kur’an’ı Peygamberimiz’in yazdığını bile söyleyebilmekte, bazıları ise dolaylı yollardan giderek neticesi Din’in tahrifi olan mezhebsizlik, telfik ve herkesin ictihad yapması gibi söylemleri dile getirmektedir. Maalesef Türkiye’de akademisyenlik yapmak Efgânî ve Abduh meddahlığından geçiyor. İşin garip tarafı her şeye şüpheyle baktıklarını söyleyen ‘akademisyenler’ Efgânî ve Abduh’un ‘ne idüğü belirsizler’ takımından olduklarını gözden kaçırıyorlar. (10) Türkiye’deki en azılı modernistlerin isimlerini saymak gerekirse şu isimler söylenebilir: Yaşar Nuri Öztürk, Zekeriyya Beyaz, Salih Akdemir, Edip Yüksel, Süleyman Ateş, Hüseyin Atay ve Ankara İlâhiyat’ın çoğunluğu...

2. BÖLÜM DİPNOTLARI

1- Yaşar Kaplan, “Afgani Hakkındaki İddiaların Kaynağı”, 30 Mayıs 1994 tarihli Vakit Gazetesi, s. 3’den naklen Muhammed Reşad, Cemaleddin Efganî Etrafında Makaleler, İstanbul 1416/1996, s. 143
2- Hamza Türkmen, “İslâmcılık ve Safların Farklılığı”, Haksöz, sayı: 120, Mart 2001, s. 37
3- Hamza Türkmen, aynı yazı, s. 38
4- Efgânî’nin hayatıyla ilgili geniş bilgi için Muhammed Reşad ve Alaaddin Yalçınkaya’nın kitapları ile merhum Ahmed Davudoğlu Hocaefendi’nin Dini Tamir Dâvasında Din Tahripçileri (İstanbul 1980 [4.Baskı] , Sağlam Kitabevi) adlı kitabının 57-73 sayfalarına bakılabilir.
5- M. Muhammed Hüseyin, Modernizmin İslâm Dünyasına Girişi, (Trc. S. Özel), İstanbul 1986, İnsan Yayınları, s. 91-92 (Cromer’in 1905 yıllığının 7. maddesinden naklen).
6- Mustafa Sabri Efendi, Mevkıfu’l-Akl ve’l-İlm ve’l-Alem, Beyrut 1314 (3.Baskı), c. I, s. 133; Tercüme: İbrahim Sabri Efendi (Yazma), c. I, s. 111’den naklen Muhammed Reşad, s. 28.
7-Reşid Rıza’nın bozuk görüş ve fikirlerinin isabetli bir tenkidi için bkz. Hasib es-Samarrai, Dinî Modernizmin Üç Şövalyesi, (Trc. Ali Nar-Sezai Özel), İstanbul 1419/1998, Bedir Yayınları, s. 149-264. İşin ilginç tarafı bu kitabın Efgânîciler’in yoğun olduğu Ezher Üniversitesi’nde yapılmış bir doktora tezi olmasıdır.
8- Bkz. Adil Çiftçi, Fazlur Rahman İle İslâm’ı Yeniden Düşünmek, Ankara 2000, Kitâbiyât Yayınları, sh.9-10.
9-Fazlur Rahman’ın görüşlerinin topluca bir tenkidi için bkz. Ebubekir Sifil, Modern İslâm Düüncesinin Tenkidi II –Fazlur Rahman’ın Görüşlerinin Eleştirisi-1, İstanbul 1998, Kayuhan Yayınları; Modern İslâm Düşüncesinin Tenkidi III –Fazlur Rahman’ın Görüşlerinin Eleştirisi-3, İstanbul 1999, Kayıhan Yayınları.
10-Türkiye’deki akademisyenlik anlayışıyla ilgili güzel bir yazı için bkz. Said Aykut, “Türkiye’de Akademisyenlik, Zihin Eğitimi ve Strateji Üzerine”, Akademya Dergisi, sayı: 12, Ağustos 1999 (İki sayı bir arada), s. 61-63

DİNDE REFORMCU YAKLAŞIMLAR VEYA DİNÎ MODERNİZMİN YÜKSELİŞİ -III-

Modernizm ve özellikle dinî modernizm üzerine kaleme aldığımız bu yazının ikinci bölümünde dinî modernizmin başlıca temsilcilerini ele almış ve kısaca da olsa belli-başlı zaafiyet noktalarına temas etmiştik. Yazımızın bu üçüncü ve son bölümünde ise modernist zihniyetin Batı karşısında nasıl bir aşağılanmışlık kompleksine kapıldığına dair bir örneği, modernistlerin çeşitliliğini anlamak açısından modernistlerden yapılmış farklı nakilleri bulacaksınız.

Batı karşısındaki acziyete dair bir örnek: Efgânî’nin Renan’a cevabı(!)

Ernest Renan batılı bir filozof olup bütün dinlere düşmanlığıyla tanınır. Ernest Renan İslâm’ın gelişmeye mâni olduğu yönünde bir konferans vermişti. Renan konferasında özetle şunları söylüyordu:

“... İslâmiyet ilme ve felsefeye daima ezâ etmiş ve nihâyet onları boğmuştur... İslâmiyet’i müdafaa eden serbest fikir sahipleri onu tanımıyorlar. İslâmiyet, rûhâni ile cismâninin birbirine kaynaması, bir akidenin tahakkümü , insanlığa vurulan zincirlerin en ağırıdır... İslâmiyet, fethettiği memleketlerin fikrî ve rûhi varlığını ezmiştir... İnsan zekâsı için İslâmiyet yalnız zararlı olmuştur... Bir Müslümanı ayırt eden vasıf ilim düşmanlığıdır.”(1)

Bu hezeyanlara karşı ise Tevhidî hareketin sarsılmaz mücahidi(!) Cemaleddin Efgânî bakın nasıl cevap veriyor:

“İlmin tekâmülünde İslâm’ın bir mâni teşkil ettiği doğru ise de bu mâninin bir gün ortadan kalkmayacağını söylemek mümkün müdür? İslâm bu mevzuda diğer dinlerden hangi cihetle ayrılır? Bütün dinler kendi bünye ve üslublarına göre müsamahasızdırlar... (Hristiyan cemiyeti Hristiyanlık mânisini aştıktan sonra) hür ve serâzad terakki ve ilim yolunda ilerlemektedir. Halbuki İslâm cemiyeti henüz dinî vesayetten kurtulmamıştır... İslâm cemiyetinin de bir gün bu vesayet bağını koparacağı ümidini beslemekten kendimi alamıyorum. Batı cemiyeti için Hristiyan akidesi bütün şiddet ve müsamahasızlığına rağmen hiçbir zaman yenilemeyecek bir mâni olmamıştır. Hayır, İslâm’da bu ümidin beslenmediğini kabul edemem. Ben burada M.Renan’a karşı Müslümanlığı değil, barbarlıkta ve cehalette yaşamağa mecbur kalacak yüz milyonlarca insanı savunuyorum. Müslümanlığın, ilmi ve ilmî tekâmülü yok etmek isteği bir hakikatdir... (Din ehli) Bir öküzün arabaya koşulduğu gibi bir dogmanın, mezhebin esiri olarak şeriat ehli tarafından evvelce çizilmiş yolda aynen yürümeye mecburdurlar... Arab medeniyetinin (İslâm medeniyeti yerinde kullanıyor) dünyaya canlı bir parlaklık saçtıktan sonra nasıl birdenbire söndüğünü sormamıza müsaade edilmelidir. Bu meş’ale o zamandan beri nasıl tekrar yakılmamış ve Arab âlemi neden tekrar karanlıklara gömülmüştür? Bu noktada İslâm Dini’nin mesuliyeti tamamen meydandadır. Gayet açıktır ki (İslâm) Dini yerleştiği her yerde ilmi bertaraf etmek istemiş ve bu gayesini gerçekleştirmede, despotizmin yardımında çokça faidelenmiştir... Dinler isimleri ne olursa olsun birbirlerine benzerler. Dinlerin felsefe ile uyuşmaları mümkün değildir. Din insana iman ve itikadı zorla kabul ettirir halbuki felsefe, onu itikadlardan tamamen veya kısmen uzaklaştırır... Din üstün olduğu zaman felsefeyi bertaraf etmiştir. Felsefe hakim olduğu zaman ise aksi varid olmuştur. İnsanlık var oldukça Nass ile serbest tenkid, Din ve felsefe arasındaki mücadele bitmeyecektir. Bu hırslı mücadelede, hür düşüncenin galip gelmeyeceğinden korkuyorum.”(2)

Böyle bir cevapla karşılaştığında şaşkınlığını gizleyemeyen Ernest Renan, memnuniyetini şöyle belirtir:

“Şeyh’in vukufla yazılmış makalesinde, üzerinde gerçekten uyuşamadığımız yalnız bir nokta görüyorum”
“Şeyh’e haksız görünebildiğim bir cihet, vahye dayanan her dinin kendisini ister istemez pozitif bilime düşman gösterdiği ve Hrıstiyanlığın da bu bakımdan İslâmlıktan aşağı kalmadığı fikrini yeteri derecede geliştirmemiş olmamdır.”
“... Madem ki Şeyh Cemaleddin, muhtelif dinler hakkında eşit bir adaletle hüküm vermemi istiyor... Serbest düşüncelilerin bu muhtelif noktalar üzerindeki anlaşmazlığı derin bir anlaşmazlık değildir, çünkü İslâmlığın lehinde de olsalar aleyhinde de olsallar hepsi de aynı amelî neticeye varmaktadırlar: Müslümanlar arasında öğretimi yaymak... (Bu olursa) bizim Katolikler’den ayrıldığımız gibi İslâmlıktan ayrılacak seçkin şahsiyetler yetişecektir. –Şeyh Cemaleddin kadar seçkinleri herhalde az olacaktır-.”
“... Öyle zannediyorum ki, Müslüman memleketlerini uyandırıp kalkındıracak olan şey İslâmlığın kendisi değil onun zaafa düşmesi olacaktır... Bazı kimseler konferansımda Müslüman dinine mensup olanlara karşı düşmanlık sezmişlerdir. Bu hiç böyle değildir; İslâmlığın en büyük kurbanları Müslümanlardır.”
“...İnsan zekâsı asıl işine yani pozitif bilimin kurulmasına çalışmak istiyorsa, her türlü tabiatüstü itikaddan kurtulmalıdır... Hrıstiyan aydınları için dinî itikadların zararsız bir hal aldıkları hayırhah bir lakaydlık haline varmak bahis mevzuudur. Bu Hristiyan memleketlerinin aşağı yukarı yarısında olmuştur; İslâm memleketlerinde de aynı şeyin olmasını temennî edelim. Şüphe yok ki bu olduğu gün, Şeyh’le ben birlikte alkışlayacağız.”(3)

Herhalde bu iktibaslar maksadı anlatmaya kâfi gelmiştir. Farklı modernistler tarafından farklı konularla ilgili söylenmiş sözleri yorumu siz okuyucularımıza bırakarak gözler önüne serelim:

Kur’an-ı Kerim

"Kur’an’daki yasama ruhu, hürriyet ve sorumluluk gibi genel beşerî değerlerin, her zaman yeni bir yaşama biçimine bürünmesi şeklinde açık bir yön ortaya koyduğu halde, Kur’an’daki fiilî yasama, Kur’an’ın indirildiği o günkü Arap toplumunu, başvurulacak bir örnek alarak almak zorunda kalmıştır. Bununla, Kur’an’daki fiilî yaşamanın ezelî olduğu kastedilmiş olamaz. Bunun Kur’an’ın kadîm oluşu ile de bir ilgisi bulunamaz. Durum böyle iken İslâm fakihleri ve kelamcıları çok geçmeden meseleyi karıştırarak Kur’an’ın hukukla ilgili emirlerinin; şartları, yapısı ve iç bünyesi ne olursa olsun herhangi bir topluma uygulanacağını sanmışlardır.”(Fazlur Rahman)(4)

"Kur’an’ın matematiksel yapısının keşfi, önceden belirlenmiş bir hedef bulunmaksızın, çetin bir çalışma sonunda olmuştur. Dr. Khalife, 1973’te ilk bilgisayar verilerini yayınladığı zaman, şifreden, yani ortak payda 19’dan habersizdi. Bazı harflerin sıklık sayısı arasında ilgi çekici ilişkiler ve ortak bağlar bulmuştu. (Bu olaya tanıklık eden ulusal gazeteler, dergiler ve kitaplar elimizde bulunmaktadır.) Buna karşın, Dr. Khalifa 1974’ün başında bu sayılardan çoğunun 19’un katları olduğunu buldu. Böylece buluşunun Bölüm 74’te (El-Müddessir, Gizli olan) bağlantısını anladı. Bu, önceleri önsel istatistiklere dayandırılmıştı. Şifrenin buluşundan sonra, benim de dahil olduğum oldukça az kişi bu savı inceledi ve bunun daha ötesinde buluşlar yaptı. Bununla beraber, bu görgül araştırma, bizi daha sonra bazı değişikliklere ve pekiştirmelere götürdü. Örneğin, hepimiz Sûre 9’un (Tevbe) son iki cümlesinin aslî Kur’an’dan olmadığı sonucuna vardık.” (Edip Yüksel) (5)

"Kur’an-ı Kerim’i Hz Muhammed yazdı. Bu onun aslında bir iç konuşması. İnsanda Freudçu teoriye göre, bilinçaltı ve ortak bilinç vardır. Ortak bilince inilebilir. Kur’an içimizin bir ürünüdür, dışımızdan gelen bir şey değildir. Peygamberler duyarlı, yabancılaşmamış insanlardır. Bu insanlar ortak bilinç dışına inebilirler. Hz. Muhammed de ortak bilinç dışına inebilmiş bir insandır. Cebrail ise Hz. Muhammed’in ortak bilinç dışına inebilmesi sırasında kullandığı arka tipidir.” (Salih Akdemir) (6)

Sünnet ve Peygamberimiz’in konumu

"Soru: Hz. Peygamber de hüküm koyamaz mı? Cevap: Hayır, Hz Peygamber de Kur’an dışında hüküm koyamaz, koyar derseniz o da şirk olur. Hz peygamber Allah’ın kulu ve elçisidir. Elçi, temsilcisi olduğu kuvvetin tebliğcisidir, ortağı değil.”(Yaşar N.Öztürk)(7)

"Şürakâcı (şirk araçları) mukallitler hem bu insanlara (sahabe’ye) hem de tarihe yalan söyleterek muazzez Allah elçisinin ölümünden iki asır sonra Kur’an’ın on katına varan mişna (bu söz halife Ömer’in dir.) yığınını Hak Elçisine izafe edip Kur’an dışında başka bir din oluşturdular.”(Yaşar N.Öztürk) (8 )

"Bir takım süper manyaklar, ağızlarına odun sokuyorlar; sünnet diyorlar.”(Yaşar N. Öztürk) (9)

İcmâ

"Allah’ın kitabın da yer almayan bir hükmü koyan yaklaşım, adı icma da olsa bir ifsattır. Yani bozgun yaratmak... İşin esası şudur ki, Kur’an’da yer almayan bir yığın kabülü Muhammed ümmetine Allah’ın emri gibi empoze etmek için kullanılan yollardan biri de bu icma oyunudur. Bu din bir şirket dini değildir ki kurul veya konsil kararlarıyla yönetilsin...”(Yaşar N. Öztürk) (10)

Farklı konular

"Ben mezhep imamlarını kendimden büyük görmüyorum ki birinin yoluna gireyim. Bir meselede onlardan birinin görüşünü benimsiyorsam bir çok meselede muhalif kalabiliyorum. (Cemaleddin Efgânî)(11)

"Kader meselesi üzerinde Türkiye’de en önemli çalışmalardan birini yapmış olan Hüseyin Atay, sonuçta Kur’an’ın kadere iman diye bir anlayışa onay vermediğini söylemiştir.” (Yaşar N. Öztürk)(12)

"Komünizm öldüyse biz yaşamayalım. Komünizmin ölmesi demektir. Bunu söyleyenlere sadece açıyorum. Kur’an-ı Kerim’de de Komünizmin izlerine rastlanıyor. İslâm’da mülkiyet yoktur.” (Salih Akdemir) (13)

"... Sonuç olarak sünnî fıkıh mezhepleri ittifakla mut’a nikahının caiz olmadığı hükmünü benimsemişlerdir. Bu mezheplere mensup bir müftü mut’a nikahının cevazına durum ne olursa olsun fetva veremez. Ancak samimi olarak içtihad veya taklit yoluyla farklı görüşte olanlara da fâsık demeyiz.” (Hayreddin Karaman) (14)

"Soru: Geçimimizi banka faizindeki parayla sağlıyoruz. Haram mı? Cevap: Banka faizi haram değildir. İçiniz rahat olsun.” (Zekeriyya Beyaz) (15)

"Hayır efendim, adetli bayan her zamanki gibi, Müslüman, mübarek ve muhterem bir insandır. Sadece biraz rahatsızdır. Dolayısıyla duasını da oyapar, Kur’an’ı da okur, hatta isterse namazını da kılar, orucunu da tutar.” (Zekeriyya Beyaz) (16)

3. BÖLÜM DİPNOTLARI

1- Ernest Renan, Nutuklar ve Konferanslar, Ankara 1946, s. 183-205’den naklen Muhammed Reşad, Cemaleddin Efgânî Etrafında Makaleler, İstanbul 1416/1996, s. 254
2- Cemaleddin Efgânî, Journal des Débats Gazetesi, 18 Mayıs 1883, sh. 2, (Tercümesi: Alaaddin Yalçınkaya, Cemaleddin Efgani, İstanbul 1991, Osmanlı Yayınları, 144-151)’den naklen Muhammed Reşad, a.g.e., s. 255-256
3- Ernest Renan, Nutuklar ve Konferanslar, 208-212’den naklen Muhammed Reşad, s. 259-260
4- Fazlur Rahman, İslâm, (Trc. Mehmet Dağ-Mehmet Aydın), İstanbul 1981, sh. 47-48’den naklen Hamdi Döndüren, “Zamanın ve Şartların Değişmesiyle İslâmî Hükümler Değişir mi?”, İslâmî Edebiyat, Nisan-Mayıs-Haziran 2001, sayı. 33, s. 72-73
5- Edip Yüksel, Asal Tartışma, İstanbul 1998, Ozan Yayıncılık, s. 48-49
6- Salih Akdemir, “Kur’an-ı Kerim’i Hz. Muhammed Yazdı”, (Haber: Hatice İkinci), 23 Haziran 1995 tarihli Evrensel Gazetesi.
7- Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an’daki İslâm, sh. 656’den naklen Ebubekir Sifil, a.g.e., s. 48
8- Y.Nuri Öztürk, Kur’andaki İslâm, sh. 124’den naklen Ebubekir Sifil, a.g.e., s. 124
9- Nakleden Ali Nar, “Modernizm Nereden Koşuyor? Yahut Yenileşme’nin Boyutları”, Akademya Dergisi, sayı. 11, Şubat 1999, s. 100
10- Y. Nuri Öztürk, Kur’an’daki İslâm, s. 628 vd.’den naklen Ebubekir Sifil, a.g.e., s. 343
11- Mirza Lüfullah Han Esedâbâdî, Hakîkatu Cemaleddin Efgânî I, s. 106-128; Abdullah Kudsizâde, XIII/5-7, s. 364’den naklen Hamdi Döndüren, aynı makale, s. 73
12- Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an’daki İslâm, sh. 93’den naklen Ebubekir Sifil, Modern İslâm Düşüncesinin Tenkidi I, (Yaşar Nuri Öztürk’ün Görüşlerinin Eleştirisi), İstanbul 1999 (Gözden geçirilmiş 4. Baskı), Kayıhan Yayınları, s. 17
13- Salih Akdemir, aynı yazı
14- Hayreddin Karaman, İslâm’da Kadın ve Aile, s. 374’den naklen Ali Nar, s. 102
15- Z. Beyaz, Gerçek İslâm–Sorular ve Cevaplar-, 26 Ocak 2000 tarihli Takvim Gazetesi, s. 8
16- Z. Beyaz, Gerçek İslâm –Sorular ve Cevaplar-, 1 Temmuz 2000 tarihli Takvim Gazetesi, s. 8

20 Temmuz 2007 Cuma

İbni Suud Ailesi, Vehhabîlik, İngilizler

Harem-i Nebevî müderrislerinden Abdurrahman b. İlyas tarafından kaleme alınıp, Sadaret'e takdim edilen raporda, İngilizlerle işbirliği yapan İbn-i Suud ailesi ve Kuveyt Emîri Mubarek el-Sabah'ın faaliyetleri ve onlara karşı İbn-i Reşid ailesinin mücadeleleri anlatılmaktadır. Binbir gâileyle uğraşan Osmanlı Devleti ise, bu gelişmeler karşısında denge politikası takip etmek zorundaydı.

Bugün dünyanın hemen hemen en sıcak çekişmelere açık bölgelerinden birisi olan Basra Körfezi ve civarı, geçen (Yirminci) yüzyılın başında da hayli hareketliydi. Bir taraftan, Osmanlı hakimiyetini yıkıp kendi nüfuzunu arttırma çabasındaki İngilizlerin faaliyetleri, diğer taraftan birbirlerine üstünlük sağlamak üzere çeşitli entrikalar çeviren mahallî güçlerin ve kabilelerin çıkar kavgaları, Basra Körfezi'ni, Orta Arabistan'ı, hattâ Hicaz'ı cadı kazanına çevirmişti.

Osmanlı Devleti, son yüzyılında yaşadığı binbir türlü gâileye paralel olarak, buralarda da güç ve nüfuz kaybına uğramıştı. Ve durumun farkında olan II. Abdülhamid, hattâ ondan sonraki II. Meşrutiyet dönemi yöneticileri, bölgenin bir oldu bittiyle elden çıkmaması için, daimî teyakkuz halinde bulunuyorlardı. Gerçi, takip edilen politikalar, doğurdukları sonuçlar itibariyle tartışılır olmakla birlikte biz, konunun bu yönünü anlatmak değil, bölgenin o günkü durumunu özetleyen bir raporu sunmak istiyoruz.

Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde bulunan söz konusu rapor (BOA, DH-MUİ 17/4-22, Lef 5/1), 21 Aralık 1909'da, Medine'de Harem-i Nebevî müderrislerinden Abdurrahman b. İlyas tarafından kaleme alınarak Sadaret'e takdim edilmiştir. Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde bölge ile ilgili, benzeri binlerce belge olmasına rağmen, bu belgenin önemi, eksikleri de olsa, adeta o coğrafyanın 19. yüzyıl tarihini özetlemesinden kaynaklanmaktadır.

Kutsal mekânlar yağmalanıyor

Basra Körfezi ve Orta Arabistan tarihinde önemli rol oynayan dış faktörlerin yanısıra, burada, oldukça güçlü ve bedevî Arap kabileleri üzerinde hayli etkili olan Suud, İbn-i Reşid, ve Kuveyt'teki el-Sabah aileleri ve özellikle bunlardan Suud ailesiyle özdeşleşmiş bulunan Vehhabîlik mezhebi de ayrı bir ağırlık taşımaktaydı.

İşte Abdurrahman b. İlyas, bu hususları dikkate alarak, raporunda önce İbn-i Suud ailesinin Vehhabîlik ile ilişkilerini dile getirmektedir:

"İbn Suud (Muhammed b. Suud), köklü bir Arap kabilesi olan Aneze urbanından olup, Benî Temîm diyarı denilen Necid kıtasında Dır'iyye namıyla bir köyün emîri idi ve yaygın bir nüfuza sahip değildi. Şeyh Muhammed b. Abdilvehhab, Mısır'da öğrenim gördükten sonra (genelde bu kanaat yanlıştır; onun, her ne kadar Mısır'a gitmiş ise de burada tahsil gördüğüne dair pek bilgi bulunmamaktadır) kendi adına ihdas ettiği mezhebi, Hicaz'da neşretmek [yaymak] istemiştir. Ancak, orada emeline ulaşamayınca, Necd içlerindeki Dır'iyye'ye giderek, buradaki ahalinin dinî konulardaki cehaletinden de istifadeyle, Vehhabî mezhebini neşretmeye muvaffak olmuştur. Bir süre sonra Emîr İbn Suud'a bu mezhebi kabul ettirmiştir. İttifakları akabinde bu ikili, çevredeki Bedevî kabileleri arasında da mezheblerini yaymağa başlamışlardır. 1785 senesinde Muhammed b. Abdilvehhab, İbn Suud ile birlikte, Vehhabîlik sayesinde Hicaz, Şam ve Irak havalisindeki bir hayli halkı idareleri altına almışlardır."

İbn Suud - Muhammed b. Abdilvehhab işbirliğiyle bölgede gerçekleştirilen ve özellikle gerek Sünnî ve gerekse Şiî Müslümanların kıymet verdikleri, ancak Vehhabîler'in bunları şirk alâmeti saydıkları kutsal mekânların yağmalanması ve soyulmasından bahseden rapor şöyle devam etmektedir:

"O esnâda Necef ve Kerbelâ'ya tecavüz ile Vehhabîler, mübarek makamların kubbelerini yıkarak, buralarda mevcud olan kutsal emanetler ile kıymetli eşyaları gasb eylemişlerdir. Haremeyn'e (Mekke ve Medine'ye) tecavüz ederek, kısa bir muhasaradan sonra Mekke'yi ve Medine'yi zaptetmiş ve Hz. Peygamber'in kabrini yağma ve Ashâb-ı Kirâm hazretlerinin kabirlerini yerle bir etmişlerdir. Vehhabîler, Mekke ve Medine'yi istilâları sırasında, mahmel-i şerîfin ve hacıların da Hicaz'a girmesine engel olmuşlardır."

İbn Suud'un, kendilerine uymayan Mekke ve Medine ahalisini "mezhebi muktezasınca şirk ile ittiham ederek tecdid-i imana davet ettiğini" kaydeden Harem-i Nebevî müderrisi Abdurrahman, daha sonra "Yapılan münazara ve görüşmelerden elde edilen bilgilere göre; Vehhabîler, bu mezhebe mensub olmayan diğer ehl-i İslâm'a müşrik nazarıyla bakmakta ve bunların mezheblerine girmeleri için zorlanmalarını kendilerine vacib görmektedirler. Ayrıca, davetlerine uymayanların katlinin de gerekliliğine inanmaktadırlar" demektedir.

Osmanlı Devleti ve Vehhabîlik

Bilindiği gibi, Vehhabîlik hareketi başlar başlamaz, Osmanlı Devleti bölgedeki idarecilerini uyarmıştı. Ancak, maalesef güçlü bir merkezî kontrolden uzak olan bu idareciler, zamanında gerekli tedbirleri alamadıkları için, tehlike Mekke ve Medine'ye kadar uzandı. Osmanlı Devleti, o sıralarda pek çok iç ve dış gâile ile boğuştuğundan, doğrudan müdahale edemeyecek ve meseleyi Bağdat ve Şam valilerinin birlikte çözmelerini isteyecekti. Ne var ki, bundan da netice alınamayınca, Mısır üzerinden yapılacak müdahale, tek çıkar yol olarak kalacaktı. Raporda bu husus şöyle aktarılmaktadır:

"Medine-i Münevvere ahalisinin sürekli şikâyetleri ve Bâbıâlî'ye müracaatları üzerine Vehhabîler'in te'dib ve terbiyesi, Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'ya havale olundu. Mehmed Ali Paşa'nın Mısır'dan gönderdiği kuvvetler, Vehhabîler'i, merkezleri olan Dır'iyye'ye kadar takib etmiş ve burayı tahribden sonra Vehhabî emîrinin oğlu Faysal ve Abdullah b. Suud yakalanarak Mısır'a götürülmüş ve orada haps olunmuşlardır." (Abdullah b. Suud, bilâhare İstanbul'a getirilerek idam edilmiştir.)

Bâbıâlî'nin kerhen görev verdiği Mehmed Ali Paşa, elde ettiği başarıyla hem Mısır'daki itibarını pekiştiriyor, hem Mısır dışında söz sahibi olacak duruma geliyordu. Devlet ise, hizmetlerine muhtaç bulunmakla birlikte, onun özellikle Hicaz'da nüfuz kazanmasını istemiyordu. Bu sebeple, Abdurrahman b. İlyas'ın haklı olarak yaptığı tesbite göre, "Hicaz bölgesinin Mısır'a bağlı ve Mehmed Ali Paşa'nın idaresi altında bulunduğu müddet zarfında dahî, kadı ve şeyhu'l-haremin İstanbul'dan tayinine devam edilmiştir."

Osmanlı Devleti ile Mehmed Ali Paşa arasındaki hâdiselerin 1841 Londra Protokolüyle bir neticeye bağlanması üzerine, Mısır kuvvetleri, Hicaz ve Suriye'den geri çekilmişlerdi. Ancak, durumu hazmedemeyen Mehmed Ali Paşa, Mısır'da hapiste bulunan Faysal b. Suud'u serbest bırakmıştır. Raporda bu gelişmeler de şöyle aktarılmaktadır:

"Bölgenin geri alınmasından muğber olan Mehmed Ali Paşa tarafından, Faysal salıverilmişti. O da Dır'iyye'nin tahrib edilmiş olmasından dolayı, Riyad denen mevkie giderek, burayı kendisine idare merkezi yapmıştır. Faysal'ın Necid'e dönmesinden sonra, Vehhabî mezhebinde bulunanlar, yeniden kendisine bağlılıklarını arz etmişlerdir. O da güç kazanarak Ahsa ile sair birtakım bölgeleri idaresine alarak gittikçe güç kazanmağa başlamıştır ki, Ahsa, ancak Midhat Paşa'nın Irak valiliği sırasında Vehhabîler'in elinden geri alınabilmiştir (1871). Faysal, üç evlâd bırakarak vefat etmiştir. Büyüğü Abdullah, ortancası Suud ve en küçükleri Abdurrahman'dır. (Faysal'ın ayrı eşten Muhammed isminde bir oğlu daha vardı.) Faysal'dan sonra, kendilerine tâbi kabilelerin idaresi, 1873 senesine kadar Abdullah'ın elinde kalmıştı. Ancak, aynı sıralarda iki kardeş arasında meydana gelen muhalefet yüzünden, Abdullah ve Suud birbiriyle savaşmaya başladılar. Yine de idare bir süre daha Abdullah'ın uhdesinde ve idare merkezi de Riyad'da kalmıştır."

İbn Reşid sahneye çıkıyor

Rapor, bundan sonra aile içi çekişmelere dikkati çekmekte, bölgede önemli bir güç olarak ortaya çıkan diğer bir aileden, yani İbn Reşid'den söz etmektedir:

"Faysal'ın ikinci oğlu Suud'un vefatından sonra, oğulları, amcaları aleyhine ayaklanırlar ve onu yenip azlettikten sonra da hapsederler. O sıralarda İbn Suud'un nüfuzu zaafa dûçar olmasına paralel, Reşidîler ailesinden Muhammed b. Reşid, bölgede kuvvet ve nüfuz sahibi olmuştu. İşte Faysal'ın oğlu Abdullah, ona müracaat ederek, yeğenlerine karşı yardım istemiştir. Muhammed İbn Reşid de onu bu gailelerden kurtarıp, Riyad emîri olarak kalmasını sağlamıştır. Ancak Abdullah, yeğenlerinin tekrar kendisine karşı ayaklanması üzerine, artık mukavemet edemeyeceğini anlayarak, hâmîsi olan İbn Reşid'e sığınmıştır. Bunun üzerine Muhammed İbn Reşid, büyük kuvvetler ile hareket ederek, Riyad ve etrafını zaptetmiş ve söz konusu Suud'un oğullarını da ortadan kaldırmak suretiyle bölgede Suud ailesinin nüfuzuna son vermiştir (1881)."

Abdurrahman b. İlyas'ın ifadesine göre, Necid'den çıkarılan Abdurrahman b. Faysal'ın maiyetindeki Suud ailesi perişan vaziyette, Kuveyt Emîrine sığınmıştır. "Abdurrahman dahî (o sıralarda Suud ailesinin reisi) Kuveyt'e Emîr Muhammed el-Sabah nezdine iltica etmiştir. Osmanlı Devleti ise Muhammed el-Sabah'ın delaletiyle, sürgündeki Abdurrahman b. Faysal ve maiyetindekilere beş bin kuruş maaş bağlamıştır."

Kuveyt Emîrinden ve Kuveyt'in stratejik öneminden de bahsedilen raporda, bu konuda şu bilgilere yer verilmektedir:

"Kuveyt Emîri Muhammed el-Sabah'ın üç kardeşi bulunmaktaydı. Bunlardan Mübarek, diğer kardeşleri ile işbirliği halinde, Muhammed el-Sabah'ı öldürerek Kuveyt emirliğini ele geçirir. Kuveyt, Basra vilâyetinin güneyinde ve Umman sahilinde, Basra'ya yakın ufak bir iskele ise de, mevki bakımından haiz-i ehemiyettir. Bir kaç sene evvel, Necd Kıtası ahalisinin ayaklanıp anarşi meydana getirdikleri sıralarda, Hindistan'dan gelen ticarî eşya; Kuveyt'ten ithal edilmeye başlanmıştır. Bu ithalattan gümrük resmi alınmıyordu. Öte yandan Kuveyt'in Necd'e yakın olması münasebetiyle herkes buradan gelen mallara, ucuz olduğu için rağbet etmeğe başlamış ve bu yüzden de Kuveyt kasabası, günden güne gelişerek Necd'in iskelesi makamında fevkalade büyümüş ve her yönüyle önem kazanmıştır. Diğer taraftan Necd, Irak ve Şam taraflarındaki Bedevî Arap kabile ve aşiretlerinin ellerindeki yasak silahlar da buradan ithal ve tevzi edildiğinden, bölge ayrı bir önem kazanmıştır."

İngilizler'in entrikaları

"Mubarek el-Sabah ise, ithal edilen her tüfekten 2 riyal vergi alarak geçişine müsaade etmektedir. Mubarek el-Sabah'ın, büyük biraderi Muhammed'i ve diğer kardeşini öldürmekten maksadı, yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere, Necd kıtasında nüfuz kazanarak bu yolla servetini arttırmaktı. Hattâ kardeşini öldürmesinden evvel, İngiliz gemileriyle bazı yabancılar Kuveyt'e gelerek Mubarek ile görüşmüştür."

Raporda, Kuveyt Emîri Mubarek'in, siyasî cinayetlerini, İngilizlerin teşvikiyle işlediği, yukarıdaki ifadelerle ima edildikten sonra, Mubarek el-Sabah'ın, esas hedefine varabilmek için Necd içlerinde giriştiği diğer faaliyetleri anlatılmaktadır:

"Mubarek, arzularına ulaşmak maksadıyla tedarik eylediği kuvvetler ile karadan onbeş gün yolculuk yaparak Kasîm yakınlarına ulaşmış ve o sıralarda bölgede nüfuz sahibi olan İbn Reşid ile çatışmaya girmiştir. İbn Reşid, kendisine mensup Şammar ve diğer kabileler ile birlikte Mubarek'in üzerine hücum ederek onları yenmiş ve Kuveyt'e kadar takip eylemiştir. Akabinde de Kuveyt'i istilâ etmek için devlete müracaat etmiştir. Nedense, Basra Valisi Muhsin, kumandan Feyzi Paşalar ile Basra Nakîbi ve Ebu'l-Huda'nın aracılığıyla bu iş önlenmiş ve nihayet Mubarek el-Sabah da İngiliz himayesine müracaat ederek kurtulmuştur."

Raporda bahsedilmemekle birlikte, İbn Reşid'in bu arzusunun, bölgede özellikle İngilizlerle daha büyük problemlerin doğmaması için, II. Abdülhamid tarafından önlendiği, başka belgelerde zikredilmektedir.

İşte, Mubarek ile Necd Emîri bulunan İbn Reşid'in bu çekişmeleri sırasında, Kuveyt'te babası Abdurrahman ile birlikte mülteci durumunda bulunan, bugünkü Suudî Arabistan'ın kurucusu Abdülaziz İbn Suud yeniden siyaset sahnesine çıkmıştır. Rapora göre, Mubarek, Osmanlı Devleti'nin kararlılığından ve siyasî şartların elvermemesinden dolayı, gerçek niyetlerini açığa vuramıyor, her vesileyle Abdülaziz İbn Suud'u kullanmayı tercih ediyordu. Nitekim, onu teçhiz ederek, atalarının geldiği yer olan Necd içlerine gazvelere göndermiş ve birkaç yıl içinde Riyad, Kasîm, Uneyze ve civarını ele geçirmesini sağlamıştır. Böylece, düşmanı olan İbn Reşid'in nüfuz sahasını daraltmıştır.

Suud-İbn Reşid çekişmesi

Bundan sonra bölgede yeniden başgösteren Suud-İbn Reşid çekişmeleri de şöyle özetlenmektedir:

"Abdülaziz İbn Reşid, Suud ile her ne kadar uğraşmış ise de muvaffak olamamış, hattâ savaş sırasında Suud'un adamları tarafından öldürülmüştü (1906). Onu müteakib, büyük oğlu Mut'ab, Emîr-i Necd namıyle yerine geçmiştir. Bir sene icra-yı nüfuzdan sonra, aynı aileden Ubeyd'in oğlu, bazı tarafların teşvikleri üzerine Mut'ab'ı ve iki kardeşini katletmiştir. Bunun üzerine Abdülaziz'in küçük oğlunu, dayıları olan Essubhan kabilesi, Medine'ye kaçırarak, muhtemel bir ölümden kurtarmışlardır. Bir müddet sonra da, topladıkları birtakım kabileler ile Necd içlerine giderek, eski idare merkezleri olan Hail'i ele geçirirler. Dayılarının teşebbüsleriyle, küçük yaştaki Suud İbn Reşid, geleneksel gücü de dikkate alınarak, Osmanlı Devleti tarafından kaymakam tayin edilerek, kendine ve etbaına maaş tahsis edilir. Anca, idare onun adına dayıları tarafından yürütülür. Hattâ bunlar devlete müracaat ederek, Muhammed ve Abdülaziz b. Reşid zamanlarında kendilerine verilmiş olan silahların kaybolmasından dolayı İbn Suud'a karşı mukavemet etmek için, 2000 tüfek isterler. Devlet, bu isteklerine olumlu yaklaşmakla birlikte, arzu ettikleri tüfekleri verememiştir."

Bütün yukarıdaki ifadelerden sonra şu neticelere varılmaktadır:

"Hulasa-i kelâm, İbn Suud, İngilizlerin nüfuzu altında, Kuveyt Şeyhi Mubarek el-Sabah'ın bir icra vasıtasıdır. Serveti bütün bu teşebbüslerine müsait olmadığı halde, İbn Reşid'e karşı kendi güvenliğini sağlamak isteyen Mubarek el-Sabah'ın serveti, İbn Suud'un faaliyetlerine kaynak teşkil etmektedir. Onun bu faaliyetlerinden maalesef Osmanlı Devleti değil, İngilizler istifade edecektir. Öte yandan, bağlı bulunduğu mezhebin mahiyeti itibariyle de İslamlar ve belki Osmanlı hükümeti aleyhinde bulunmasının sebebi pek aşikârdır. Çünkü, İslam olmak, ancak kendilerinin mezhebinde bulunmakla olur. Kendi mezhepleri dışındakiler, İslam sayılmamaktadır. Kendi itikadlarına göre, bu gibilerin katli bile vacibdir."

Bölgede sürdürülen bu faaliyetleri yakından takip eden birisi olduğu anlaşılan Harem-i Nebevî müderrisinin, dönen dolapların sonuçlarını da iyi kestirdiği anlaşılmaktadır. Nitekim, ileriki yıllarda -raporda da belirtildiği gibi- bütün bu entrikalardan İngilizler istifade etmişlerdir. Raporun müteakip satırlarında, İbn Reşid'in, İbn Suud'a karşı desteklenmesi gerektiği vurgulanmaktaydı. "Zîra, İbn Reşid, hiçbir zaman hükûmet-i İslamiye aleyhinde faaliyetlerde bulunmadığı gibi, İbn Suud gibi de imamet iddiası gütmemişti. Ayrıca, yabancı bir hükûmete de temayül etmemiş ve taraftar olmamıştı."

Bu ifadelerden, rapor sahibinin İbn Reşid taraftarı olduğu anlamı da çıkabilir, Ancak, gerçekte de, 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Osmanlı Devleti, Necd'de zaman zaman, İbn Suud'a karşı, siyasî bir iddiası bulunmayan İbn Reşid'i desteklemiştir. İlk anda, bu siyasetin birçok mahzurları olduğu akla gelse bile, yine raporda iddia edildiği gibi: "şayet, İbn Reşid ve ona bağlı kabileler olmasaydı, Necd bölgesi ile birlikte Mekke ve Medine'nin, tıpkı 19. yüzyılın başında olduğu gibi, tekrar İbn Suud'un eline geçmesi muhakkaktı."

Denge politikası

Öte yandan, Osmanlı Devleti, hiçbir zaman iki tarafın da büyük bir güç haline gelmesini istememiş ve daima birbirlerini dengeleyecek şekilde kalmalarını sağlamıştır. Bunun en bariz örneklerinden biri, daha önce zikredildiği gibi, İbn Reşid ailesi Suud ailesini Necd'en çıkardığı zaman, Osmanlı Devleti'nin bu ailenin tamamen ortadan kalkmasına rıza göstermemesi ve Kuveyt'te yaşamalarına izi vererek, sefalete düşmemeleri için de ayrıca maaş tahsis etmesiydi.

Abdurrahman b. İlyas, zamanın nezaketinden bahsederek, devletin bölgede gücünü iyice göstereceği güne kadar iki tarafı da idare edecek politikaların güdülmesini tavsiye ettikten sonra, bu işte en büyük rolü Mekke Emîrinin oynayabileceğini söylemektedir:

"İşte bu noktada da nazar-ı dikkate alınacak zat, Mekke Emîri hazretleridir. Emîr'in iyi idaresi ve defalarca Bedevîlere karşı icra eylediği gazvelerin neticesinde, Necd bölgesinde hükûmetin nüfuzu vücud bulmuştur. Aynı şekilde bunun gelecekte de görülmesi tabiîdir. Birkaç sene evveline gelinceye kadar, Vehhabî mezhebinin Mekke-i Mükerreme yakınlarına kadar sirayet eylediği görülmüştü. Mekke Emîri, geçenlerde üzerlerine yaptığı gazvesinde, bunlar müzmahil olmuşlardır. Öte yandan, Mekke Emîri, bu hususa yetkili kılınması halinde, hükûmetce de masraf yapmaya ve bölgeye asker sevkine gerek kalmayacaktır."

Raporda, öteden beri birbirlerine karşı gazve suretiyle elde ettikleri malları aralarında paylaşarak geçinmekte olan kabilelerin bağlı olduğu İbn Suud'a, hükümetin emaret namıyla bir nüfuz vermesi de tehlikeli bulunmakta ve bunun hükümet aleyhinde onun silâhlandırılması anlamına geleceği zikredilmektedir. Zîra, İbn Suud'un, İngiliz taraftarı ve Osmanlı hükümetinin düşmanı olduğu ısrarla vurgulanmaktadır.

Esasında Osmanlı Devleti, 1904 yılında, Abdülaziz'in babası Abdurrahman'ı Riyad kaymakamı olarak tayin etmişti. Ancak, işler fiilen, oğlu Abdülaziz'in elinde idi. Anlaşılan, raporun sahibi, Abdülaziz'in de tıpkı babası gibi, bir devlet makamını işgal etmemesini istiyordu. Raporun ne kadar etkili olduğu bilinmemekle birlikte, II. Meşrutiyet'in başlarında, gerçekten de İbn Suud'a karşı takınılan tavrın aynı çerçevede olduğu, diğer belgelerde görülmektedir.

1909 yılında kaleme alınan bu raporda dile getirilen hususların haklılığı, kısa bir zaman sonra ortaya çıkmıştır. Önce, İbn Suud, Necd içlerinde teşkilatlanmasını tamamlayarak, 1913'te, Osmanlı hükümet merkezi olan Ahsa'yı ele geçirmiştir. Osmanlı Devleti, kendisini bölgenin vali ve kumandanı olarak ilan etmesine rağmen, o, I. Dünya Savaşı sırasında, İbn Reşid'i bahane ederek, tarafsız kalıp devlete yardım etmemekle, İngilizlerin arzularına yardımcı olmuştur. Aynı şekilde Kuveyt Şeyhi Mubarek de İngilizlerle dostluğunu sürdürmüş ve onların himayesine girmiştir. İbn Reşid ise, savaş boyunca Osmanlı Devleti'nin yanında yer almış ve Irak cephesinde Osmanlı ordusuna hayli hizmetlerde bulunmuştur.

Doç. Dr. Zekeriya Kurşun/Tarih ve Medeniyet, Sayı 30

İbni Teymiyye: Teşbihin Tanıkları

Teşbihin Tanıkları

İbn Teymiyye’nin, tecsim akidesini zaman zaman konuşmalarına taşıdığı, minber ve kürsülerde savunduğu bilinmektedir. Çağının tanıklarından İbn Battuta, Ebu Hayyan ve İbn Cehbel’in şahadetleri bu noktada önem arz etmektedir. İbn Battuta’nın seyahat ettiği ülkelerdeki gözlem ve hatıralarını anlattığı “Tuhfetu’n-nuzzar fî ğaraibi’l-emsar” adlı eseri, İbn Teymiyye ve Onun tecsim akidesi ile alakalı ilginç bilgiler vermektedir:

Dımaşk şehrinde çeşitli konularda konuşan fakat aklından zoru olduğu anlaşılan Hanbeli fakihlerinin ileri gelenlerinden Takıyyuddin İbn Teymiyye adında biri vardı. Halka vaaz verir, insanlarda Ona karşı ileri derecede saygı gösterirlerdi. İbn Teymiyye, yaptığı bir konuşmadan dolayı fakihlerin tepkisini çekmişti. el-Meliku’n-Nasır’ın huzuruna çıkarılıp, kadılar tarafından sorgulandı ve hapse atıldı. Yıllarca hapiste kaldı. Bu müddet içerisinde 40 ciltten oluşan ve adını “el-Bahru’l-muhit” koyduğu bir tefsir kaleme aldı. Annesinin ricası üzerine sultan Onu serbest bıraktı. İbn Teymiyye, Dımaşk de bulunduğum sırada –önceden- tutuklanmasına sebep olan ifadeleri tekrar etti: Cuma günü cemaat olarak hazır bulunduğum camide, insanlara vaaz ve nasihatta bulunurken minberin merdiveninden bir basamak aşağıya inerek “muhakkak ki Allah Teala benim buradan indiğim gibi dünya semasına inmektedir.” şeklinde bir cümle sarfetti. Maliki fakihi İbn Zehra söylediklerine karşı çıktı. Cemaatte ayağa kalkıp sarığı başından düşünceye kadar ona dayak attı. Neticede bir daha tutuklandı ve hapsedildiği kalede ölünceye kadar tutuklu kaldı. [44] (*)

İbn Teymiyye’yi ta’dil eden biyografi yazarlarının reddettiği bu ifadeyi, farklı vurgularla müfessir Ebu Hayyan “el-Bahru’l-Muhît” ve “en-Nehru’l-mâd” adlı tefsirlerinde nakletmektedir. Ebu Hayyan bir çok yerde Onun tecsimi çağrıştıran ifadelerini tenkit etmektedir. Ne var ki elimizdeki matbu nüshalarda bu tenkitlerin bir çoğundan tek bir harf bulmak mümkün değildir. Çünkü baskı sürecinde her iki eserden de İbn Teymiyye’nin tecsimle alakalı görüşleri çıkartılmıştır. İbn Teymiyye’nin açıkça Allahü Tealaya cisim isnat ettiğini söyleyen Zahid Kevseri[45] bu noktada şunları söylemektedir: “Ebu Hayyan, ‘O’nun kürsüsü bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır.’[46] ayetini tefsir ederken muasırı olan İbn Teymiyye’nin “Kitabu’l-Arş” adlı -kendi el yazısıyla kaleme aldığı- eserinde şu ifadeleri okuduğunu nakletmektedir: ‘Allahü Teala kürsüde oturmaktadır. Yanı başında boşalttığı yerde ise Onunla birlikte Hz. Peygamber oturmaktadır.” (**) Elyazması nüshalarda var olan bu ifadeler kitabın musahhihi tarafından matbu nüshalara alınmamıştır. Musahhih, Kevseri’ye, din düşmanlarının hadiseden nemalanmamaları için böyle bir tercihte bulunduğunu söylemiştir. [47]

Ebu Hayyan “el-Bahru’l-Muhît”in muhtasarı olan “en-Nehru’l-mâd” adlı tefsirinde de İbn Teymiyye’nin tecsimle alakalı görüşlerini tenkit etmektedir. Kitabı tahkik eden Bûran ed-Dannavî ve Hidyan ed-Dannâvî İbn Teymiyye’ye isnat edilen tecsimle alakalı bölümü tefsirden çıkartmışlardır.[48]

İmam es-Sübki (v. 756) “es-Seyfu’s-sakîl fî’r-reddi alâ İbn-i zefîl” adlı eserinde, Ebû Hayyan’ın belli bir dönem kendisinden övgüyle bahsettiği İbn Teymiyye’yi “Kitabu’l-Arş” adlı eserini okuduktan sonra ölünceye kadar lanetlediğini yazmaktadır.[49]

Şafii ulemasından Şihabuddin İbn Cehbel de İbn Teymiyye’nin tecsimle alakalı görüşlerini reddeden bir risale kaleme almıştır.[50] İbn Cehbel eserinin sonunda “İbn Teymiyye’nin sapıklık ve inadının derecelerini açıklamak için tahrif ve fesadından kaynaklanan açıklamalarını bekliyoruz.”[51] demesine rağmen İbn Teymiyye Onun bu meydan okumasına cevap ver(e)memiştir.

[44] Muhammed b. Abdillah b. Muhammed İbn Battuta, Tuhfetu’n-Nuzzar fî Ğaraibi’l-Emsar (Rıhlet-u İbn Battuta), Beyrut, 2004, s. 88. [45] Kevseri, el-Esma ve’s-Sıfat, (d. not: 2), s. 286. [46] Kur’an, Bakara(2): 255. [47] Muhammed Zahid el-Kevseri, es-Seyfu’s-Sakîl fî’r-Rreddi alâ İbn-i Zefîl, (el-Akidet-u ve ilm’l-kelam min a’mali’l-imam Muhammed Zahid el-Kevseri içerisinde), (d. not: 1), Beyrut, 2004. [48] Bkz. Abdulhamid, a.g.e., (d. not: 1), s. 125. [49] Takıyyuddin es-Sübki, a.g.e., s. 477-478. [50] Bkz. Tacüddin Abdulvahhab b. Ali es-Subki, Tabakatu’ş-Şafiiyyeti’l-Kübra, t.y., IX, 35-91. [51] Tacüddin es-Sübki, a.g.e., IX, 91.

Kaynak: İhsan Şenocak, İnkişaf dergisi, No:7

Ebu Hamid bin Merzuk rahimehullah Allâme Şerif Takıyüddin'den (vefatı h. 829) şu bilgiyi naklediyor:

Dimaşklı Ebü'l-Hasan Ali, Emevi Camii'nin ortasında pederinden naklen haber verdi ki: Bizler İbn Teymiyye'nin meclisinde idik. Ken­disi konuştu, va'zetti ve Kur'an'da geçen istiva ayetlerine değindikten sonra, "Benim istiva ettiğim (oturduğum) gibi, Allah Arşı'nın üzerine istiva etmiştir", dedi. Bu nedenle cemaat birden üzerine doğ­ru yürüdüler, kürsüden onu indirip ve yumruklar ve ayakkabılar ile daha başka şeylerle onu dövdüler, sonra onu kadıların huzuruna çıkardılar.

Kaynak: Bera'atü'l-Eş'ariyyin, Bedir Yayınevi, İst., 1994. s. 395.

NOTLAR:

(*) "The above account given by Ibn Battuta has been discounted by certain people; especially by Ibn Taymiyya's supporters, simply because they believe that Ibn Taymiyya would never have made the anthropomorphic statement, 'Allah comes down to the sky of this world just as I came down now', and then he allegedly took a step down the pulpit to demonstrate how Allah descends (nuzul). Even if one was to denounce Ibn Battuta's account as being a false and fabricated statement, one may wish to know that the greatest scholar of Hadith in his time, Shaykh al-Islam al-Hafiz Ahmad ibn Hajar al-Asqalani (Rahimahullah) has reported an incident in al-Durar al-kamina (1, 164) where again ibn Taymiyyah descended the steps of the minbar in order to illustrate his understanding of how Allah descends (nuzul) as early as the year 705/1305 AH (some 21 years before Ibn Battuta's account). Hafiz Ibn Hajar's source for this incident was one of Ibn Taymiyya's own disciples by the name of Sulayman Najm al-Din al-Tufi al-Hanbali (d.716/1316)."

Kaynak: http://www.ummah.net/Al_adaab/tawil.html

Bunun tercümesi:

"İbn Battuta'nın anlattığı hadise bazı kişiler tarafından inkar edilmiştir; bilhassa İbni Teymiyye'nin destekçileri tarafından. Çünkü İbni Teymiyye'nin “muhakkak ki Allahü teâlâ benim buradan indiğim gibi dünya semasına inmektedir” şeklinde bir cümle söyleyip Allahü teâlânın nüzulünü göstermek için minberden bir basamak inmiş olabileceğine inanmıyorlar. Ancak, İbni Battuta'nın anlattığını uydurma ve yanlış olarak kabul etsek bile, şunun bilinmesinde fayda var ki asrının en büyük hadis alimi Hâfız İbni Hacer el-Askalânî Ed-duraru’l-kâmine isimli kitabında (I, 164) benzer bir olayı rapor etmektedir. h.705/m.1305 yılında (İbni Battuta'nın anlattığından 21 sene önce) meydana gelen bu olayda, İbni Teymiyye yine Allahü teâlânın nüzulünü nasıl tahayyül ettiğini anlatmak için minberin basamaklarından inmiştir. Hâfız İbni Hacer'in bu olay için kaynağı İbni Teymiyye'nin kendi talebelerinden Süleyman Necmeddin el-Tufi el-Hanbeli'dir (vefatı h.716/m.1316)."


(**) İbni Teymiyye'nin bir kopyası olan ve her türlü şazz görüşünde onu taklid eden İbni Kayyım da böyle bir rivayeti yazmıştır. Bkz. İbni Kayyım, el-Bedaiü'l-Fevaid, 4/40. (Kaynaklar: Mefahim tercümesi, Ege Basım, 2007, s. 210 ve Bera'atü'l-Eş'ariyyin tercümesi, Bedir Yayınevi, 1994, s.632-633.) Ayrıca, İbni Teymiyye'nin şu sözünü burada kaydedelim:

قال ابن تيمية في مجموع الفتاوى – (4 / 374) فَقَدْ حَدَثَ الْعُلَمَاءُ الْمَرْضِيُّونَ وَأَوْلِيَاؤُهُ الْمَقْبُولُونَ : أَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يُجْلِسُهُ رَبُّهُ عَلَى الْعَرْشِ مَعَهُ .

Derleme ve tercüme: Murat Yazıcı

Son değişiklik: 8 Ocak, 2010

30 Haziran 2007 Cumartesi

İbni Teymiyye Hakkında Günümüz Kaynaklarından İktibaslar

Molla Sadreddin Yüksel diyor ki:

Türkiye'de bilhassa İstanbul'da kupkuru, tam manasıyla cahil yeni bir gurup türemiştir. Bu gurup kendine selefi ismini vererek, Allahü teâlâya -haşa- cisim ve mekan isnad edecek kadar ileriye giden İbni Teymiyye ve haleflerini örnek aldığını iftiharla söylemektedir. Mezhepleri ve müctehidleri reddediyorlar. (Makaleler, Madve Yayınları: 11, Ekim 1985; s.7)

Ubeydullah Küçük diyor ki:

Şeytani ihtilaf yangınını İslam dünyasında ilk çıkartan hain, yahudi dönmesi İbn Sebe'dir. Farmason ve anarşist Afgani, onun çömezi mason Abduh, onun tilmizi İngiliz maşası Reşid Rıza ve günümüzdeki takipçileri de yakıcı ve yıkıcı ihtilaflar çıkartmışlardır. Haşa, "Allah semadadır" diyen İbn Teymiyye, Müslümanları müşrik ilan eden M. bin Abdülvehhab da bu uğursuz kafiledendir. Her müslüman rahmani çeşitlilik ile şeytani ihtilaflar arasındaki farkı bilmelidir....İbni Teymiyye birçok noktalarda aşırı gitmiş, "gulüvv"a sapmış, İslam'ı daraltmış, tecsim (antropomorfizm) girdabına batmış, ezici çoğunluk tarafından reddedilmiş, şaibeli bir kimsedir, kılavuz olamaz. (Bedir Yayınevi'nin Kitabül-Kebair kitabına yapılan 8. Ek, s.287-288)

İhsan Şenocak şu bilgileri veriyor:

İslam düşünce tarihinde hakkında en çok söz söylenen isimlerden birisi olan Harranlı İbn Teymiyye, Eşariler başta olmak üzere Ehl-i Sünnet hassasiyetine sahip kelamcılara sert eleştirelerde bulunmuş, ulemanın hazır bulunduğu muhakemelerde sorgulanıp teşbih akidesinden ve icmaya aykırı fetvalarından dolayı defaatle cezalandırılmıştır. Müteşabihatı tefsir ederken ayetlere zahiri anlamlarını veren, semada yerleşme, bir yere oturma, hareket etme gibi insanlara ait fiilleri Allahü teâlâya isnat eden İbn Teymiyye, Sünnet ve Cemaat Akidesini benimseyen alimler tarafından tenkit edilmiş, görüşleri hakkında çok sayıda reddiye kaleme alınmıştır. (İnkişaf Dergisi, No:7)

Ali Nar diyor ki:

"İbni Teymiyye aşırılıklara düştü. Fıkıh mezheblerini, Ehl-i Tariki ağır tenkidde bulundu. Hatta teşbih [Allahü teâlâyı cisim ve mahluklara benzetme] inancına tutuldu... Hasılı, devrindeki ve sonraki Ulema onun birçok yönden ilmiyle saptığı kanaatine vardı." (İmam-Hatib Liseleri İçin İlm-i Kelâm Dersleri, Selâm Yayınları, İstanbul, 1984, s. 57)

Abdurrahman Güzel şu bilgileri veriyor:

"Bazı felsefeciler ile İbn-i Teymiyye ve gölgeleri İbn-i Kayyım ve diğerleri, "bazı hâdislerin/sonradan yaratılan eşyânın/varlıkların aynı zamanda Kadîm/ezelî olduğunu", yani onların hem “yaratılmış” hem de “kadîm” ve “ezelî” olduğunu iddia etmişlerdir. Allah celle celâlühû’yu hâşâ hiçbir zaman koltuksuz bırakmamak için Arş'ın aynı zamanda hem mahlûk yani yaratılmış hem de kadîm olduğunu iddia etmişlerdir. Bir yandan felsefecilere karşı nasslardan yana mücâdele ettiklerini iddia edip mü’minleri yanıltırlarken diğer yanda felsefecilerin kuyruklarına takılmışlardır. Halbuki böyle bir iddia saçma bir iddiadır. Bir şeyin, hem “hâdis” olması hem de “evveli olmayan”/“Kadîm” olması İmkânsızdır. Geniş bilgi için, İmâm Sübkî'nin "es-Seyfu’s-Sakîl”ine ve ona İmâm Kevserî tarafından yazılan hâşiyesi “Tebdîdü’z-Zalâmi’l-Muhayyim”e bakılsın." (Guraba Dergisi, 5. sayı)

Bu konuyu daha iyi anlamak için, Dr. Ebubekir Sifil'in açıklamalarını nakletmek faydalı olacaktır. İbni Teymiyye diyor ki:

"Arş'ı istiva, keyfiyetsiz bir şekilde Allahü teâlânın bir sıfatıdır. Kişinin buna iman etmesi ve bunun bilgisini Allah'a havale etmesi gerekir." (Mecmu'u'l-Fetava, XVI, 400)

İbni Teymiyye'nin kitaplarını tedkik edenler, mesela Dr. Ebubekir Sifil diyor ki:

"İbni Teymiyye sözü bu noktada bırakmış ve tevile sapmamış olsaydı, hem kendisiyle çelişmemiş olur, hem de itiraza muhatab olmaktan kurtulurdu. Ne var ki böyle yapmamış ve tevile bizzat kendisi başvurmuştur." (İslam ve Modern Çağ, Kayıhan Yayınları, c.1, s. 74)

Mesela, istiva konusunu işlediği yerlerden birisinde, bu kelimenin ["istevâ alâ" ifadesinin] bir tek mânâsı bulunduğunu söyler ve şöyle der:

"Hz. Peygamber [aleyhisselam], üzerine binmek için hayvanın yanına geldi; ayağını üzengiye koyduğu zaman 'Bismillah' dedi. Hayvanın sırtına oturduğu ["istevâ alâ zahrinâ"] zaman 'Elhamdülillah' dedi. İbni Ömer de şöyle demiştir: Resulullah [aleyhisselam] bineğine bindiği zaman... ["istevâ alâ ba'îrihî] Bu mânâ, iki hususu ihtiva eder: İstiva edenin, istiva ettiği şeyden yüksekte olması ve onunla aynı seviyede olması. Bir şeyden aşağı seviyede olanın durumu hakkında 'istevâ aleyhi' denmez." (Mecmu'u'l-Fetava, XVII, 375)

İbni Teymiyye'ye göre, Allahü teâlânın Arş'ı istivası onun üzerinde bulunması mânâsında olduğunu göre, burada şöyle bir problem ortaya çıkmaktadır: Allahü teâlânın varlığı ezelî olduğuna göre, Arş'ı yaratmadan önce Allahü teâlâ neredeydi?

İmam-ı a'zam Ebû Hanîfe (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu konuda şunları söylemektedir:

"Allahü teâlâ, kendisi için bir ihtiyaç ve (Arş'ın üzerine) istikrar (yerleşme, mekân tutma) olmaksızın Arş'a istiva etmiştir. O, Arş'ı da diğer mahlukatı da korumaktadır. Eğer (Arş'a ve bir yerde yerleşip mekân tutmaya) muhtaç olsaydı, tıpkı mahluklar gibi alemi yoktan var etmeye ve idareye muktedir olamazdı. (Bir mekânda) oturmaya ve karar kılmaya muhtaç olsaydı, Arş'ı yaratmadan önce Allahü teâlâ nerede idi? Yüce Allah bundan münezzehtir." (İmam Ebû Hanîfe, el-Vasıyye, 73.)

"Arş'ı yaratmadan önce Allahü teâlâ neredeydi?" sorusuna İbni Teymiyye'nin bulduğu cevabın "Arş'ın nev'î kıdemi" olduğunu görüyoruz:

Selefî ekol, Allahü Teâlâ'nın (Arş, sema vb.) belli bir mekânda ve dolayısıyla (uluvv/yükseklik, yukarıdalık gibi) belli bir "yönde" bulunduğunu söyler. Bu bağlamda genel muhtevalı eserler yanında İbn Teymiyye'nin "Kitâbu'l-Arş"ı, İbn Kudâme'nin "İsbâtu Sıfeti'l-Uluvv"u ve ez-Zehebî'nin "el-Uluvv li'l-Aliyyi'l-Azîm"i gibi monografiler de mevcuttur. Allahü Teâlâ'ya mekân izafesi, tabiatı gereği müstakil bir mesele olmayıp, beraberinde başka problemleri de getiren son derece temel bir tartışmadır. Arş'ı da, semayı da, diğer mekânları da yaratan Allahü Teâlâ olduğuna ve O'nun istivasının "mekân tutmak" anlamına geldiği iddia edildiğine göre, İmam Ebû Hanîfe'nin de dile getirdiği "Allahü Teâlâ bu mekânları yaratmadan önce neredeydi?" sorusuna İbn Teymiyye'nin bulduğu cevap, "Arş'ın nev'î kıdemi"dir. Bu, şu demektir: Allahü Teâlâ ezelden beri üzerine istiva ettiği Arşlar yaratmaktadır. Yenisini yarattığında bir öncekini yok etmektedir ve bu, ezelden beri böyle devam edegelmektedir. Bu izah tarzının ne kadar problemli olduğu ise açıktır. Zira Allahü Teâlâ dışında varlığı ezelî olan bir başka varlık tasavvur edildiğinde, zorunlu olarak o varlığın mevcudiyetinin bir yaratıcının varlığına mütevakkıf bulunmadığını, varlığının zorunlu ("vâcibu'l-vücud") olduğunu söylemiş olursunuz. Bunun ne anlama geldiği ise açıktır...(Dr. E. Sifil, Milli Gazete, 7 Ağustos 2004)

"Muhammed Abduh da bu ifade üzerine yazdığı ta'likte şunları söyler: (Bunun sebebi İbni Teymiyye'nin, ayet ve hadislerin zahiri ifadelerini esas alan ve Allahü Teâlânın Arş'a oturmak suretiyle istiva ettiğini söyleyen Hanbelilerden olmasıdır. Kendisine, Allahü Teâlâ ezeli olduğu için O'nun mekanının da ezeli olması gerektiği için bu görüşün Arş'ın ezeli olmasını icabettirdiği, Arş'ın ezeli olmasının ise onun görüşüne aykırı olduğu söylenerek itiraz edilince, "Arş nev' olarak kadimdir" demiştir. Bu şu demektir: Allahü Teâlâ, ezelden ebede kadar bir Arş'ı yok ederken diğerini yaratır ki, Allahü Teâlânın istivası ezeli ve ebedi olsun....)" (İslam ve Modern Çağ, Kayıhan Yayınları, c.1, s. 76.)

İbni Teymiyye'nin talebesi İbn-i Kayyım şöyle der: "Cehm ve taraftarları Allah’ın muattal olduğuna, sonradan değişikliğe uğrayarak, Deyyân (Allah) ile kaim bir emir olmaksızın Allah’ın kâdir olduğu şey haline geldiğine hükmettiler." (Kasîde-i Nûniyye) Bunun hakkında İmam-ı Sübkî diyor ki: "Maksadı “Allah’ın ezelden beri bir iş yapmakta olduğu”dur. Bu, “âlemin kadîm ve ezelî” olduğunu lazım getirir. Bu ise küfürdür."(es-Seyfü’-Sakîl) Hüseyin Avni Kansızoğlu şu açıklamayı yapıyor: "Yani, insanın Allah’ın “ezelden beri iş yapmakta, yani yaratmakta olduğu”na inanması “yaratılanların kadim olduğu”nu açıkça vasıtasız lazım getirir. “Alemin kadîm olması” inancı “Allah’ın ezelde yaratması” inancından ayrılmayacak bir inançtır. Akıllılarca “Allah’ın ezelde yaratması”na inanıp ta “alemin kadîm olduğu”na inanmamak olacak şey değildir. Bir görüşün bir başka görüşe lüzûmu, yani yapışıp ondan ayrılmaması, bazen “açık” yani vasıtasız olur. Meselâ siz, bir varlık için, “ezelîdir” derseniz, onun için “kadîmdir” demeniz, açık, olarak “lâzım” olur. Bir yanda, bir şey için “ezelde yaratıldı” deyip de öte yanda, “Kadîm değildir” diyemezsiniz. Kezâ, “Allah’ın uzuv manasında eli var” diyen, öte tarafta “Allah cisim değildir” diyemez. Çünki, “Uzuv olmak”, “cisim olmayı” vâsıtasız ve açık olarak lâzım getirir..." (İnkişaf Dergisi, No: 7)

Muhammed Önder diyor ki:

"İbn Kudâme haberi sıfatların manalarının bilinemeyeceğini, bununla uğraşılmaması gerektiğini, bu tavrın Kitap, Sünnet ve İcma ile sabit ve Selef’in tavrı olduğunu söylemektedir. Bu tesbit Mâtürîdîler ve Eş’arîlerin Selef’in mezhebi hakkındaki tesbitinin aynısıdır. İbn Kudâme eğer Hanbelîleri temsil yetki ve otoritesinde bir ilim adamıysa, söyledikleri, İbn Teymiyye ve talebelerinin Selef-i sâlihîne nisbet ettikleri haberi sıfatların manaları bilinir, Selef de biliyordu; tezlerinin hatalı olduğunu göstermede önemli bir rol oynayacaktır. Halbuki İbn Teymiyye ve onun görüşlerini benimseyenler, haberi sıfatların manalarının bilineceği anlayışının Selef’in mezhebi olduğunu savunagelmişlerdir. İbn Teymiyye’yi, Allah vardı Allah’la birlikte hiçbir varlık yoktu, rivayetini inkara götüren, Allah’la birlikte (havadis la evvele leha, yani) ezelden beri hâdis/sonradan olma varlıklar vardı, dedirten, Allah arşa hakîkaten (mekân tutma manasında) istiva etmiştir, “Allah, kesintisiz yaratmanın halk sıfatında kemal olması boyutuyla muhtar değildir, sürekli yaratmaktadır,” anlayışına sürükleyen, Allah’ın varlığının isbatında kullanılan hûdus delilini inkar ettiren, Allah’ın muhalefetün lil havadis diye bir sıfatı olamaz noktasına getiren ve neticede defalarca küfürden tevbe ettirilmesine zemin hazırlayan, müminlerin arasında hak kasdıyla da olsa fitne çıkarma durumunda bırakan bu yanlışıdır. O’na Mâtürîdîler ve Eş'arîleri ehli sünnet dışı ilan ettiren ve günümüzde Ehl-i Sünnet Müslümanları arasındaki ihtilafa en temel sebep teşkil eden, onun açtığı bu hatalı çığırdır." (Guraba Dergisi, Sayı: 2)

Recep Yıldız'ın değerlendirmesi şöyle:

Benimsediği usul ve hadiselere yaklaşım tarzı itibariyle bakıldığında İbn Teymiyye’nin seleficiliği ile ulemanın usul ve üslubu arasında tevhit kabul etmez farklar vardır. Bu durumda Onun için insanlara doğru bilgiyi aktaran bir bilgi kaynağı, sapmalarına mani olan bir yol gösterici gibi anlamlara gelen alim ünvanını kullanmak güç bir hal almaktadır. Zira O doğrudan ziyade yanlış bilgiye kaynaklık yapmaktadır. İbn Teymiyye ile başlayan anlayışın müntesipleri, geçtiğimiz yüzyılda “hareket” çapında temsil imkanına ulaşmış, günümüzde ise Sünnet ve Cemaat akidesine sahip alimleri şirk ve küfürle itham eder bir işleve kavuşmuşlardır. Yeni selefiler olarak adlandırılabilecek bu grup İbn Teymiyye gibi tahkik edilmeyen bilgilerle kendileri dışındaki her alimi bidat, şirk ve küfürle itham etmektedir. “Ehl-i Sünnet” akidesine sahip alimleri “ehl-i zeyğ” olarak tanıtan grup, insanların doğru bilginin kaynağına ulaşmalarına engel olmaktadır. Günümüz akademisyenlerinin zihinlerinde oluşan istifhamların önemli bir bölümü söz konusu grubun bilgi tahrifatı ile yakından ilişkilidir. (İnkişaf Dergisi, Sayı:7, Ekim-Aralık 2006)

Aynı dergide, Halit İstanbullu şu bilgileri veriyor:

Hicri sekizinci asırda yaşayan İbn Teymiyye’nin (v. 728/1328) “ehl-i sünnet kelamına” karşı yönelttiği eleştirileri ve “selef akidesi” başlığı altında “Haşviyye” ile örtüşen görüşleri eski ihtilafların tekrar canlanmasına yol açtığı gibi, günümüzde “selefîyye” olarak isimlendiren ve söz konusu yaklaşımın müdafaasını yapan bir hareketin doğmasına da yol açmıştır. Düşünce ve meyilleri ile “cemaat-ı kübra”dan ayrılan, hatta mizaç ve ahlaki kriterleri itibariyle de farklılık gösteren bu yeni oluşumun selef-i salihinin devamı olduğunu söylemek ilmi verilerle çelişmektedir. Zira varlığını, bid'at olarak nitelediği söz ve fiilleri yok etmek üzerine bina eden bu yeni mezhebin bizzat kendisi bid'attır. Selefilerin mezhepleri devre dışı bırakarak selefe ulaşma gayretleri ise hem sahih senet sistemine engel teşkil etmekte, hem de onların oluşmasını gerekli kılan unsurlara karşı Müslümanları savunmasız bir konuma getirmektedir. Selefiler kendileri gibi düşünmeyen Müslümanları; “Cebrail risaleti Ali’den kaydırıp Muhammed’e verdi” diyen ve bu yüzden “Cebrail’e söven” “Gulat-ı şia” ile eşdeğer görmekte ve onların adı olan “ehl-i zeyğ” kelimesini Maturidi ve Eşariler için de kullanmaktadır. Tanımlanan anlamda selefiyye’nin kurucusu İbn Teymiyye’dir. Yaşadığı dönemde büyük bir şöhrete kavuşan İbn Teymiyye, Takiyyuddin es-Sübki, İbn Cehbel gibi alimlerin görüşlerini tenkit etmeleri üzerine itibar kaybına uğramış, İbn Kayyım el-Cevziyye (v. 751/1350), İbnu’l-Vezir (v. 840/1436) ve Şevkani’nin (1250/1834) gayretleriyle ancak unutulmaktan kurtulabilmiştir. (İnkişaf Dergisi, No:7)

Hüseyin Avni Kansızoğlu diyor ki:

Mîzâc ve ahlâkı çerçevesinde doğan ve gelişen üslûbuyla, olması îcâb eden veya olabilecekten daha fazla bir cesâret, hiç olmaması lâzım gelen tepeden bakma, boyundan büyük olan nice büyüklere karşı, akıl almaz bir saldırganlık, acelecilik, muğalata ve benzeri sebeblerden doğan bıktırıcı tekrarlar, çekilmez tenâkuzlar sergilemiştir. Tenâkuz ve tekrarları çizildiği takdirde yazdıklarının neredeyse dörtte biri bile kalmayacaktır. Kitablarını aklı havada bir kara sevdalı edasıyla değil de, bir ilim adamı ciddiyeti ile okuyacak olan herkes bu hakikati görebilecektir. “İktizâ”sı, “Kâidetün Celîle”si, “Furkan”ı, “Ubûdiyye”si, Akîdeye dâir kitabları, Fetâvâ’sının akîdeyle alakalı kısımları, birindeki cümleleri diğerinde biraz değiştirilen, zaman zaman da hiç değiştirilmeden aynen tekrarlanan sözlerden meydana gelen cinsindendir. (İnkişaf Dergisi, No: 7)

Ebubekir Sifil diyor ki:

Net olarak anlaşılmaktadır ki İbn Teymiyye, kâfir ve müşrikler için Cehennem azabının sonsuz olmayacağı, azapta çok uzun zaman kalsalar da oradan çıkacakları bir günün mutlaka geleceği görüşünü benimsemiş ve hiçbir yoruma mahal bırakmayacak tarzda savunmuştur. (İnkişaf Dergisi, No:7)

Cennet ve cehennem hayatının ebediliği, Kur'an, Sünnet ve İcma ile sabit zarurat-ı diniyyedendir. Konuyla ilgili ayet ve hadisler burada zikredilemeyecek kadar fazladır. Ümmet seleften halefe bu itikat üzere icma edegelmiştir. İbn Hazm, "Merâtibu'l-İcma"da cennet ve cehennemin ebedî olduğu konusunda icma edildiğini ve bu icmaa muhalefet edenlerin küfründe icma bulunduğunu söyler. (Milli Gazete, 24 Temmuz 2004)

"Ebediyet" kelimesi etrafındaki tartışma İbn Teymiyye ve talebesi İbnu'l-Kayyım ile başlamıştır. Evveliyatında Cehm b. Safvan'ın hem cennetin hem de cehennemin son bulacağı görüşü dışında bu kelimeyi cehennemin sonluluğu anlamında tartışan olmamıştır. Cehennemin ebedi olmadığını söylemenin küfür olduğunu ben söylemiyorum. Ehl-i Sünnet alimlerinin eserlerinde bu mesele hakkında oldukça açık beyan ve hükümler var. Hadi'l-Ervah ve içindeki deliller okunmuş ve gerekli şekilde cevaplandırılmıştır. Hatta bu, daha İbnu'l-Kayyım hayattayken yapılmıştır. Pek çok alim tarafından "müçtehid" olduğu söylenen Takiyyüddin es-Sübkî, el-İ'tibâr bi Bekâi'l-Cenneti ve'n-Nâr" adlı eserinde Hadi'l-Ervâh'taki hatalı yaklaşımı açık biçimde gözler önüne sermiştir. Ondan yüzyıllar sonra Muhammed b. İsmail el-Emîr, "Ref’ul-Estâr" adlı reddiye ile meselenin üstüne bir kere daha gitmiştir. Bu ikinci eser, sıkı bir Selefî ve İbn Teymiyye takipçisi olan el-Albânî tarafından tahkik ve neşredilmiştir. el-Albânî de orada İbn Teymiyye ve öğrencisinin hatalı olduğunu açık bir şekilde itiraf etmektedir. (Milli Gazete, 30 Aralık 2007)

Uludağ Üniversitesi'nden Dr. Veysel Kaya şöyle diyor:

Yalnız, bu satırların yazarına göre İbn Teymiyye ve öğrencisinin [İbn Kayyım'ın] Cehennem azabının sonlu olduğu yönündeki kanaatleri son derece açık iken, … selefi çizgideki bazı yazarların, İbn Teymiyye’nin böyle bir şeye kail “olamayacağı”, onun bu izahlarının kendi görüşü olmayıp başkalarından aktarma olduğunu kanıtlamak için harcadıkları çaba hayret vericidir. İbn Kayyım el-Cevziyye’nin aktardığına göre, kendisi hocası İbn Teymiyye’ye cehennemin sonsuzluğu konusunu sormuş, İbn Teymiyye de problemin büyük ve oldukça müşkül olduğunu ima etmiş; daha sonraları da öğrencisinin bu isteğine istinaden söz konusu risalesini [İbn Teymiyye, er-Redd ‘alâ men kâle bifenâi’l-cenne ve’n-nâr ve beyânü’l-akvâl fî zâlik (nşr. Muhammed b. Abdillah es-Semherî), Riyad: Daru Belensiyeti’r-Riyad 1995.] kaleme almıştır. İbn Kayyım, Şifâ’ü’l-‘alîl fî mesâ’ili’kadâ’ ve’l-kader ve’l-hikme ve’t-ta‘lîl, Beyrut ts., s. 435. İbn Kayyım, Şifâ’ü’l-‘alîl’inde de Hâdî’l-ervâh’taki görüşlerini benzer bir tarzda aktarmaktadır: Şifâ’ü’l-‘alîl, s. 416-436. Her iki eser arasında bu konu bağlamında önemli sayılacak bir fark mevcut değildir. (Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 18, Sayı: 1, 2009. s.532)

Mehmed Şevket Eygi diyor ki:

"Müslüman halkın bir kısmının kafası allak bullak. Doğrusu çok üzücü, çok kahr edici, çok düşündürücü bir haldeyiz. Sahte müctehidler, bid'adçiler şazz fikir ve görüşlerle halkın zihinlerini karıştırıyor. Şazz "Kaide (kural) dışı olan, istisna teşkil eden, genel görüşten ayrı olan" demektir. Bu şazz fikir ve görüşlerden biri de İbn Teymiyye'nin ortaya attığı "Cehennemin ebedî olmadığı" iddiasıdır. Bu iddia Kur'ân'ın açık ayetlerine, Sünnete, icmâ-i ümmete, cumhur-i ulemânın görüşüne aykırıdır. İbn Teymiyye'nin bu konudaki aykırı görüşü ictihad değil, kuruntudan ibarettir." (Milli Gazete, 30 Ekim 2009)

Ömer Nasuhi Bilmen diyor ki:

"Filhakika İbni Teymiyye bazı itikadî ve amelî mes'elelerde büyük müctehidlere hatta sahabeye muhalefet etmiş; bu hususta hakka isabet edemediği birçok alimlerin tenkidleri ile sübut bulmuştur. Ulemadan bazılarına göre İbni Teymiyye mücessimedendir. Yani Allahü teâlânın bir cihette bulunduğuna, Arş-ı â'lânın nevîi itibariyle kadîm olduğuna kaani, kabirleri ziyarete muhalif, bir mecliste üç talâkla boşanan kadının ancak bir defa boş olacağına kaaildir...İlk zamanlar Celâl Kaznivî, Konevî ve Cerîrî gibi birçok ulema İbni Teymiyye'yi pek ziyade medh-ü senada bulunmuşlar ve adeta onun hizbini teşkil etmişlerse de, onun te'vil götürmez sözü karşısında birer birer kendisinden yüz çevirmişlerdir. Hatta Zehebî kendisine nasihatta bulunmuş, bir müddet muhalifleriyle aralarını düzeltmeye çalışmış, neticede o da kendisinden bir hayli inhiraf etmiştir." (Ahmed Davudoğlu'ndan naklen: Bkz. Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri, 5. Baskı, Huzur Yayınevi, İstanbul 1989, sayfa 47.)

Ali Eren diyor ki:

İbni Teymiyye’nin ihdas ettiği Ehl-i Sünnet’e ters düşen nice meseleler var ki, Asr-ı Saaadet’ten sonra 8 asır boyunca kimse bu meseleleri ortaya atmamıştır. Îbni Teymiyye, bu aykırı tavrıyla sadece bir mezhebi hedef almamış Ehl-i Sünnet’in tamamına ters düşmüştür. Ters düştü demek bile meseleyi hafife almak olur. Çünkü o, ters düşmek şöyle dursun, Eş’arî ve Mâtüridî itikâdına sahip bütün müslümanları sapıklar zümresi olarak kabul etmiştir. O, Ehl-i Sünnet itikadına sahip olan müslümanların icmâ halinde kabul ettiği meseleleri sapıklık kabul ederek, en ileri sapıklık derecesine kendisi ulaşmıştır. Ibni Teymiyye sadece itikad imamlarına dil uzatmamış, kendisini Asr-ı Saâdet’den kendi zamanına kadar gelip geçen bu ümmetin tamamının imamı gibi görmüş ve bu ümmetin zihninde mûtenâ bir makama sahip olan sofi, âbid-zâhid ve velileri tekfîre kadar gitmiştir. İslam âlimlerine hakaret nazarıyla bakmakta bir mahzur görmezken kendisini de Allah Resûlü’nün sözlerini ve sâlihlerin hayat tarzını en iyi anlayan kişi olarak görmüştür. İbni Teymiyye’nin en çok aleyhinde bulunduğu âlimler, ilim ve amelde en ileri olan âlimlerdir. Hangi imam daha çok şöhrete, ilim ve amele sahip, tahkik ve tetkiki geniş ve ümmetin ekseriyeti tarafından biliniyor ve üstünlüğü kabul ediliyorsa, İbni Teymiyye ona daha çok düşman olmuş, ona daha çok saldırmış, maalesef o zat İbni Teymiyye’nin en acı tenkidine maruz kalmaktan kurtulamamıştır. Ne var ki, her şeyin bir alıcısı olacağından bu tînette bulunan bir kişinin peşinden gidenler de elbette bulunacaktır ve olmuştur. (Guraba Dergisi, No: 9, Aralık 2008)

Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil diyor ki:

"İbni Teymiye, zamanında iki Müslüman devletin arasını açtığı gibi sonrasında da fikirleri İslam dünyasını korkunç bölünme ve parçalanmalara itti. Osmanlı Devleti içinde en büyük yarayı açan Vehhabi hareketi ondan etkilendi. Vehhabiler, Ehl-i Sünnetin hamisi ve yayıcısı Osmanlı Devleti’ne vurup zayıflatırlarken İngilizlerle gönül birliği içinde hareket ediyorlardı." (Türkiye Gazetesi, 6 Mayıs 2022)

Ezher Üniversitesi âlimlerinden ve “Tathîr-ül-Fuâd min denis-il-i’tikâd” adlı eserin sâhibi Muhammed Bahît el-Mutiî, Takıyyüddîn Sübkî’nin yazmış olduğu “Şifâ-üs-sikâm fî ziyâreti hayr-il-enâm” adlı eseri tanıtırken şöyle demektedir:

"Bu asırda İbn-i Teymiyye’nin bozuk sözlerini taklid eden ba’zı kimseler çıkıp, müslümanlar arasında bunları yaymaya, hattâ bunun için onun Vâsıta adlı eserini basdırıp neşretmeye başladılar. Vâsıta denilen bu kitap; Kitap, sünnet ve müslümanların akîdelerine ters düşen, İbn-i Teymiyye’nin ortaya çıkardığı bid’atleri ihtivâ etmektedir. Bu kimseler, bu hareketleri ile, uyumakta olan bir fitneyi uyandırdılar."

Muhammed Yusuf Benurî, m. 1963'de Pakistan'da neşrettiği Me’ârif-üs-sünen kitabının (bu kitap Sünen-i Tirmizî'nin bir şerhidir) 6. cildinin 149. sayfasında şöyle diyor:

"İbni Teymiyye, birçok üsûl ve fürû’ meselesinde Ehl-i sünnet alimlerinden ayrılmış, asrının alimleri ve sonra gelenler, onu red etmişlerdir."

Hazırlayan: Murat Yazıcı

Son değişiklik: 6 Mayıs 2022

Yazıların Kaynakları

Bu sayfadaki yazılar genel olarak şu iki kategoriden birine girmektedir:
1. Gazete, dergi veya kitaplardan alınmış kısımlar veya makaleler. Bunların yazarları ve hangi kaynaktan alındığı açıkca belirtilmiştir. İstifadeli olduğunu ve mühim bilgiler ihtiva ettiğini düşündüğüm yazıları -muhtevalarını değiştirmeden- buraya aldım. Bu tür yazılarda ifade edilen görüşler yazarlarına aittir.
2. Kendi araştırmalarıma dayanan, çeşitli kitaplardan ve makalelerden istifade edilerek derlenmiş yazılar. İstifade edilen kaynaklar listelendikten sonra genellikle "Hazırlayan: Murat Yazıcı" ifadesi yazının sonuna eklenmiştir.
Bu sayfadaki yazıların mühim bir kısmını çeşitli forumlarda yayınlamıştım. Bu tür yazılarımı düzeltmeler ve ilaveler yaparak burada toparladım. Gerektiğinde eski yazılara yeni belge ve bilgiler ekliyorum.
Not: Sayfanın sol üst köşesindeki rakam, 3 Ocak 2009'dan bu yana bu sayfanın kaç kere görüntülendiğini göstermektedir. Bu rakama blog yöneticisinin girişleri dahil değildir.

Yazıların Kullanım ve Dağıtımı Hakkında

Bu sayfadaki yazıları kopyalayabilir ve kullanabilirsiniz. Buradaki herhangi bir yazıyı başka bir sitede yayınlarsanız, bu sayfaya ( http://muratyazici.blogspot.com/ ) bağlantı vermenizi rica ederim. Zamanla ilave başlıklar eklemenin yanı sıra, mevcut başlıklara da yeni belgeler eklemeyi planlıyorum. Bu sayfaya bağlantı verildiği takdirde, her okuyucu ilgilendiği yazının en yeni haline ulaşma imkânına sahip olacaktır.