Ehl-i Sünnet Müdafaası

Ehl-i Sünnet Müdafaası

Bu sayfayı hazırlamaktaki maksadım "Ehl-i sünnetin müdafaası" için bir bilgi ve belge bankası meydana getirmektir. Faydalı olacağı ümidi ile başladım. Allahü teâlâ hâlis niyet, hayırlı netice ve muvaffakıyet nasib etsin. Bu sayfayı ziyaret eden kardeşlerimden hayır dualarını istirham ederim. (Daha fazla bilgi için sayfanın altına bakınız.)

24 Temmuz 2007 Salı

Dinde Reformcular

DİNDE REFORMCU YAKLAŞIMLAR VEYA DİNÎ MODERNİZMİN YÜKSELİŞİ -I-

Abdülkadir Coşkun

Günümüzün en çok tartışılan konularından birisi de modernizm meselesidir. Bu konu hakkında pek çok kitap, makale ve sempozyum bildirileri yayınlanmıştır. Ancak konuyla ilgili yapılan tartışmalara bakıldığında problemlerin açık bir şekilde ortaya konulamadığı görülmektedir. Özellikle bir kısım müslüman düşünürlerce yapılan modernizm tartışmalarına ufak bir göz atıldığında modern dünya karşısında duyulan eziklik ve aşağılık kompleksinin çok şiddetli hissedildiği ve bunun neticesinde tartışmaların te'sirsiz kaldığı hemen göze çarpmaktadır. Şunu çok rahat bir şekilde söyleyebiliriz ki; modernizm beşerî olan ve ilâhî vahiy ile bağını kesmiş olanı kastedmekte; din ise, ilâhî olan her şeyi ve onun beşerî plândaki tezâhür ve tecellilerini kastedmektedir. 'Modern' kelimesine çağdaş, yenilikçi, yaratıcı ve asra uygun gibi pek çok anlamlar verilmektedir. Dolayısıyla modernist, kendisini bu sıfatlarla da ifade etmektedir. Bir modernist için mevcud bir fikrin veya kurumun hakikatin bir yönüne isabet edip etmediği önemli değildir; onun için önemli olan o fikrin veya kurumun modern olup olmamasıdır. Aslında 'modern', çağdaş/asrî veya muasır demek değildir. Tam tersine 'modern' mevcud olan her şeyi idare eden ilâhî vahiy ile insana bildirilen değismez ilkelerden kopmuş demektir. Demek ki modernizm dinin zıddıdır.

Modern düşünceyi belirleyen insanın aklı ve duyularıdır. Modern düşünce, insanın üzerinde herhangi bir yüksek ilke tanımamaktadır. Din yani İslâm ise insan üstü bir ilke tanımakta, ilâhî vahyi merkeze almaktadır. Dolayısıyla müslüman, uhrevî gerçeklerin yani dünyanın geçici olduğunun ve asıl yurdunun ahiret olduğunun farkındadır. Müslümanın kılavuzu ilâhî vahiy olduğundan, ona göre insanın zihni ve aklı vahyin nuruyla aydınlanabilir.

Dinî Modernizm Meselesi

Modern düşünceyle ilgili yukarıda yaptığımız birkaç mülâhazadan sonra dinî modernizm meselesine geçebiliriz. Dinde reform yapma heveslilerinin niyetleri modern düşünme tarzının sonuçlarından biridir. Bu tür düşünce sahiblerine modernist, reformist veya reformcu denilmektedir. Modern İslâm düşüncesinin fikrî, zihnî ve amelî plânda tahrif etmek ve şeffaflığını bulandırmak istediği şey din yani İslâm'dır. Fakat modernistlerce yapılan saldırılar ehl-i sünnet üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bugün tam manasıyla bir Ehl-i Sünnet düşmanlığı söz konusudur. Modern İslâm düşüncesi, kişiye göre İslâm imajını yerleştirmek istemekte, İslâm'ın bize ne dediğini değil, bizim İslâm'dan ne anladığımızı gözetmektedir. Modernist/reformist çevreler bunu yaparken tecdid mefhumunu istismar etmekte, kendilerini topluma müceddid olarak tanıtmaktadırlar. O halde bunların çarpıttığı bu kelimenin asıl manasını ve reformla olan farklarını inceleyelim.

Tecdid ve Reform Farkı

Tecdid demek; zaman geçtikçe Kur'an ve Sünnet'te aslî şeklini kaybetmeye yüz tutan bazı uygulamaların yeniden aslî şekline döndürülmesine denir. Yani tecdid, müslümanların kendilerini yenilemelerinin adıdır. Burada dinde değiştirme, eksiltme veya fazlalaştırma söz konusu değildir. Reform ise, bir şeye yeniden şekil vermek, yeni bir biçim vermek demektir. Bu ise, İslâm için söz konusu olamaz. İslâm'da reform isteyen bazı çevreler açıkça bu taleplerini belirttikleri halde, bazı İlahiyat Fakülteleri'nde müçtehid geçinen birtakım hocalar tecdid mefhumunun arkasına sığınmakta, fakat neticesi reform isteğiyle aynı olan bir talepte bulunmaktadırlar. Reformcuları 'idrak yüzkaraları' olarak vasıflandıran merhum Üstad Necib Fazıl'ın şu cümleleri, reformcuların kafa yapılarını ortaya koyması bakımından bize kâfidir:

"Reformcuların toplu olarak bütün iddialarını demetleyecek ve onları mücerret ilim ve hakikat gözüyle inceleyecek olursak ereceğimiz gerçek şu olacaktır ki, bunlar bir baştan öbür başa, Batı akliyeciliği karşısında afallamış, sonradan aynı Batının 20. Asırda aynı akliyeciliği iptale kadar giden fikir çilesinden nem bile kapamamış, Doğunun özüne giremezken Batının kabuğunu olsun görememiş idrak yüzkaralarıdır."(1)

Dinî Modernizmin İslâm Alemine ve Ülkemize Yayılışı

Dinî modernizmin en temel özelliği İslâm'la ilgili yapılmış Batı kaynaklı çalışmalara dayanmasıdır. Günümüzde müsteşrik çalışmalarının yani İslâm'la ilgili yapılan Batı kaynaklı çalışmaların geçtiğimiz yıllara göre yoğunluğunu yitirmesi onların davalarında başarısız olduklarını göstermemektedir. Belki bu çalışmalara artık ihtiyaç duymadıkları söylenebilir. Zira onların yaptıklarının aynısı bugün daha ustaca bir şekilde yerli müsteşrikler tarafindan icra edilmektedir. Maalesef bugün İslâm aleminin her köşesinde adına 'geleneksel' denilen fakat aslına bakıldığında ifadesini Kur'an ve Sünnet'te bulan en temel akidevî ve amelî mevzûlara karşı bir başkaldırı söz konusudur. Sözkonusu başkaldırının ülkemizde de bazı kişi ve kurumlarca yürütüldüğü bilinmektedir. Ne zaman Ramazan ayı gelse veya müslümanlar için önem arzeden bir güne ulaşılsa bahsettiğimiz kişi veya kurumlar devreye girmekte, televizyonlara çıkıp milletin kafasını karıştırmakta hatta İslâm tarihi boyunca hiç bir şekil ve surette söylenmemiş cümleler sarf etmektedirler. Dün camilere kilise gibi sıralar konulmasını, camilerde musikî aletlerinin çalınmasını isteyen modernist sapıklar(2), bugün başörtülü olduğu için üniversite kapılarında sürünen kız ögrencilerin devlete karşı geldiğinden dolayı günaha girdiğini söyleyebilecek hayasızlığı ve seviyesizliği gösterebiliyorlar. İslâm ümmeti hiçbir dönemde bugün olduğu gibi dininin ayaklar altına alınmasına izin vermemisti.

Osmanlı'nın yıkılma sürecine girmesiyle İslâm alemi dört bir yandan sömürülmeye başlanmış ve müslümanlar tüm yönleriyle perişan olmuşlardı. Yapılması gereken şey ümmetin canlanmasını yeniden temin etmek için gerekli reçeteleri vermekti. Nitekim öyle de oldu, alimlerimiz ellerinden ne geliyorsa yaptılar. İşgalci güçlere karşı İslâm aleminin her köşesinde kitaplar yazıldı, vaazlar verildi. Fakat bazı kişiler hastalığın teşhisini yanlış koydular. Kusurları hastada arayacaklarına müesseselerde aradılar. Mevcud ne kadar hayatî müessese varsa hücum eden, mezheblere ve eski alimlere söven bir zihniyet ortaya çıktı. Hatta kesin İslâmî ve imânî meselelere karşı beyanlarda bile bulunuyorlardı. Tabii ki bunlara karşı Ehl-i Sünnet alimleri sessiz kalmadı ve gerekli tenkidlerin yapıldığı kitablar yazıldı.

Ülkemizde modernist/reformist düşünceler 1970'li yıllardan sonra Mısır ve Pakistan taraflarından yapılan kitap tercümeleriyle daha bir ivme kazanmış, bugün ise iyice çığırdan çıkmıştır. Ülkemizde modernist/reformist düşünceyle ilgili tartışılan konular daha çok Cemaleddin-i Efgani, Muhammed Abduh, Reşid Rıza ve Fazlurrahman çizgisi üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu kişilerce dillendirilen bazı konular günümüzde taraftarlarınca sürdürülmekte, fakat ilim ehli insanlar tarafindan yazılan eserlerle iddialari çürütülmektedir.(3) Modernist/reformist çevreler şeriatin dört delilinden olan icma ve kıyas'ı kabul etmediklerini her firsatta söylemekle birlikte, Kur'an ve Sünnet için aynı cesaretle konuşamamakta dolaylı yollarla kafalarda şüphe bırakmayı amaçlamaktadırlar. Gerçi açıkça Sünnet'i kabul etmediğini, hatta Kur'an'ı Hazret-i Peygamber Sallallâhu Aleyhi Vesellem Efendimiz'in yazdığını iddia edenler bile bulunmakta ise de, bu konuda bütün modernistler aynı cesareti gösterememektedir. Bunda modernist/reformist çevreler içerisinde fikrî bütünlüğün olmaması bir yana, niyetlerinin anlaşılmasından korktukları da önemli bir etkendir. Ne acıdır ki bütün bu bahsi geçen düşüncelerin sahiplerinden bu topraklarda doğup büyümüs, fakat dinine ve insanına yabancı kalmış, hatta düşmanlık edenler olmuştur. İşte biz, bu yazı dizisinde modernist/reformist çevrelerin üstadlarının kim olduğunu, yaptıkları tahriblerin ve tahriflerin hangi boyutlara ulaştığını, ülkemizdeki takipçilerinin yaptıkları tahrifler ve sonuçlarını tek tek ve müşahhas bir şekilde incelemeye çalışacağız. Şimdi, modernist/reformist çizginin dört üstadını kısaca tanıtalım:

Cemaleddin Efganî

Cemaleddin Efganî, İran'ın Esedâbâd şehrinde doğdu. Necef medreselerinde tahsil gördü. Pek çok dil bilirdi. Son derece hareketli bir yapısı vardı. Daha sonra siyasî işlere bulaşmış, Mısır hükümeti kendisini sürgün etmiş, o da Paris'e giderek, orada Mısırlı ögrencisi Muhammed Abduh ile birlikte "el-Urvetü'l-Vüskâ" adlı bir gazete çıkarmıştır. Bilahâre İstanbul'a davet edilmiş, burada yaptığı bir konuşmadan dolayı devrin alimleri tarafından tenkid edilmiş ve İstanbul'dan kovulmuştur. Efganî, masonluğa intisab etmiştir. Hatta İngiliz belgelerine göre bir ilâha inanmayı şart koşan İskoç Mason Locası'na üye iken, buradan Allahsızlık ithamıyla kovulmuş, o da Allahsızlığın makbul sayıldığı Fransız Grand Orient Locası'na reis olmuştur.(4) Taraftarlarınca Efgani'nin masonluğu, davası uğruna yaptığı -ne davasıysa- bir iş olarak yorumlanmışsa da konunun ehlince yapılan tenkidlerle bunun bir safsata olduğu anlaşılmıştır. II.Abdulhamid Han'ın Efgani'yle ilgili söylediği şu sözlere bakarsak Efgani'nin nasıl birisi olduğu daha iyi anlaşılacaktır: "...Hilafet'in elimde olması sürekli olarak İngilizleri tedirgin etti. Blund adlı bir İngilizle Cemaleddin Efgani adlı bir maskaranın elbirliği ederek İngiliz hariciyesinde hazırladıkları bir plân elime geçti... Cemaleddin-i Efgani'yi yakından tanırdım. Mısır'da bulunuyordu. Tehlikeli bir adamdı. Bana bir ara Mehdilik iddiasıyla bütün Orta Asya müslümanlarını ayaklandırmayı teklif etmişti. Buna muktedir olamadığını biliyordum. Ayrıca İngilizler'in adamı ve çok muhtemel olarak İngilizler beni sınamak için bu adamı hazırlamışlar idi. Derhal reddettim. Bu sefer Blund'la işbirliği yaptı. Kendisini İstanbul'a çağırttım... Bir daha İstanbul'dan çıkmasına izin vermedim."(5)

1. BÖLÜM DİPNOTLARI

1) N. F. Kısakürek, Doğru Yolun Sapık Kolları -Arınma Çağında İslâm-, Büyük Doğu Yay., İstanbul 1978, s. 156
2) Daha önce bu konuyla ilgili yazdığımız bir yazıda 1928 yılında İlahiyat Fakültesi profesörlerinden bir grubun akıllarınca İslâmiyet'i ıslah(!) için hazırladıkları bir beyannâmeden pasajlar aktarmıştık. Bu pasajlar ve konuyla ilgili diğer yorumlar için bkz: Abdülkadir Coşkun, "Reformu Dinde Değil Kendimizde Yapmak" isimli makale.
3) Özellikle burada, son yıllarda modernistlerle ilgili takdire şâyan çalışmalar yapan Ebubekir Sifil'in Modern İslâm Düşüncesinin Tenkidi adlı seri kitabı zikredilmelidir. Yine Cemaleddin-i Efgani'yle ilgili Cemaleddin Efgani Etrafinda (Hakkında) Makaleler (İstanbul 1416/1996) adlı kitabiyla modernist/reformist kesimleri şoka ugratan Muhammed Reşad, modernist/reformist akımlarla ilgili yazmış olduğu kıymetli makaleleriyle Ali Nar Hoca ve tüm Ehl-i Sünnet cemaat, tarikat ve alimleri bu konularda ciddi hizmetler yapmışlardır.
4) Geniş bilgi için bkz. Alaaddin Yalçınkaya, Cemaleddin Efgani, İstanbul 1991, Osmanlı Yayınları, s. 131-132; Muhammed Reşad, Cemaleddin Efgani Hakkında Makaleler, İstanbul 1416/1996, s. 21, dipnot: 36
5) Abdulhamid Han, Sultan Abdulhamidin Hatıra Defteri (Haz. İsmet Bozdağ), İstanbul 1986 (8. Baskı), Pınar Yay., s. 73

DİNDE REFORMCU YAKLAŞIMLAR VEYA DİNÎ MODERNİZMİN YÜKSELİŞİ -II-

Modernizm ve özellikle dinî modernizm üzerine kaleme aldığımız bu yazının birinci bölümünde modernizmle ilgili tahlillerde bulunmuş ve dinî modernizmin başlıca temsilcilerinden olan Cemaleddin Efgânî’yi tanıtmaya çalışmıştık. Yazının sonunda ise II. Abdulhamid Han’ın Efgânî’yi ‘maskara’ olarak vasıflandırdığı cümlelerini nakletmiştik. Abdulhamid Han’ın Efgânî hakkında ‘maskara’ demesi İslâmî çevrelerde kalem oynatan birtakım yazarları rahatsız etmiş olacak ki, Efgânî’yi temize çıkarmak için Abdulhamid Han’a olmadık hakaretler etmişlerdir: "Abdülhamid’in Afgani hakkında “maskara adam” demesinin şerî bir önemi yoktur... Abdülhamid’in söylediği o söz niçin Sultan’ın kendisi için de geçerli olmasın.”(1) Bu gibi sözleri sarfedebilen insanların İslâmî çevrelerde kalem oynatabilmesi geçekten çok acı verici bir durum... Bugün hâlâ Efgânî’nin bâtıl davasını öve öve bitiremeyenler vardır. Meselâ son zamanlarda yayınlanan bir yazıda Efgânî ve çizgisi ile ilgili şunlar söylenmektedir: "... Afgani’nin İttihad-ı İslâm söylemi, İstanbul yönetimi tarafından 1872’den sonra kullanılmaya başlanmıştı. Bu söylem Afgani için tevhidi bilinçlenme süreci için ve batı yayılmacılığına karşı ibadi bir görevi ifade ediyordu, ümmeti yeniden ihya mücadelesinde stratejik bir içtihaddı.”(2) Tevhid-şirk edebiyatında mangalda kül bırakmayan, önüne geleni cehenneme postalayan(!) bu adamların hallerine bir bakın! Yukarıdaki cümlelerin sahibi aynı yazısında Vehhabilik adlı sapık mezhebin kurucusu olan Muhammed bin Abdülvehhab’dan övgüyle sözetmekte, kendince bazı yenilikçi(!) hareketlerini saydıktan sonra şöyle demektedir: "... Ve yine 18. yüzyılda mayalanan ve 19. yüzyılın başında Mısır, Osmanlı, İngiliz ittifakı sonucu engellenen Muhammed Abdülvahhab’ın ilk İslâm neslinin zindeliğini yeniden inşa amaçlı tecdit ve ıslah çabaları bir öykünmeciliği değil; İslâm’ın orijinine inmeye çalışan bir özgünlüğü ifade etmiştir.”(3) Herhalde bu iktibaslarla meselenin nerelere kadar gittiği daha iyi anlaşılmıştır. Efgânî’nin hayatı son derece karışık ve hareketli geçtiği için tafsilâtı kaynaklara havale ediyor, yalnız İstanbul’dan kovulmasına sebep olan konuşması ile Ernest Renan’la olan yazışmalarını ileride ele almak üzere Muhammed Abduh’un hayatına geçiyoruz.(4)

Muhammed Abduh

Muhammed Abduh Mısır’da doğmuş, Ezher’de yetişmiş ve İskenderiye’de ölmüştür. Efgânî’nin öğrencisidir. O da üstadı gibi mason olmuş, maddî mucizeleri inkar etmiş, sahih hadislere uydurma damgası vurmuş, Kadir gecesi gibi mübarek gecelerin hiçbir kıymeti olmadığını iddia etmiştir. Bütün bu iddiaları tek tek ele alınmış ve yanlışlığı ortaya konulmuştur. Abduh gibilerinin kimler tarafından destek gördüğüne dair zamanınında İngiltere’nin Mısır sömürge valisi Lord Cromer’in söylediği şu söz ibretliktir: “Kuşkusuz İslâmî reformist hareketin geleceği Şeyh Muhammed Abduh’un çizdiği yolda ümit vaadediyor. Ve o yolun yolcuları Avrupa’nın her türlü yardım ve teşviklerine lâyıktırlar.”(5)

Büyük âlim merhum Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi Abduh’la ilgili şunları söylemiştir: "... Şeyh Muhammed Abduh’a isnad olunan ıslâhâta gelince hülâsası şudur: Şeyh din sahasındaki sarsılmaz vukűfundan Ezher’i sarsıp ayırmış, mensubînini(mensuplarını) bu suretle lâdînîliğe(dinsizliğe) doğru geniş hatvelerle yürütmüştür. Fakat dinsizleri, dindarlığa doğru bir hatve bile attıramamıştır. Üstadı Efgani vasıtasıyla, masonluğu Ezher’e idhâl(sokan) eden odur.”(6)

Reşid Rıza

Aslen Bağdatlı olan Reşid Rıza, Trablus ve Şam’da okumuştur. Abduh’un talebesidir. O da üstadı gibi mucizeleri inkar etmiş, hadislerle ve icmâ ile hükmü kesinleşmiş pek çok meseleyi reddetmiştir.(7)

Fazlur Rahman

1919 yılında Pakistan’ın Hazara şehrinde doğdu. İlk, orta ve yüksek öğrenimini Pakistan’da yaptı. ABD’de Oxford Üniversitesi’nde doktorasını yaptı. Daha sonra farklı üniversitelerde öğretim üyeliğinde bulundu. 1988 yılında öldü. Türkiye’de en çok Ankara İlâhiyatlılar tarafından sevilir ve takip edilir. Nitekim Fazlur Rahman’la ilgili çıkardıkları dergilerde özel sayılar yapmakta ve kitaplar yayınlamaktadırlar. Hatta Ankara İlâhiyatın müctehid(!)lerinden olan ve Fazlur Rahman’la ilgili yaptığı çalışmalarla tanınan Adil Çiftçi, Fazlur Rahman’ın modernist olduğunu inkar etmemekte, bilakis onun yorumlarının ‘modern’ olduğunu; fakat ‘modernleşme’yi değil, -ne demekse- ‘İslâmî modernleşme’yi savunduğunu belirtmektedir.(8 ) Fazlur Rahman’ın öncelikli ilkesi Kur’an ve Sünnet’in tarihsel olduğudur. Bu iddiaları ilim ehli tarafından yazılan kitaplarla çürütülmüştür. (9)

Türkiye’deki Modernistler

Türkiye’deki modernist kesimler çok çeşitlilik arzederler. Kimi Efgânî, Abduh, Rıza ve Fazlur Rahman çizgisini olduğu gibi kabul etmekte, kimisi ise bu kişilerin İslâm’a hizmet ettiklerini belirtmekle birlikte hatalarının da olduğunu söylemektedir. Kimileri Kur’an ve Sünnet’in tarihsel olduğundan bahsetmekte, kimileri ise sadece icmâ ve kıyas’ı kabul etmemektedir. Bazıları Kur’an’ı Peygamberimiz’in yazdığını bile söyleyebilmekte, bazıları ise dolaylı yollardan giderek neticesi Din’in tahrifi olan mezhebsizlik, telfik ve herkesin ictihad yapması gibi söylemleri dile getirmektedir. Maalesef Türkiye’de akademisyenlik yapmak Efgânî ve Abduh meddahlığından geçiyor. İşin garip tarafı her şeye şüpheyle baktıklarını söyleyen ‘akademisyenler’ Efgânî ve Abduh’un ‘ne idüğü belirsizler’ takımından olduklarını gözden kaçırıyorlar. (10) Türkiye’deki en azılı modernistlerin isimlerini saymak gerekirse şu isimler söylenebilir: Yaşar Nuri Öztürk, Zekeriyya Beyaz, Salih Akdemir, Edip Yüksel, Süleyman Ateş, Hüseyin Atay ve Ankara İlâhiyat’ın çoğunluğu...

2. BÖLÜM DİPNOTLARI

1- Yaşar Kaplan, “Afgani Hakkındaki İddiaların Kaynağı”, 30 Mayıs 1994 tarihli Vakit Gazetesi, s. 3’den naklen Muhammed Reşad, Cemaleddin Efganî Etrafında Makaleler, İstanbul 1416/1996, s. 143
2- Hamza Türkmen, “İslâmcılık ve Safların Farklılığı”, Haksöz, sayı: 120, Mart 2001, s. 37
3- Hamza Türkmen, aynı yazı, s. 38
4- Efgânî’nin hayatıyla ilgili geniş bilgi için Muhammed Reşad ve Alaaddin Yalçınkaya’nın kitapları ile merhum Ahmed Davudoğlu Hocaefendi’nin Dini Tamir Dâvasında Din Tahripçileri (İstanbul 1980 [4.Baskı] , Sağlam Kitabevi) adlı kitabının 57-73 sayfalarına bakılabilir.
5- M. Muhammed Hüseyin, Modernizmin İslâm Dünyasına Girişi, (Trc. S. Özel), İstanbul 1986, İnsan Yayınları, s. 91-92 (Cromer’in 1905 yıllığının 7. maddesinden naklen).
6- Mustafa Sabri Efendi, Mevkıfu’l-Akl ve’l-İlm ve’l-Alem, Beyrut 1314 (3.Baskı), c. I, s. 133; Tercüme: İbrahim Sabri Efendi (Yazma), c. I, s. 111’den naklen Muhammed Reşad, s. 28.
7-Reşid Rıza’nın bozuk görüş ve fikirlerinin isabetli bir tenkidi için bkz. Hasib es-Samarrai, Dinî Modernizmin Üç Şövalyesi, (Trc. Ali Nar-Sezai Özel), İstanbul 1419/1998, Bedir Yayınları, s. 149-264. İşin ilginç tarafı bu kitabın Efgânîciler’in yoğun olduğu Ezher Üniversitesi’nde yapılmış bir doktora tezi olmasıdır.
8- Bkz. Adil Çiftçi, Fazlur Rahman İle İslâm’ı Yeniden Düşünmek, Ankara 2000, Kitâbiyât Yayınları, sh.9-10.
9-Fazlur Rahman’ın görüşlerinin topluca bir tenkidi için bkz. Ebubekir Sifil, Modern İslâm Düüncesinin Tenkidi II –Fazlur Rahman’ın Görüşlerinin Eleştirisi-1, İstanbul 1998, Kayuhan Yayınları; Modern İslâm Düşüncesinin Tenkidi III –Fazlur Rahman’ın Görüşlerinin Eleştirisi-3, İstanbul 1999, Kayıhan Yayınları.
10-Türkiye’deki akademisyenlik anlayışıyla ilgili güzel bir yazı için bkz. Said Aykut, “Türkiye’de Akademisyenlik, Zihin Eğitimi ve Strateji Üzerine”, Akademya Dergisi, sayı: 12, Ağustos 1999 (İki sayı bir arada), s. 61-63

DİNDE REFORMCU YAKLAŞIMLAR VEYA DİNÎ MODERNİZMİN YÜKSELİŞİ -III-

Modernizm ve özellikle dinî modernizm üzerine kaleme aldığımız bu yazının ikinci bölümünde dinî modernizmin başlıca temsilcilerini ele almış ve kısaca da olsa belli-başlı zaafiyet noktalarına temas etmiştik. Yazımızın bu üçüncü ve son bölümünde ise modernist zihniyetin Batı karşısında nasıl bir aşağılanmışlık kompleksine kapıldığına dair bir örneği, modernistlerin çeşitliliğini anlamak açısından modernistlerden yapılmış farklı nakilleri bulacaksınız.

Batı karşısındaki acziyete dair bir örnek: Efgânî’nin Renan’a cevabı(!)

Ernest Renan batılı bir filozof olup bütün dinlere düşmanlığıyla tanınır. Ernest Renan İslâm’ın gelişmeye mâni olduğu yönünde bir konferans vermişti. Renan konferasında özetle şunları söylüyordu:

“... İslâmiyet ilme ve felsefeye daima ezâ etmiş ve nihâyet onları boğmuştur... İslâmiyet’i müdafaa eden serbest fikir sahipleri onu tanımıyorlar. İslâmiyet, rûhâni ile cismâninin birbirine kaynaması, bir akidenin tahakkümü , insanlığa vurulan zincirlerin en ağırıdır... İslâmiyet, fethettiği memleketlerin fikrî ve rûhi varlığını ezmiştir... İnsan zekâsı için İslâmiyet yalnız zararlı olmuştur... Bir Müslümanı ayırt eden vasıf ilim düşmanlığıdır.”(1)

Bu hezeyanlara karşı ise Tevhidî hareketin sarsılmaz mücahidi(!) Cemaleddin Efgânî bakın nasıl cevap veriyor:

“İlmin tekâmülünde İslâm’ın bir mâni teşkil ettiği doğru ise de bu mâninin bir gün ortadan kalkmayacağını söylemek mümkün müdür? İslâm bu mevzuda diğer dinlerden hangi cihetle ayrılır? Bütün dinler kendi bünye ve üslublarına göre müsamahasızdırlar... (Hristiyan cemiyeti Hristiyanlık mânisini aştıktan sonra) hür ve serâzad terakki ve ilim yolunda ilerlemektedir. Halbuki İslâm cemiyeti henüz dinî vesayetten kurtulmamıştır... İslâm cemiyetinin de bir gün bu vesayet bağını koparacağı ümidini beslemekten kendimi alamıyorum. Batı cemiyeti için Hristiyan akidesi bütün şiddet ve müsamahasızlığına rağmen hiçbir zaman yenilemeyecek bir mâni olmamıştır. Hayır, İslâm’da bu ümidin beslenmediğini kabul edemem. Ben burada M.Renan’a karşı Müslümanlığı değil, barbarlıkta ve cehalette yaşamağa mecbur kalacak yüz milyonlarca insanı savunuyorum. Müslümanlığın, ilmi ve ilmî tekâmülü yok etmek isteği bir hakikatdir... (Din ehli) Bir öküzün arabaya koşulduğu gibi bir dogmanın, mezhebin esiri olarak şeriat ehli tarafından evvelce çizilmiş yolda aynen yürümeye mecburdurlar... Arab medeniyetinin (İslâm medeniyeti yerinde kullanıyor) dünyaya canlı bir parlaklık saçtıktan sonra nasıl birdenbire söndüğünü sormamıza müsaade edilmelidir. Bu meş’ale o zamandan beri nasıl tekrar yakılmamış ve Arab âlemi neden tekrar karanlıklara gömülmüştür? Bu noktada İslâm Dini’nin mesuliyeti tamamen meydandadır. Gayet açıktır ki (İslâm) Dini yerleştiği her yerde ilmi bertaraf etmek istemiş ve bu gayesini gerçekleştirmede, despotizmin yardımında çokça faidelenmiştir... Dinler isimleri ne olursa olsun birbirlerine benzerler. Dinlerin felsefe ile uyuşmaları mümkün değildir. Din insana iman ve itikadı zorla kabul ettirir halbuki felsefe, onu itikadlardan tamamen veya kısmen uzaklaştırır... Din üstün olduğu zaman felsefeyi bertaraf etmiştir. Felsefe hakim olduğu zaman ise aksi varid olmuştur. İnsanlık var oldukça Nass ile serbest tenkid, Din ve felsefe arasındaki mücadele bitmeyecektir. Bu hırslı mücadelede, hür düşüncenin galip gelmeyeceğinden korkuyorum.”(2)

Böyle bir cevapla karşılaştığında şaşkınlığını gizleyemeyen Ernest Renan, memnuniyetini şöyle belirtir:

“Şeyh’in vukufla yazılmış makalesinde, üzerinde gerçekten uyuşamadığımız yalnız bir nokta görüyorum”
“Şeyh’e haksız görünebildiğim bir cihet, vahye dayanan her dinin kendisini ister istemez pozitif bilime düşman gösterdiği ve Hrıstiyanlığın da bu bakımdan İslâmlıktan aşağı kalmadığı fikrini yeteri derecede geliştirmemiş olmamdır.”
“... Madem ki Şeyh Cemaleddin, muhtelif dinler hakkında eşit bir adaletle hüküm vermemi istiyor... Serbest düşüncelilerin bu muhtelif noktalar üzerindeki anlaşmazlığı derin bir anlaşmazlık değildir, çünkü İslâmlığın lehinde de olsalar aleyhinde de olsallar hepsi de aynı amelî neticeye varmaktadırlar: Müslümanlar arasında öğretimi yaymak... (Bu olursa) bizim Katolikler’den ayrıldığımız gibi İslâmlıktan ayrılacak seçkin şahsiyetler yetişecektir. –Şeyh Cemaleddin kadar seçkinleri herhalde az olacaktır-.”
“... Öyle zannediyorum ki, Müslüman memleketlerini uyandırıp kalkındıracak olan şey İslâmlığın kendisi değil onun zaafa düşmesi olacaktır... Bazı kimseler konferansımda Müslüman dinine mensup olanlara karşı düşmanlık sezmişlerdir. Bu hiç böyle değildir; İslâmlığın en büyük kurbanları Müslümanlardır.”
“...İnsan zekâsı asıl işine yani pozitif bilimin kurulmasına çalışmak istiyorsa, her türlü tabiatüstü itikaddan kurtulmalıdır... Hrıstiyan aydınları için dinî itikadların zararsız bir hal aldıkları hayırhah bir lakaydlık haline varmak bahis mevzuudur. Bu Hristiyan memleketlerinin aşağı yukarı yarısında olmuştur; İslâm memleketlerinde de aynı şeyin olmasını temennî edelim. Şüphe yok ki bu olduğu gün, Şeyh’le ben birlikte alkışlayacağız.”(3)

Herhalde bu iktibaslar maksadı anlatmaya kâfi gelmiştir. Farklı modernistler tarafından farklı konularla ilgili söylenmiş sözleri yorumu siz okuyucularımıza bırakarak gözler önüne serelim:

Kur’an-ı Kerim

"Kur’an’daki yasama ruhu, hürriyet ve sorumluluk gibi genel beşerî değerlerin, her zaman yeni bir yaşama biçimine bürünmesi şeklinde açık bir yön ortaya koyduğu halde, Kur’an’daki fiilî yasama, Kur’an’ın indirildiği o günkü Arap toplumunu, başvurulacak bir örnek alarak almak zorunda kalmıştır. Bununla, Kur’an’daki fiilî yaşamanın ezelî olduğu kastedilmiş olamaz. Bunun Kur’an’ın kadîm oluşu ile de bir ilgisi bulunamaz. Durum böyle iken İslâm fakihleri ve kelamcıları çok geçmeden meseleyi karıştırarak Kur’an’ın hukukla ilgili emirlerinin; şartları, yapısı ve iç bünyesi ne olursa olsun herhangi bir topluma uygulanacağını sanmışlardır.”(Fazlur Rahman)(4)

"Kur’an’ın matematiksel yapısının keşfi, önceden belirlenmiş bir hedef bulunmaksızın, çetin bir çalışma sonunda olmuştur. Dr. Khalife, 1973’te ilk bilgisayar verilerini yayınladığı zaman, şifreden, yani ortak payda 19’dan habersizdi. Bazı harflerin sıklık sayısı arasında ilgi çekici ilişkiler ve ortak bağlar bulmuştu. (Bu olaya tanıklık eden ulusal gazeteler, dergiler ve kitaplar elimizde bulunmaktadır.) Buna karşın, Dr. Khalifa 1974’ün başında bu sayılardan çoğunun 19’un katları olduğunu buldu. Böylece buluşunun Bölüm 74’te (El-Müddessir, Gizli olan) bağlantısını anladı. Bu, önceleri önsel istatistiklere dayandırılmıştı. Şifrenin buluşundan sonra, benim de dahil olduğum oldukça az kişi bu savı inceledi ve bunun daha ötesinde buluşlar yaptı. Bununla beraber, bu görgül araştırma, bizi daha sonra bazı değişikliklere ve pekiştirmelere götürdü. Örneğin, hepimiz Sûre 9’un (Tevbe) son iki cümlesinin aslî Kur’an’dan olmadığı sonucuna vardık.” (Edip Yüksel) (5)

"Kur’an-ı Kerim’i Hz Muhammed yazdı. Bu onun aslında bir iç konuşması. İnsanda Freudçu teoriye göre, bilinçaltı ve ortak bilinç vardır. Ortak bilince inilebilir. Kur’an içimizin bir ürünüdür, dışımızdan gelen bir şey değildir. Peygamberler duyarlı, yabancılaşmamış insanlardır. Bu insanlar ortak bilinç dışına inebilirler. Hz. Muhammed de ortak bilinç dışına inebilmiş bir insandır. Cebrail ise Hz. Muhammed’in ortak bilinç dışına inebilmesi sırasında kullandığı arka tipidir.” (Salih Akdemir) (6)

Sünnet ve Peygamberimiz’in konumu

"Soru: Hz. Peygamber de hüküm koyamaz mı? Cevap: Hayır, Hz Peygamber de Kur’an dışında hüküm koyamaz, koyar derseniz o da şirk olur. Hz peygamber Allah’ın kulu ve elçisidir. Elçi, temsilcisi olduğu kuvvetin tebliğcisidir, ortağı değil.”(Yaşar N.Öztürk)(7)

"Şürakâcı (şirk araçları) mukallitler hem bu insanlara (sahabe’ye) hem de tarihe yalan söyleterek muazzez Allah elçisinin ölümünden iki asır sonra Kur’an’ın on katına varan mişna (bu söz halife Ömer’in dir.) yığınını Hak Elçisine izafe edip Kur’an dışında başka bir din oluşturdular.”(Yaşar N.Öztürk) (8 )

"Bir takım süper manyaklar, ağızlarına odun sokuyorlar; sünnet diyorlar.”(Yaşar N. Öztürk) (9)

İcmâ

"Allah’ın kitabın da yer almayan bir hükmü koyan yaklaşım, adı icma da olsa bir ifsattır. Yani bozgun yaratmak... İşin esası şudur ki, Kur’an’da yer almayan bir yığın kabülü Muhammed ümmetine Allah’ın emri gibi empoze etmek için kullanılan yollardan biri de bu icma oyunudur. Bu din bir şirket dini değildir ki kurul veya konsil kararlarıyla yönetilsin...”(Yaşar N. Öztürk) (10)

Farklı konular

"Ben mezhep imamlarını kendimden büyük görmüyorum ki birinin yoluna gireyim. Bir meselede onlardan birinin görüşünü benimsiyorsam bir çok meselede muhalif kalabiliyorum. (Cemaleddin Efgânî)(11)

"Kader meselesi üzerinde Türkiye’de en önemli çalışmalardan birini yapmış olan Hüseyin Atay, sonuçta Kur’an’ın kadere iman diye bir anlayışa onay vermediğini söylemiştir.” (Yaşar N. Öztürk)(12)

"Komünizm öldüyse biz yaşamayalım. Komünizmin ölmesi demektir. Bunu söyleyenlere sadece açıyorum. Kur’an-ı Kerim’de de Komünizmin izlerine rastlanıyor. İslâm’da mülkiyet yoktur.” (Salih Akdemir) (13)

"... Sonuç olarak sünnî fıkıh mezhepleri ittifakla mut’a nikahının caiz olmadığı hükmünü benimsemişlerdir. Bu mezheplere mensup bir müftü mut’a nikahının cevazına durum ne olursa olsun fetva veremez. Ancak samimi olarak içtihad veya taklit yoluyla farklı görüşte olanlara da fâsık demeyiz.” (Hayreddin Karaman) (14)

"Soru: Geçimimizi banka faizindeki parayla sağlıyoruz. Haram mı? Cevap: Banka faizi haram değildir. İçiniz rahat olsun.” (Zekeriyya Beyaz) (15)

"Hayır efendim, adetli bayan her zamanki gibi, Müslüman, mübarek ve muhterem bir insandır. Sadece biraz rahatsızdır. Dolayısıyla duasını da oyapar, Kur’an’ı da okur, hatta isterse namazını da kılar, orucunu da tutar.” (Zekeriyya Beyaz) (16)

3. BÖLÜM DİPNOTLARI

1- Ernest Renan, Nutuklar ve Konferanslar, Ankara 1946, s. 183-205’den naklen Muhammed Reşad, Cemaleddin Efgânî Etrafında Makaleler, İstanbul 1416/1996, s. 254
2- Cemaleddin Efgânî, Journal des Débats Gazetesi, 18 Mayıs 1883, sh. 2, (Tercümesi: Alaaddin Yalçınkaya, Cemaleddin Efgani, İstanbul 1991, Osmanlı Yayınları, 144-151)’den naklen Muhammed Reşad, a.g.e., s. 255-256
3- Ernest Renan, Nutuklar ve Konferanslar, 208-212’den naklen Muhammed Reşad, s. 259-260
4- Fazlur Rahman, İslâm, (Trc. Mehmet Dağ-Mehmet Aydın), İstanbul 1981, sh. 47-48’den naklen Hamdi Döndüren, “Zamanın ve Şartların Değişmesiyle İslâmî Hükümler Değişir mi?”, İslâmî Edebiyat, Nisan-Mayıs-Haziran 2001, sayı. 33, s. 72-73
5- Edip Yüksel, Asal Tartışma, İstanbul 1998, Ozan Yayıncılık, s. 48-49
6- Salih Akdemir, “Kur’an-ı Kerim’i Hz. Muhammed Yazdı”, (Haber: Hatice İkinci), 23 Haziran 1995 tarihli Evrensel Gazetesi.
7- Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an’daki İslâm, sh. 656’den naklen Ebubekir Sifil, a.g.e., s. 48
8- Y.Nuri Öztürk, Kur’andaki İslâm, sh. 124’den naklen Ebubekir Sifil, a.g.e., s. 124
9- Nakleden Ali Nar, “Modernizm Nereden Koşuyor? Yahut Yenileşme’nin Boyutları”, Akademya Dergisi, sayı. 11, Şubat 1999, s. 100
10- Y. Nuri Öztürk, Kur’an’daki İslâm, s. 628 vd.’den naklen Ebubekir Sifil, a.g.e., s. 343
11- Mirza Lüfullah Han Esedâbâdî, Hakîkatu Cemaleddin Efgânî I, s. 106-128; Abdullah Kudsizâde, XIII/5-7, s. 364’den naklen Hamdi Döndüren, aynı makale, s. 73
12- Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an’daki İslâm, sh. 93’den naklen Ebubekir Sifil, Modern İslâm Düşüncesinin Tenkidi I, (Yaşar Nuri Öztürk’ün Görüşlerinin Eleştirisi), İstanbul 1999 (Gözden geçirilmiş 4. Baskı), Kayıhan Yayınları, s. 17
13- Salih Akdemir, aynı yazı
14- Hayreddin Karaman, İslâm’da Kadın ve Aile, s. 374’den naklen Ali Nar, s. 102
15- Z. Beyaz, Gerçek İslâm–Sorular ve Cevaplar-, 26 Ocak 2000 tarihli Takvim Gazetesi, s. 8
16- Z. Beyaz, Gerçek İslâm –Sorular ve Cevaplar-, 1 Temmuz 2000 tarihli Takvim Gazetesi, s. 8

20 Temmuz 2007 Cuma

İbni Suud Ailesi, Vehhabîlik, İngilizler

Harem-i Nebevî müderrislerinden Abdurrahman b. İlyas tarafından kaleme alınıp, Sadaret'e takdim edilen raporda, İngilizlerle işbirliği yapan İbn-i Suud ailesi ve Kuveyt Emîri Mubarek el-Sabah'ın faaliyetleri ve onlara karşı İbn-i Reşid ailesinin mücadeleleri anlatılmaktadır. Binbir gâileyle uğraşan Osmanlı Devleti ise, bu gelişmeler karşısında denge politikası takip etmek zorundaydı.

Bugün dünyanın hemen hemen en sıcak çekişmelere açık bölgelerinden birisi olan Basra Körfezi ve civarı, geçen (Yirminci) yüzyılın başında da hayli hareketliydi. Bir taraftan, Osmanlı hakimiyetini yıkıp kendi nüfuzunu arttırma çabasındaki İngilizlerin faaliyetleri, diğer taraftan birbirlerine üstünlük sağlamak üzere çeşitli entrikalar çeviren mahallî güçlerin ve kabilelerin çıkar kavgaları, Basra Körfezi'ni, Orta Arabistan'ı, hattâ Hicaz'ı cadı kazanına çevirmişti.

Osmanlı Devleti, son yüzyılında yaşadığı binbir türlü gâileye paralel olarak, buralarda da güç ve nüfuz kaybına uğramıştı. Ve durumun farkında olan II. Abdülhamid, hattâ ondan sonraki II. Meşrutiyet dönemi yöneticileri, bölgenin bir oldu bittiyle elden çıkmaması için, daimî teyakkuz halinde bulunuyorlardı. Gerçi, takip edilen politikalar, doğurdukları sonuçlar itibariyle tartışılır olmakla birlikte biz, konunun bu yönünü anlatmak değil, bölgenin o günkü durumunu özetleyen bir raporu sunmak istiyoruz.

Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde bulunan söz konusu rapor (BOA, DH-MUİ 17/4-22, Lef 5/1), 21 Aralık 1909'da, Medine'de Harem-i Nebevî müderrislerinden Abdurrahman b. İlyas tarafından kaleme alınarak Sadaret'e takdim edilmiştir. Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde bölge ile ilgili, benzeri binlerce belge olmasına rağmen, bu belgenin önemi, eksikleri de olsa, adeta o coğrafyanın 19. yüzyıl tarihini özetlemesinden kaynaklanmaktadır.

Kutsal mekânlar yağmalanıyor

Basra Körfezi ve Orta Arabistan tarihinde önemli rol oynayan dış faktörlerin yanısıra, burada, oldukça güçlü ve bedevî Arap kabileleri üzerinde hayli etkili olan Suud, İbn-i Reşid, ve Kuveyt'teki el-Sabah aileleri ve özellikle bunlardan Suud ailesiyle özdeşleşmiş bulunan Vehhabîlik mezhebi de ayrı bir ağırlık taşımaktaydı.

İşte Abdurrahman b. İlyas, bu hususları dikkate alarak, raporunda önce İbn-i Suud ailesinin Vehhabîlik ile ilişkilerini dile getirmektedir:

"İbn Suud (Muhammed b. Suud), köklü bir Arap kabilesi olan Aneze urbanından olup, Benî Temîm diyarı denilen Necid kıtasında Dır'iyye namıyla bir köyün emîri idi ve yaygın bir nüfuza sahip değildi. Şeyh Muhammed b. Abdilvehhab, Mısır'da öğrenim gördükten sonra (genelde bu kanaat yanlıştır; onun, her ne kadar Mısır'a gitmiş ise de burada tahsil gördüğüne dair pek bilgi bulunmamaktadır) kendi adına ihdas ettiği mezhebi, Hicaz'da neşretmek [yaymak] istemiştir. Ancak, orada emeline ulaşamayınca, Necd içlerindeki Dır'iyye'ye giderek, buradaki ahalinin dinî konulardaki cehaletinden de istifadeyle, Vehhabî mezhebini neşretmeye muvaffak olmuştur. Bir süre sonra Emîr İbn Suud'a bu mezhebi kabul ettirmiştir. İttifakları akabinde bu ikili, çevredeki Bedevî kabileleri arasında da mezheblerini yaymağa başlamışlardır. 1785 senesinde Muhammed b. Abdilvehhab, İbn Suud ile birlikte, Vehhabîlik sayesinde Hicaz, Şam ve Irak havalisindeki bir hayli halkı idareleri altına almışlardır."

İbn Suud - Muhammed b. Abdilvehhab işbirliğiyle bölgede gerçekleştirilen ve özellikle gerek Sünnî ve gerekse Şiî Müslümanların kıymet verdikleri, ancak Vehhabîler'in bunları şirk alâmeti saydıkları kutsal mekânların yağmalanması ve soyulmasından bahseden rapor şöyle devam etmektedir:

"O esnâda Necef ve Kerbelâ'ya tecavüz ile Vehhabîler, mübarek makamların kubbelerini yıkarak, buralarda mevcud olan kutsal emanetler ile kıymetli eşyaları gasb eylemişlerdir. Haremeyn'e (Mekke ve Medine'ye) tecavüz ederek, kısa bir muhasaradan sonra Mekke'yi ve Medine'yi zaptetmiş ve Hz. Peygamber'in kabrini yağma ve Ashâb-ı Kirâm hazretlerinin kabirlerini yerle bir etmişlerdir. Vehhabîler, Mekke ve Medine'yi istilâları sırasında, mahmel-i şerîfin ve hacıların da Hicaz'a girmesine engel olmuşlardır."

İbn Suud'un, kendilerine uymayan Mekke ve Medine ahalisini "mezhebi muktezasınca şirk ile ittiham ederek tecdid-i imana davet ettiğini" kaydeden Harem-i Nebevî müderrisi Abdurrahman, daha sonra "Yapılan münazara ve görüşmelerden elde edilen bilgilere göre; Vehhabîler, bu mezhebe mensub olmayan diğer ehl-i İslâm'a müşrik nazarıyla bakmakta ve bunların mezheblerine girmeleri için zorlanmalarını kendilerine vacib görmektedirler. Ayrıca, davetlerine uymayanların katlinin de gerekliliğine inanmaktadırlar" demektedir.

Osmanlı Devleti ve Vehhabîlik

Bilindiği gibi, Vehhabîlik hareketi başlar başlamaz, Osmanlı Devleti bölgedeki idarecilerini uyarmıştı. Ancak, maalesef güçlü bir merkezî kontrolden uzak olan bu idareciler, zamanında gerekli tedbirleri alamadıkları için, tehlike Mekke ve Medine'ye kadar uzandı. Osmanlı Devleti, o sıralarda pek çok iç ve dış gâile ile boğuştuğundan, doğrudan müdahale edemeyecek ve meseleyi Bağdat ve Şam valilerinin birlikte çözmelerini isteyecekti. Ne var ki, bundan da netice alınamayınca, Mısır üzerinden yapılacak müdahale, tek çıkar yol olarak kalacaktı. Raporda bu husus şöyle aktarılmaktadır:

"Medine-i Münevvere ahalisinin sürekli şikâyetleri ve Bâbıâlî'ye müracaatları üzerine Vehhabîler'in te'dib ve terbiyesi, Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'ya havale olundu. Mehmed Ali Paşa'nın Mısır'dan gönderdiği kuvvetler, Vehhabîler'i, merkezleri olan Dır'iyye'ye kadar takib etmiş ve burayı tahribden sonra Vehhabî emîrinin oğlu Faysal ve Abdullah b. Suud yakalanarak Mısır'a götürülmüş ve orada haps olunmuşlardır." (Abdullah b. Suud, bilâhare İstanbul'a getirilerek idam edilmiştir.)

Bâbıâlî'nin kerhen görev verdiği Mehmed Ali Paşa, elde ettiği başarıyla hem Mısır'daki itibarını pekiştiriyor, hem Mısır dışında söz sahibi olacak duruma geliyordu. Devlet ise, hizmetlerine muhtaç bulunmakla birlikte, onun özellikle Hicaz'da nüfuz kazanmasını istemiyordu. Bu sebeple, Abdurrahman b. İlyas'ın haklı olarak yaptığı tesbite göre, "Hicaz bölgesinin Mısır'a bağlı ve Mehmed Ali Paşa'nın idaresi altında bulunduğu müddet zarfında dahî, kadı ve şeyhu'l-haremin İstanbul'dan tayinine devam edilmiştir."

Osmanlı Devleti ile Mehmed Ali Paşa arasındaki hâdiselerin 1841 Londra Protokolüyle bir neticeye bağlanması üzerine, Mısır kuvvetleri, Hicaz ve Suriye'den geri çekilmişlerdi. Ancak, durumu hazmedemeyen Mehmed Ali Paşa, Mısır'da hapiste bulunan Faysal b. Suud'u serbest bırakmıştır. Raporda bu gelişmeler de şöyle aktarılmaktadır:

"Bölgenin geri alınmasından muğber olan Mehmed Ali Paşa tarafından, Faysal salıverilmişti. O da Dır'iyye'nin tahrib edilmiş olmasından dolayı, Riyad denen mevkie giderek, burayı kendisine idare merkezi yapmıştır. Faysal'ın Necid'e dönmesinden sonra, Vehhabî mezhebinde bulunanlar, yeniden kendisine bağlılıklarını arz etmişlerdir. O da güç kazanarak Ahsa ile sair birtakım bölgeleri idaresine alarak gittikçe güç kazanmağa başlamıştır ki, Ahsa, ancak Midhat Paşa'nın Irak valiliği sırasında Vehhabîler'in elinden geri alınabilmiştir (1871). Faysal, üç evlâd bırakarak vefat etmiştir. Büyüğü Abdullah, ortancası Suud ve en küçükleri Abdurrahman'dır. (Faysal'ın ayrı eşten Muhammed isminde bir oğlu daha vardı.) Faysal'dan sonra, kendilerine tâbi kabilelerin idaresi, 1873 senesine kadar Abdullah'ın elinde kalmıştı. Ancak, aynı sıralarda iki kardeş arasında meydana gelen muhalefet yüzünden, Abdullah ve Suud birbiriyle savaşmaya başladılar. Yine de idare bir süre daha Abdullah'ın uhdesinde ve idare merkezi de Riyad'da kalmıştır."

İbn Reşid sahneye çıkıyor

Rapor, bundan sonra aile içi çekişmelere dikkati çekmekte, bölgede önemli bir güç olarak ortaya çıkan diğer bir aileden, yani İbn Reşid'den söz etmektedir:

"Faysal'ın ikinci oğlu Suud'un vefatından sonra, oğulları, amcaları aleyhine ayaklanırlar ve onu yenip azlettikten sonra da hapsederler. O sıralarda İbn Suud'un nüfuzu zaafa dûçar olmasına paralel, Reşidîler ailesinden Muhammed b. Reşid, bölgede kuvvet ve nüfuz sahibi olmuştu. İşte Faysal'ın oğlu Abdullah, ona müracaat ederek, yeğenlerine karşı yardım istemiştir. Muhammed İbn Reşid de onu bu gailelerden kurtarıp, Riyad emîri olarak kalmasını sağlamıştır. Ancak Abdullah, yeğenlerinin tekrar kendisine karşı ayaklanması üzerine, artık mukavemet edemeyeceğini anlayarak, hâmîsi olan İbn Reşid'e sığınmıştır. Bunun üzerine Muhammed İbn Reşid, büyük kuvvetler ile hareket ederek, Riyad ve etrafını zaptetmiş ve söz konusu Suud'un oğullarını da ortadan kaldırmak suretiyle bölgede Suud ailesinin nüfuzuna son vermiştir (1881)."

Abdurrahman b. İlyas'ın ifadesine göre, Necid'den çıkarılan Abdurrahman b. Faysal'ın maiyetindeki Suud ailesi perişan vaziyette, Kuveyt Emîrine sığınmıştır. "Abdurrahman dahî (o sıralarda Suud ailesinin reisi) Kuveyt'e Emîr Muhammed el-Sabah nezdine iltica etmiştir. Osmanlı Devleti ise Muhammed el-Sabah'ın delaletiyle, sürgündeki Abdurrahman b. Faysal ve maiyetindekilere beş bin kuruş maaş bağlamıştır."

Kuveyt Emîrinden ve Kuveyt'in stratejik öneminden de bahsedilen raporda, bu konuda şu bilgilere yer verilmektedir:

"Kuveyt Emîri Muhammed el-Sabah'ın üç kardeşi bulunmaktaydı. Bunlardan Mübarek, diğer kardeşleri ile işbirliği halinde, Muhammed el-Sabah'ı öldürerek Kuveyt emirliğini ele geçirir. Kuveyt, Basra vilâyetinin güneyinde ve Umman sahilinde, Basra'ya yakın ufak bir iskele ise de, mevki bakımından haiz-i ehemiyettir. Bir kaç sene evvel, Necd Kıtası ahalisinin ayaklanıp anarşi meydana getirdikleri sıralarda, Hindistan'dan gelen ticarî eşya; Kuveyt'ten ithal edilmeye başlanmıştır. Bu ithalattan gümrük resmi alınmıyordu. Öte yandan Kuveyt'in Necd'e yakın olması münasebetiyle herkes buradan gelen mallara, ucuz olduğu için rağbet etmeğe başlamış ve bu yüzden de Kuveyt kasabası, günden güne gelişerek Necd'in iskelesi makamında fevkalade büyümüş ve her yönüyle önem kazanmıştır. Diğer taraftan Necd, Irak ve Şam taraflarındaki Bedevî Arap kabile ve aşiretlerinin ellerindeki yasak silahlar da buradan ithal ve tevzi edildiğinden, bölge ayrı bir önem kazanmıştır."

İngilizler'in entrikaları

"Mubarek el-Sabah ise, ithal edilen her tüfekten 2 riyal vergi alarak geçişine müsaade etmektedir. Mubarek el-Sabah'ın, büyük biraderi Muhammed'i ve diğer kardeşini öldürmekten maksadı, yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere, Necd kıtasında nüfuz kazanarak bu yolla servetini arttırmaktı. Hattâ kardeşini öldürmesinden evvel, İngiliz gemileriyle bazı yabancılar Kuveyt'e gelerek Mubarek ile görüşmüştür."

Raporda, Kuveyt Emîri Mubarek'in, siyasî cinayetlerini, İngilizlerin teşvikiyle işlediği, yukarıdaki ifadelerle ima edildikten sonra, Mubarek el-Sabah'ın, esas hedefine varabilmek için Necd içlerinde giriştiği diğer faaliyetleri anlatılmaktadır:

"Mubarek, arzularına ulaşmak maksadıyla tedarik eylediği kuvvetler ile karadan onbeş gün yolculuk yaparak Kasîm yakınlarına ulaşmış ve o sıralarda bölgede nüfuz sahibi olan İbn Reşid ile çatışmaya girmiştir. İbn Reşid, kendisine mensup Şammar ve diğer kabileler ile birlikte Mubarek'in üzerine hücum ederek onları yenmiş ve Kuveyt'e kadar takip eylemiştir. Akabinde de Kuveyt'i istilâ etmek için devlete müracaat etmiştir. Nedense, Basra Valisi Muhsin, kumandan Feyzi Paşalar ile Basra Nakîbi ve Ebu'l-Huda'nın aracılığıyla bu iş önlenmiş ve nihayet Mubarek el-Sabah da İngiliz himayesine müracaat ederek kurtulmuştur."

Raporda bahsedilmemekle birlikte, İbn Reşid'in bu arzusunun, bölgede özellikle İngilizlerle daha büyük problemlerin doğmaması için, II. Abdülhamid tarafından önlendiği, başka belgelerde zikredilmektedir.

İşte, Mubarek ile Necd Emîri bulunan İbn Reşid'in bu çekişmeleri sırasında, Kuveyt'te babası Abdurrahman ile birlikte mülteci durumunda bulunan, bugünkü Suudî Arabistan'ın kurucusu Abdülaziz İbn Suud yeniden siyaset sahnesine çıkmıştır. Rapora göre, Mubarek, Osmanlı Devleti'nin kararlılığından ve siyasî şartların elvermemesinden dolayı, gerçek niyetlerini açığa vuramıyor, her vesileyle Abdülaziz İbn Suud'u kullanmayı tercih ediyordu. Nitekim, onu teçhiz ederek, atalarının geldiği yer olan Necd içlerine gazvelere göndermiş ve birkaç yıl içinde Riyad, Kasîm, Uneyze ve civarını ele geçirmesini sağlamıştır. Böylece, düşmanı olan İbn Reşid'in nüfuz sahasını daraltmıştır.

Suud-İbn Reşid çekişmesi

Bundan sonra bölgede yeniden başgösteren Suud-İbn Reşid çekişmeleri de şöyle özetlenmektedir:

"Abdülaziz İbn Reşid, Suud ile her ne kadar uğraşmış ise de muvaffak olamamış, hattâ savaş sırasında Suud'un adamları tarafından öldürülmüştü (1906). Onu müteakib, büyük oğlu Mut'ab, Emîr-i Necd namıyle yerine geçmiştir. Bir sene icra-yı nüfuzdan sonra, aynı aileden Ubeyd'in oğlu, bazı tarafların teşvikleri üzerine Mut'ab'ı ve iki kardeşini katletmiştir. Bunun üzerine Abdülaziz'in küçük oğlunu, dayıları olan Essubhan kabilesi, Medine'ye kaçırarak, muhtemel bir ölümden kurtarmışlardır. Bir müddet sonra da, topladıkları birtakım kabileler ile Necd içlerine giderek, eski idare merkezleri olan Hail'i ele geçirirler. Dayılarının teşebbüsleriyle, küçük yaştaki Suud İbn Reşid, geleneksel gücü de dikkate alınarak, Osmanlı Devleti tarafından kaymakam tayin edilerek, kendine ve etbaına maaş tahsis edilir. Anca, idare onun adına dayıları tarafından yürütülür. Hattâ bunlar devlete müracaat ederek, Muhammed ve Abdülaziz b. Reşid zamanlarında kendilerine verilmiş olan silahların kaybolmasından dolayı İbn Suud'a karşı mukavemet etmek için, 2000 tüfek isterler. Devlet, bu isteklerine olumlu yaklaşmakla birlikte, arzu ettikleri tüfekleri verememiştir."

Bütün yukarıdaki ifadelerden sonra şu neticelere varılmaktadır:

"Hulasa-i kelâm, İbn Suud, İngilizlerin nüfuzu altında, Kuveyt Şeyhi Mubarek el-Sabah'ın bir icra vasıtasıdır. Serveti bütün bu teşebbüslerine müsait olmadığı halde, İbn Reşid'e karşı kendi güvenliğini sağlamak isteyen Mubarek el-Sabah'ın serveti, İbn Suud'un faaliyetlerine kaynak teşkil etmektedir. Onun bu faaliyetlerinden maalesef Osmanlı Devleti değil, İngilizler istifade edecektir. Öte yandan, bağlı bulunduğu mezhebin mahiyeti itibariyle de İslamlar ve belki Osmanlı hükümeti aleyhinde bulunmasının sebebi pek aşikârdır. Çünkü, İslam olmak, ancak kendilerinin mezhebinde bulunmakla olur. Kendi mezhepleri dışındakiler, İslam sayılmamaktadır. Kendi itikadlarına göre, bu gibilerin katli bile vacibdir."

Bölgede sürdürülen bu faaliyetleri yakından takip eden birisi olduğu anlaşılan Harem-i Nebevî müderrisinin, dönen dolapların sonuçlarını da iyi kestirdiği anlaşılmaktadır. Nitekim, ileriki yıllarda -raporda da belirtildiği gibi- bütün bu entrikalardan İngilizler istifade etmişlerdir. Raporun müteakip satırlarında, İbn Reşid'in, İbn Suud'a karşı desteklenmesi gerektiği vurgulanmaktaydı. "Zîra, İbn Reşid, hiçbir zaman hükûmet-i İslamiye aleyhinde faaliyetlerde bulunmadığı gibi, İbn Suud gibi de imamet iddiası gütmemişti. Ayrıca, yabancı bir hükûmete de temayül etmemiş ve taraftar olmamıştı."

Bu ifadelerden, rapor sahibinin İbn Reşid taraftarı olduğu anlamı da çıkabilir, Ancak, gerçekte de, 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Osmanlı Devleti, Necd'de zaman zaman, İbn Suud'a karşı, siyasî bir iddiası bulunmayan İbn Reşid'i desteklemiştir. İlk anda, bu siyasetin birçok mahzurları olduğu akla gelse bile, yine raporda iddia edildiği gibi: "şayet, İbn Reşid ve ona bağlı kabileler olmasaydı, Necd bölgesi ile birlikte Mekke ve Medine'nin, tıpkı 19. yüzyılın başında olduğu gibi, tekrar İbn Suud'un eline geçmesi muhakkaktı."

Denge politikası

Öte yandan, Osmanlı Devleti, hiçbir zaman iki tarafın da büyük bir güç haline gelmesini istememiş ve daima birbirlerini dengeleyecek şekilde kalmalarını sağlamıştır. Bunun en bariz örneklerinden biri, daha önce zikredildiği gibi, İbn Reşid ailesi Suud ailesini Necd'en çıkardığı zaman, Osmanlı Devleti'nin bu ailenin tamamen ortadan kalkmasına rıza göstermemesi ve Kuveyt'te yaşamalarına izi vererek, sefalete düşmemeleri için de ayrıca maaş tahsis etmesiydi.

Abdurrahman b. İlyas, zamanın nezaketinden bahsederek, devletin bölgede gücünü iyice göstereceği güne kadar iki tarafı da idare edecek politikaların güdülmesini tavsiye ettikten sonra, bu işte en büyük rolü Mekke Emîrinin oynayabileceğini söylemektedir:

"İşte bu noktada da nazar-ı dikkate alınacak zat, Mekke Emîri hazretleridir. Emîr'in iyi idaresi ve defalarca Bedevîlere karşı icra eylediği gazvelerin neticesinde, Necd bölgesinde hükûmetin nüfuzu vücud bulmuştur. Aynı şekilde bunun gelecekte de görülmesi tabiîdir. Birkaç sene evveline gelinceye kadar, Vehhabî mezhebinin Mekke-i Mükerreme yakınlarına kadar sirayet eylediği görülmüştü. Mekke Emîri, geçenlerde üzerlerine yaptığı gazvesinde, bunlar müzmahil olmuşlardır. Öte yandan, Mekke Emîri, bu hususa yetkili kılınması halinde, hükûmetce de masraf yapmaya ve bölgeye asker sevkine gerek kalmayacaktır."

Raporda, öteden beri birbirlerine karşı gazve suretiyle elde ettikleri malları aralarında paylaşarak geçinmekte olan kabilelerin bağlı olduğu İbn Suud'a, hükümetin emaret namıyla bir nüfuz vermesi de tehlikeli bulunmakta ve bunun hükümet aleyhinde onun silâhlandırılması anlamına geleceği zikredilmektedir. Zîra, İbn Suud'un, İngiliz taraftarı ve Osmanlı hükümetinin düşmanı olduğu ısrarla vurgulanmaktadır.

Esasında Osmanlı Devleti, 1904 yılında, Abdülaziz'in babası Abdurrahman'ı Riyad kaymakamı olarak tayin etmişti. Ancak, işler fiilen, oğlu Abdülaziz'in elinde idi. Anlaşılan, raporun sahibi, Abdülaziz'in de tıpkı babası gibi, bir devlet makamını işgal etmemesini istiyordu. Raporun ne kadar etkili olduğu bilinmemekle birlikte, II. Meşrutiyet'in başlarında, gerçekten de İbn Suud'a karşı takınılan tavrın aynı çerçevede olduğu, diğer belgelerde görülmektedir.

1909 yılında kaleme alınan bu raporda dile getirilen hususların haklılığı, kısa bir zaman sonra ortaya çıkmıştır. Önce, İbn Suud, Necd içlerinde teşkilatlanmasını tamamlayarak, 1913'te, Osmanlı hükümet merkezi olan Ahsa'yı ele geçirmiştir. Osmanlı Devleti, kendisini bölgenin vali ve kumandanı olarak ilan etmesine rağmen, o, I. Dünya Savaşı sırasında, İbn Reşid'i bahane ederek, tarafsız kalıp devlete yardım etmemekle, İngilizlerin arzularına yardımcı olmuştur. Aynı şekilde Kuveyt Şeyhi Mubarek de İngilizlerle dostluğunu sürdürmüş ve onların himayesine girmiştir. İbn Reşid ise, savaş boyunca Osmanlı Devleti'nin yanında yer almış ve Irak cephesinde Osmanlı ordusuna hayli hizmetlerde bulunmuştur.

Doç. Dr. Zekeriya Kurşun/Tarih ve Medeniyet, Sayı 30

İbni Teymiyye: Teşbihin Tanıkları

Teşbihin Tanıkları

İbn Teymiyye’nin, tecsim akidesini zaman zaman konuşmalarına taşıdığı, minber ve kürsülerde savunduğu bilinmektedir. Çağının tanıklarından İbn Battuta, Ebu Hayyan ve İbn Cehbel’in şahadetleri bu noktada önem arz etmektedir. İbn Battuta’nın seyahat ettiği ülkelerdeki gözlem ve hatıralarını anlattığı “Tuhfetu’n-nuzzar fî ğaraibi’l-emsar” adlı eseri, İbn Teymiyye ve Onun tecsim akidesi ile alakalı ilginç bilgiler vermektedir:

Dımaşk şehrinde çeşitli konularda konuşan fakat aklından zoru olduğu anlaşılan Hanbeli fakihlerinin ileri gelenlerinden Takıyyuddin İbn Teymiyye adında biri vardı. Halka vaaz verir, insanlarda Ona karşı ileri derecede saygı gösterirlerdi. İbn Teymiyye, yaptığı bir konuşmadan dolayı fakihlerin tepkisini çekmişti. el-Meliku’n-Nasır’ın huzuruna çıkarılıp, kadılar tarafından sorgulandı ve hapse atıldı. Yıllarca hapiste kaldı. Bu müddet içerisinde 40 ciltten oluşan ve adını “el-Bahru’l-muhit” koyduğu bir tefsir kaleme aldı. Annesinin ricası üzerine sultan Onu serbest bıraktı. İbn Teymiyye, Dımaşk de bulunduğum sırada –önceden- tutuklanmasına sebep olan ifadeleri tekrar etti: Cuma günü cemaat olarak hazır bulunduğum camide, insanlara vaaz ve nasihatta bulunurken minberin merdiveninden bir basamak aşağıya inerek “muhakkak ki Allah Teala benim buradan indiğim gibi dünya semasına inmektedir.” şeklinde bir cümle sarfetti. Maliki fakihi İbn Zehra söylediklerine karşı çıktı. Cemaatte ayağa kalkıp sarığı başından düşünceye kadar ona dayak attı. Neticede bir daha tutuklandı ve hapsedildiği kalede ölünceye kadar tutuklu kaldı. [44] (*)

İbn Teymiyye’yi ta’dil eden biyografi yazarlarının reddettiği bu ifadeyi, farklı vurgularla müfessir Ebu Hayyan “el-Bahru’l-Muhît” ve “en-Nehru’l-mâd” adlı tefsirlerinde nakletmektedir. Ebu Hayyan bir çok yerde Onun tecsimi çağrıştıran ifadelerini tenkit etmektedir. Ne var ki elimizdeki matbu nüshalarda bu tenkitlerin bir çoğundan tek bir harf bulmak mümkün değildir. Çünkü baskı sürecinde her iki eserden de İbn Teymiyye’nin tecsimle alakalı görüşleri çıkartılmıştır. İbn Teymiyye’nin açıkça Allahü Tealaya cisim isnat ettiğini söyleyen Zahid Kevseri[45] bu noktada şunları söylemektedir: “Ebu Hayyan, ‘O’nun kürsüsü bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır.’[46] ayetini tefsir ederken muasırı olan İbn Teymiyye’nin “Kitabu’l-Arş” adlı -kendi el yazısıyla kaleme aldığı- eserinde şu ifadeleri okuduğunu nakletmektedir: ‘Allahü Teala kürsüde oturmaktadır. Yanı başında boşalttığı yerde ise Onunla birlikte Hz. Peygamber oturmaktadır.” (**) Elyazması nüshalarda var olan bu ifadeler kitabın musahhihi tarafından matbu nüshalara alınmamıştır. Musahhih, Kevseri’ye, din düşmanlarının hadiseden nemalanmamaları için böyle bir tercihte bulunduğunu söylemiştir. [47]

Ebu Hayyan “el-Bahru’l-Muhît”in muhtasarı olan “en-Nehru’l-mâd” adlı tefsirinde de İbn Teymiyye’nin tecsimle alakalı görüşlerini tenkit etmektedir. Kitabı tahkik eden Bûran ed-Dannavî ve Hidyan ed-Dannâvî İbn Teymiyye’ye isnat edilen tecsimle alakalı bölümü tefsirden çıkartmışlardır.[48]

İmam es-Sübki (v. 756) “es-Seyfu’s-sakîl fî’r-reddi alâ İbn-i zefîl” adlı eserinde, Ebû Hayyan’ın belli bir dönem kendisinden övgüyle bahsettiği İbn Teymiyye’yi “Kitabu’l-Arş” adlı eserini okuduktan sonra ölünceye kadar lanetlediğini yazmaktadır.[49]

Şafii ulemasından Şihabuddin İbn Cehbel de İbn Teymiyye’nin tecsimle alakalı görüşlerini reddeden bir risale kaleme almıştır.[50] İbn Cehbel eserinin sonunda “İbn Teymiyye’nin sapıklık ve inadının derecelerini açıklamak için tahrif ve fesadından kaynaklanan açıklamalarını bekliyoruz.”[51] demesine rağmen İbn Teymiyye Onun bu meydan okumasına cevap ver(e)memiştir.

[44] Muhammed b. Abdillah b. Muhammed İbn Battuta, Tuhfetu’n-Nuzzar fî Ğaraibi’l-Emsar (Rıhlet-u İbn Battuta), Beyrut, 2004, s. 88. [45] Kevseri, el-Esma ve’s-Sıfat, (d. not: 2), s. 286. [46] Kur’an, Bakara(2): 255. [47] Muhammed Zahid el-Kevseri, es-Seyfu’s-Sakîl fî’r-Rreddi alâ İbn-i Zefîl, (el-Akidet-u ve ilm’l-kelam min a’mali’l-imam Muhammed Zahid el-Kevseri içerisinde), (d. not: 1), Beyrut, 2004. [48] Bkz. Abdulhamid, a.g.e., (d. not: 1), s. 125. [49] Takıyyuddin es-Sübki, a.g.e., s. 477-478. [50] Bkz. Tacüddin Abdulvahhab b. Ali es-Subki, Tabakatu’ş-Şafiiyyeti’l-Kübra, t.y., IX, 35-91. [51] Tacüddin es-Sübki, a.g.e., IX, 91.

Kaynak: İhsan Şenocak, İnkişaf dergisi, No:7

Ebu Hamid bin Merzuk rahimehullah Allâme Şerif Takıyüddin'den (vefatı h. 829) şu bilgiyi naklediyor:

Dimaşklı Ebü'l-Hasan Ali, Emevi Camii'nin ortasında pederinden naklen haber verdi ki: Bizler İbn Teymiyye'nin meclisinde idik. Ken­disi konuştu, va'zetti ve Kur'an'da geçen istiva ayetlerine değindikten sonra, "Benim istiva ettiğim (oturduğum) gibi, Allah Arşı'nın üzerine istiva etmiştir", dedi. Bu nedenle cemaat birden üzerine doğ­ru yürüdüler, kürsüden onu indirip ve yumruklar ve ayakkabılar ile daha başka şeylerle onu dövdüler, sonra onu kadıların huzuruna çıkardılar.

Kaynak: Bera'atü'l-Eş'ariyyin, Bedir Yayınevi, İst., 1994. s. 395.

NOTLAR:

(*) "The above account given by Ibn Battuta has been discounted by certain people; especially by Ibn Taymiyya's supporters, simply because they believe that Ibn Taymiyya would never have made the anthropomorphic statement, 'Allah comes down to the sky of this world just as I came down now', and then he allegedly took a step down the pulpit to demonstrate how Allah descends (nuzul). Even if one was to denounce Ibn Battuta's account as being a false and fabricated statement, one may wish to know that the greatest scholar of Hadith in his time, Shaykh al-Islam al-Hafiz Ahmad ibn Hajar al-Asqalani (Rahimahullah) has reported an incident in al-Durar al-kamina (1, 164) where again ibn Taymiyyah descended the steps of the minbar in order to illustrate his understanding of how Allah descends (nuzul) as early as the year 705/1305 AH (some 21 years before Ibn Battuta's account). Hafiz Ibn Hajar's source for this incident was one of Ibn Taymiyya's own disciples by the name of Sulayman Najm al-Din al-Tufi al-Hanbali (d.716/1316)."

Kaynak: http://www.ummah.net/Al_adaab/tawil.html

Bunun tercümesi:

"İbn Battuta'nın anlattığı hadise bazı kişiler tarafından inkar edilmiştir; bilhassa İbni Teymiyye'nin destekçileri tarafından. Çünkü İbni Teymiyye'nin “muhakkak ki Allahü teâlâ benim buradan indiğim gibi dünya semasına inmektedir” şeklinde bir cümle söyleyip Allahü teâlânın nüzulünü göstermek için minberden bir basamak inmiş olabileceğine inanmıyorlar. Ancak, İbni Battuta'nın anlattığını uydurma ve yanlış olarak kabul etsek bile, şunun bilinmesinde fayda var ki asrının en büyük hadis alimi Hâfız İbni Hacer el-Askalânî Ed-duraru’l-kâmine isimli kitabında (I, 164) benzer bir olayı rapor etmektedir. h.705/m.1305 yılında (İbni Battuta'nın anlattığından 21 sene önce) meydana gelen bu olayda, İbni Teymiyye yine Allahü teâlânın nüzulünü nasıl tahayyül ettiğini anlatmak için minberin basamaklarından inmiştir. Hâfız İbni Hacer'in bu olay için kaynağı İbni Teymiyye'nin kendi talebelerinden Süleyman Necmeddin el-Tufi el-Hanbeli'dir (vefatı h.716/m.1316)."


(**) İbni Teymiyye'nin bir kopyası olan ve her türlü şazz görüşünde onu taklid eden İbni Kayyım da böyle bir rivayeti yazmıştır. Bkz. İbni Kayyım, el-Bedaiü'l-Fevaid, 4/40. (Kaynaklar: Mefahim tercümesi, Ege Basım, 2007, s. 210 ve Bera'atü'l-Eş'ariyyin tercümesi, Bedir Yayınevi, 1994, s.632-633.) Ayrıca, İbni Teymiyye'nin şu sözünü burada kaydedelim:

قال ابن تيمية في مجموع الفتاوى – (4 / 374) فَقَدْ حَدَثَ الْعُلَمَاءُ الْمَرْضِيُّونَ وَأَوْلِيَاؤُهُ الْمَقْبُولُونَ : أَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يُجْلِسُهُ رَبُّهُ عَلَى الْعَرْشِ مَعَهُ .

Derleme ve tercüme: Murat Yazıcı

Son değişiklik: 8 Ocak, 2010

Yazıların Kaynakları

Bu sayfadaki yazılar genel olarak şu iki kategoriden birine girmektedir:
1. Gazete, dergi veya kitaplardan alınmış kısımlar veya makaleler. Bunların yazarları ve hangi kaynaktan alındığı açıkca belirtilmiştir. İstifadeli olduğunu ve mühim bilgiler ihtiva ettiğini düşündüğüm yazıları -muhtevalarını değiştirmeden- buraya aldım. Bu tür yazılarda ifade edilen görüşler yazarlarına aittir.
2. Kendi araştırmalarıma dayanan, çeşitli kitaplardan ve makalelerden istifade edilerek derlenmiş yazılar. İstifade edilen kaynaklar listelendikten sonra genellikle "Hazırlayan: Murat Yazıcı" ifadesi yazının sonuna eklenmiştir.
Bu sayfadaki yazıların mühim bir kısmını çeşitli forumlarda yayınlamıştım. Bu tür yazılarımı düzeltmeler ve ilaveler yaparak burada toparladım. Gerektiğinde eski yazılara yeni belge ve bilgiler ekliyorum.
Not: Sayfanın sol üst köşesindeki rakam, 3 Ocak 2009'dan bu yana bu sayfanın kaç kere görüntülendiğini göstermektedir. Bu rakama blog yöneticisinin girişleri dahil değildir.

Yazıların Kullanım ve Dağıtımı Hakkında

Bu sayfadaki yazıları kopyalayabilir ve kullanabilirsiniz. Buradaki herhangi bir yazıyı başka bir sitede yayınlarsanız, bu sayfaya ( http://muratyazici.blogspot.com/ ) bağlantı vermenizi rica ederim. Zamanla ilave başlıklar eklemenin yanı sıra, mevcut başlıklara da yeni belgeler eklemeyi planlıyorum. Bu sayfaya bağlantı verildiği takdirde, her okuyucu ilgilendiği yazının en yeni haline ulaşma imkânına sahip olacaktır.