Fıkıh, tefsîr, hadîs, kırâat, lügat ve nahiv âlimi. İsmi, Ali bin Abdülkâfi bin Ali bin Temmâm bin Yûsuf bin Mûsâ bin Temmâm el-Ensârî el-Hazrecî es-Sübkî eş-Şâfiî olup, künyesi Ebü’l-Hasen’dir. Lakabı ise Takıyyüddîn’dir. 683 (m. 1284) senesi Safer ayında, Mısır’ın Sübk köyünde doğdu. 756 (m. 1355) senesinde bir Pazartesi gecesi Kâhire’nin dışında bir yerde vefât etti. Cenâzesi Bâb-ün-nasr denilen yere defnedildi. Cenâze namazı çok kalabalık bir cemâat tarafından kılındı. Cenâzeye katılanların bir ucu vefât ettiği evde, diğer ucu defnedildiği yer olan Bâb-ünnasr denilen yerde idi. Oğlu Abdülvehhâb Tâcüddîn-i Sübkî, Şâfi’î âlimlerinden olup, 771 [m. 1370] de Şâmda vefât etmişdir.
Zehebî, “El-Mu’cem-ül-muhtâr” isimli eserinde, onun hakkında şöyle yazmaktadır:
“Takıyyüddîn Sübkî, dînin emir ve yasaklarına uyan, tevâzu sâhibi, seçkin bir zât idi. İlim ve vekâr sâhibiydi Fıkıh ve hadîs ilimlerini çok iyi bilir ve ders olarak okuturdu. Usûl ve Arabî ilimlerde ilmi çok fazla idi. İbn-i Sâig’den kırâat ilmini öğrendi. Pek güzel eserler yazdı. Ben ondan ilim öğrendim. Şam’da kadılık yaptı. Verdiği hükümlerden herkes memnun olurdu.”
Ebû Abbâs Ahmed bin Yahyâ, “Megârık-ül-ebsâr” adlı eserinde onun nesebini zikr ettikten sonra şöyle der:
“Takıyyüddîn Sübkî, dört mezhep içinde hüccet, hepsinin müftîsi, hadîs âlimlerinin rehberi, kıymetli eserler sâhibi bir âlimdir.”
Selâhüddîn Ebü’s-Safâ Halîl bin Aybek es-Safdî, “A’yân-ül-Asr” adlı eserinde, Takıyyüddîn Sübkî’nin, tefsîr, kırâat, hadîs, usûl, fıkıh, mantık, hılâf, nahiv, lügat ve edebiyât ilimlerinde çok yüksek olduğunu beyân ettikten sonra şöyle der:
“İnsanlar ilimde küçük sularda iken, o, ilim okyanuslarına dalıyordu, insanlar karanlık yollarda yürürken, o, aydınlık yollarda yürüyordu. Takıyyüddîn Sübkî, dâima tebessüm ederdi. Heybetli bir görünüşe, yüksek bir yaradılışa sâhipti. Hilmi pekçok idi. Elinde imkân olduğu hâlde, kimseden intikam almamıştır. Belâ ve musîbete uğrayanlara çok acırdı. Gıybet, dedikodu asla yapmazdı. Çok zâhid idi. Dünyâya hiç rağbet etmezdi.”
Zehebî, onun ilmî üstünlüğünü şöyle dile getirmektedir:
“Takıyyüddîn Sübkî, ezberde ve tenkid husûsunda İbn-i Maîn gibi; Fetvâları husûsunda Süfyân-ı Sevrî ve İmâm-ı Mâlik gibi; cedel ve mubâhese ilminde Fahruddîn Râzî gibi; nahiv ilminde Müberred ve İbn-i Mâlik gibi idi.”
Şifâüs-sikâm fî ziyâreti hayr-il-enâm hakkında
Ezher Üniversitesi âlimlerinden ve “Tathîr-ül-Fuâd min denis-il-i’tikâd” adlı eserin sâhibi Muhammed Bahît el-Mutiî, Takıyyüddîn Sübkî’nin yazmış olduğu “Şifâ-üs-sikâm fî ziyâreti hayr-il-enâm” adlı eser hakkında şöyle demektedir:
“Bu asırda İbn-i Teymiyye’nin bozuk sözlerini taklid eden ba’zı kimseler çıkıp, müslümanlar arasında bunları yaymaya, hattâ bunun için onun “Vâsıta” adlı eserini basdırıp neşretmeye başladılar. “Vâsıta” denilen bu kitap; Kitap, sünnet ve müslümanların akîdelerine ters düşen, İbn-i Teymiyye’nin ortaya çıkardığı bid’atleri ihtivâ etmektedir. Bu kimseler, bu hareketleri ile, uyumakta olan bir fitneyi uyandırdılar. Üzerimize düşen vazîfeyi yerine getirmek, müslümanların “Vâsıta” kitabı ve İbn-i Teymiyye’nin yolunda gidenler vâsıtasıyla dalâlete düşmemesi için, bu kitaba bir cevap yazmaya karar vermiştim. Ancak, büyük âlim Takıyyüddîn Sübkî’nin Şifâ-üs-sikâm eserini görünce, bu eseri tab edip neşretmekle iktifâ ettik. Bu eser, İbn-i Teymiyye’nin hem “Vâsıta” adlı kitabında, hem de diğer kitaplarında bulunan sözlerine cevaptır. Onun bozuk düşüncelerini ve bozuk fikirlerindeki inadını ortaya koymaktadır. Böylece müslümanların doğru yolda bulunmalarına yardımcı olmaya çalıştık.”
Şifâüs-sikâm fî ziyâreti hayr-il-enâm
Seçilmiş Bölümler
Allahü teâlâya hamdolsun ki, bize Resûlü Muhammed aleyhisselâm ile lütufta bulundu. O’nun vâsıtası ile bize doğru yolu gösterdi. Bize, (O’na) hürmet ve ta’zimde bulunmamızı emretti. Her mü’mine, O’nu nefsinden, ana-babasından ve sevdiklerinden daha çok sevmeyi farz kıldı. Ona tâbi olmayı, kendi sevgisine vesîle kıldı. O’na itâat etmeyi, şeytanın hîle, aldatma ve saptırmasından muhâfaza edici kıldı. O’nun ismini şerefli kıldı. Kur’ân-ı kerîmde O’nu övdü. Kıyâmete kadar Allahü teâlânın salât ve selâmı Habîbinin üzerine olsun.
Bu kitabımın ismi, “Şifâ-üs-sikâm fî ziyâreti hayr-ilenâm” dır. On bölümdür. Birinci bölüm; Resûlullah efendimizin ziyâret edilmesine dâir hadîs-i şerîfleri, ikinci bölüm; ziyâret lafzı bulunmaksızın, sâdece Resûlullahın ziyâret edilmesine delâlet eden hadîs-i şerîfleri, üçüncü bölüm; Resûlullahı (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyâret için sefere çıkmaya dâir hadîs-i şerîfleri, dördüncü bölüm; Resûlullah efendimizi ziyâretin müstehâb olduğuna dâir âlimlerin sarih sözleri, beşinci bölüm; ziyâretin kurbet olduğuna dâir haberleri, altıncı bölüm; ziyâret için sefere çıkmanın kurbet olduğuna dâir haberler, yedinci bölüm; Resûlullah efendimizi ziyârete karşı çıkan kimsenin şüphelerini defetmeye ve onun sözlerini tahlîle dâir, sekizinci bölüm; tevessül ve istigâseye dâir, dokuzuncu bölüm; Resûlullah efendimizin kabr-i şerîflerinde diri olduğuna dâir, onuncu bölüm; şefâate dâirdir.
Ayrıca bu kitapta, ziyâret ile alâkalı hadîs-i şerîflerin mevdu’ olduğunu, Resûlullah efendimizi ziyâret için sefere çıkmanın bid’at olduğunu, dinde yeri olmadığını zanneden kimselere de cevap verilmiştir. Onların bu iddiâlarının bozuk ve yanlış olduğu o kadar açık ve seçik ki, aslında cevap vermeye bile lüzum yoktur. Fakat ben bu kitabı, bu mes’eleyi derli toplu bir hâlde öğrenmek istiyenler için yazdım. Önce bu kitaba “Şenn-ül-gâre alâ men enkere sefer-ez-ziyâreti” ismini vermiştim. Fakat daha sonra başta zikretmiş olduğum “Şifâ-üs-sikâm fî ziyâret-ilhayr-il-enâm” ismini tercih ettim.
Resûlullah efendimizi ziyârete dâir hadîs-i şerîfler:
1- “Kabrimi ziyâret edene şefâatim vâcib oldu.” (Dâre Kutnî, Beyhekî ve başka âlimler bu hadîs-i şerîfi hasen olarak rivâyet ediyorlar) Resûlullahı (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyâret husûsunda gelen hadîs-i şerîflerin hepsinin mevdu’ olduğunu iddiâ edenlerin sözlerinin iftirâ olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Sübhânallah! Böyle söyleyen, Allahü teâlâdan ve Resûlünden (sallallahü aleyhi ve sellem) de mi hayâ etmedi. Ondan önce bu sözü, ne bir âlim, ne bir câhil hiç kimse söylememiştir. Bir müslüman, kendisinden önce hiçbir âlimin mevdu’ demediği bir hadîs-i şerîfe nasıl mevdu’ diyebilir. Bu hadîs-i şerîfte, hadîs âlimlerinin mevdu’ diye hükmettiklerini gerektirecek hiçbir sebep mevcût değildir. Hem hadîs-i şerîfin metni, dîne de muhâlif değildir, öyleyse, hangi yönden bu hadîs-i şerîfe mevdu’ diye hükmedilir. Hâlbuki o, ya sahîh veya hasen bir hadîs-i şerîftir. Hadîs-i şerîfin senedine dâir bu açıklama kâfidir. Metnine gelince, hadîs-i şerîfteki “Şefâatim vâcib oldu”nun ma’nâsı; şefâatim haktır ve mutlaka olacaktır, şefâatim lâzımdır, demektir. Resûlullah efendimizin bu hadîs-i şerîfi mutlaka tahakkuk edecektir. Çünkü O va’detmiştir.
2- “Bir kimse beni ziyâret etmek için gelse ve başka birşey için niyeti olmasa, kıyâmet günü ona şefâat etmemi hak etmiş olur.”
3- “Hac edip kabrimi ziyâret eden kimse, beni diri iken ziyâret etmiş gibi olur.”
4- “Hac edip de, beni ziyâret etmiyen kimse, beni incitmiş olur.”
5- “Kim beni ziyâret ederse, kıyâmet gününde bana komşu olur.”
6- “Kim beni sırf Allah rızâsı için Medîne-i münevverede ziyâret ederse, kıyâmet gününde bana komşu olur.”
7- “Ummetimden bir kimsenin imkânı olduğu hâlde beni ziyâret etmezse, artık onun için mâzeret yoktur.”
8- “Kim beni ziyâret eder, kabrime kadar gelirse, kıyâmet günü ona şefâatçi (veya şâhid) olurum.”
[Eserde, bu hadîs-i şerîflerin senedleri ve hangi kitaplarda bulundukları da bildirilmiştir.]
Ziyâret lâfzı bulunmayıp, ziyâretin fazîletine delâlet eden hadîs-i şerîfler ve haberler:
Ebû Dâvûd Sicistânî’nin Sünen kitabında, Ebû Hüreyre’den rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Bir kimse bana selâm verirse, Allahü teâlâ rûhumu geri gönderir, ben de o selâma cevap veririm.”
[Bu hadîs-i şerîf, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek rûhunun cesed-i şerîfinden ayrıldığını, selâm verilince geri verildiğini gösteriyor denilemez. Böyle söyliyenlere karşı âlimler çeşitli cevaplar vermiştir. İmâm-ı Süyûtî (rahmetullahi aleyh) bu cevaplardan onyedisini bildiriyor. Bu cevapların en güzeli; Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), cemâl-i ilâhîyi görmeye dalmıştır. Bedendeki duyguları unutmuştur. Bir müslüman selâm verince, mübârek rûhu, bu dalgınlıktan ayrılıp, beden duygularını alır. Bir dünyâ işi veya âhıret işi, aşırı düşünülürken, insan yanında konuşulanı duymaz. Cemâl-i ilâhîye dalan kimse, bir sesi işitebilir mi?]
Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine selâm vereni bilmesi: Abdullah bin Mes’ûd’un (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte; “Bir mü’min bana salevât okuyunca, bir melek bana haber vererek, ümmetinden falan oğlu filân, sana selâm söyledi ve duâ etti” der buyuruldu.
Ali bin Ebî Tâlib’in (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem buyurdu ki: “Allahü teâlânın yeryüzünde dolaşan melekleri vardır. Bana ümmetimin okudukları salevâtları ulaştırırlar.”
Bekr bin Abdullah Müzenî’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem; “Hayâtım, sizin için hayırlıdır. Bana anlatırsınız. Ben de size anlatırım, öldükten sonra, vefâtım da sizin için hayırlı olur. Amelleriniz bana gösterilir, iyi işlerinizi gördüğüm zaman, Allahü teâlâya hamd ederim. Kötü işlerinizi gördüğüm zaman, sizin için af ve mağfiret dilerim” buyurdu.
Kâdı İsmâil’in “Fadl-üs-salât alen-Nebiyyi (sallallahü aleyhi ve sellem)” isimli kitabında, Resûlullah efendimizin şu hadîs-i şerîfi bildirilmektedir: “Nerede olursanız olunuz, Bana salât ve selâm ediniz. Selâmınız ve salatınız bana ulaşır.”
Ammâr bin Yâser’ in (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Allahü teâlâ bana bir melek verdi. Ben vefât ettiğim zaman o, kabrim üzerinde durur. Bana birisi salât okuduğu zaman; “Ey Ahmed! Falan oğlu filân sana salât okuyor” diyerek, onu ismi ve babasının ismi ile bildirir. Allahü teâlâ da salâtına (duâsına) karşılık, ona on salât (rahmet) eder.”
Evs bin Evs’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem buyurdu ki: “Günlerinizin en fazîletlisi Cum’a günüdür. Cum’a günü bana çok salât okuyunuz. Çünkü okuduğunuz salâtlarınız bana arz edilir.” Bunun üzerine Eshâb-ı Kirâm; “Yâ Resûlallah! Bizim salâtımız, vefâtınızdan sonra da mı size arz edilir?” dediler. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “Toprak, peygamberlerin vücûdunu çürütmez” buyurdu.
Ebû Ümâme’nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte; “Cum’a günü bana çok salât-üselâm getirin. Okunan salevâtlar bana bildirilir. Kıyâmette bana en yakın olanınız, dünyâda bana en çok salevât-ı şerîfe getirenlerdir” buyurdu.
Ebû Talhâ’nın rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Biraz önce Cebrâil aleyhisselâm müjde getirdi. Allahü teâlâ buyurdu ki; ümmetinden biri sana bir salât söyleyince, Allahü teâlâ, ona karşılık on salât eder dedi” buyurdu.
Evs bin Evs’in (radıyallahü anh) bildirdiği ve o ma’nâyı taşıyan hadîs-i şerîfler, ölümün, Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) salâtların bildirilmesine mâni olmadığına delâlet ediyor. Yine Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Kabrimin yanında benim için okunan salevâtı işitirim. Uzak yerlerde okunanlar bana bildirilir.”
Diğer bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: “Kim kabrimin yanında bana salevât okursa, müvekkil bir melek onu bana bildirir. (Bu), onun âhıreti ve dünyâsı için kâfidir. Kıyâmet gününde ona şâhid ve şefâatçi olurum.”
Süleymân bin Süheym (radıyallahü anh) şöyle anlattı: Rü’yâmda Resûlullahı (sallallahü aleyhi ve sellem) gördüm ve; “Size gelip selâm veriyorlar. Acabâ onların selâmlarını biliyor musun?” diye sordum. O zaman Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “Evet, onların selâmına cevap veriyorum” buyurdu.
İbrâhîm bin Beşşâr şöyle anlatır: “Bir sene hacca gitmiştim. Medîne-i münevvereye vardığımda, önce Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i şerîflerine uğradım ve Resûl-i ekreme selâm verdiğimde, Hücre-i se’âdetin içinden; “Ve aleyküm selâm” sesini işittim.”
Resûlullahı (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyâret için sefere çıkmaya dâir haberler:
Eshâb-ı Kirâmdan Bilâl-i Habeşî (radıyallahü anh), Resûlullahın kabr-i şerîfini ziyâret için, Şam’dan Medîne-i münevvereye sefer, yolculuk yaptı. Bu mevzûda, Bilâli Habeşî’nin bu seferi açık ve kesin delîldir. Hadîs âlimlerinden Ebû Muhammed Abdülganî Makdisî, Bilâli Habeşî’nin hayâtını anlatan “El-Kemâl” isimli eserinde şöyle anlatır: Rivâyet edildiğine göre, Bilâl-i Habeşî, Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem), âhırete teşrîflerinden sonra sâdece bir kere müezzinlik yaptı. Bu da, Şam’dan Medîne-i münevvereye Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i şerîfini ziyâret için geldiği zaman idi. Bu sırada Eshâb-ı Kirâm, ondan ezan okumasını istediler. O da, onların bu isteğini kabûl edip, ezan okumaya başladı. Fakat ezanı tamamlayamadı. Bu husûsta başka rivâyetler de vardır.
Ebüdderdâ’dan (radıyallahü anh) da şöyle nakledilir: “Ömer bin Hattab (radıyallahü anh) Beyt-i Makdis’i fethedip, Câbiye denen yere gelince, Bilâl-i Habeşî, Hz. Ömer’den, Resûlullahın Medîne-i münevvereye hicretleri sırasında kendisine kardeş yaptığı Ebû Ruveyha’yı Şam’a yerleştirmesini istedi. Hz. Ömer, onun bu teklifini kabûl etti. Bilâl-i Habeşî (radıyallahü anh) burada evlendi. Birgün rü’yâsında Resûlullah efendimizi gördü. Resûlullah efendimiz ona; “Bu ne eziyet böyle yâ Bilâl? Beni ziyâret edeceğin zaman yaklaşmadı mı?” diye buyurunca, Bilâl-i Habeşî üzüntü ile uyandı. Bineğine bindi ve korku ile Medîne-i münevvereye doğru yola çıktı. Resûlullahın kabr-i şerîflerine geldi. Orada ağlamaya başladı. Sonra Hasen ve Hüseyn’in (r.anhümâ) yanlarına gitti. Onlara sarıldı ve onları öptü. Onlar Hz. Bilâl’e; “Mescid-i Nebevî’de Resûlullah için okuduğun ezân gibi bir ezânını dinlemek istiyoruz” dediler. Bilâl-i Habeşî (radıyallahü anh) onların bu isteğini kabûl etti. Mescid-i Nebevî’ye giderek, Resûlullah zamânında ezân okuduğu yerde durdu. Allahü Ekber, Allahü Ekber diye okumaya başlayınca, Medîne-i münevverede büyük bir heyecân meydâna geldi. Eşhedü en lâ ilahe illallah deyince, bu durum daha da arttı. Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah okuyunca, herkes başlarını pencerelerden dışarı çıkardılar ve; “Yoksa Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) tekrar mı dirildi?” dediler. Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) vefâtından sonra, bugünden daha çok erkek ve kadınların ağladığı birgün görülmedi, İbn-i Asâkir de, Hz. Bilâl’in hayâtını anlatırken hâdiseyi zikretti.
İşte Eshâb-ı Kirâm (aleyhimürrıdvan) zamânında, Bilâl-i Habeşî (radıyallahü anh) Medîne-i münevvereye sırf Resûlullah efendimizi ziyâret için; Tabiîn zamânında Ömer bin Abdülazîz’in gönderdiği şahıs ise, sırf onun selâmını Resûlullah efendimize ulaştırmak için gitmişti.
Medîne-i münevvereye bir ihtiyâcı için gidip, bu sırada da Resûlullahın ziyâret edilmesi veya sırf Resûlullahı (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyâret gâyesi ile Medîne’ye gidilmesiyle ilgili haberler pekçoktur.
Mehrî’nin azadlısı Yezîd bin Mehrî şöyle anlatır: “Şam’dan Medîne’ye giderken, Mısır vâlisi olan Ömer bin Abdülazîz’ e uğradım. Bana dedi ki: “Ey Yezîd! Resûlullahı ziyâret saâdetine kavuştuğun zaman, benden salât ve selâm söylemeni rica ederim.” Buna benzer şeyleri, Ömer bin Abdülazîz’ den, başkaları da rivâyet etmiştir.
Hânefî âlimlerinden Ebü’l-Leys Semerkandî, “Fetâvâ” adlı eserinin hac bahsinde şöyle anlatır: “Mekke-i mükerremeye gidecektim. Kâsım bin Gassân bana; “Senden bir isteğim var. Medîne-i münevvereye gidince, Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) benden selâm söyle” dedi.
Büyük fıkıh âlimleri de, hacının, hac vazîfesini tamamladıktan sonra, ziyâret için Medîne-i münevvereye gitmesinin müstehâb olduğunu söylemişlerdir.
Hac mevzûunda İbn-i Asâkir, Târih’inde, İbn-i Cevzî de “Musir-ül-azm-is-sâkin” adlı eserinde, bir hikâyeyi şöyle naklederler: “Muhammed bin Harb el-Hilâlî şöyle anlatır: Medîne-i münevvereye gidip, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i şerîflerine girmiştim. Kabri şerîfi ziyâret edip, hizâsında bir yere oturdum. Bu sırada bir Arabî gelip, kabr-i şerîfi ziyâret etti ve; “Ey Peygamberlerin en hayırlısı! Şüphesiz Allahü teâlâ sana doğru bir Kitâb (Kur’ân-ı kerîm) indirdi. Onda meâlen; “Onlar nefslerine zulm ettikten sonra gelirler. Allahü teâlâdan af dilerler. Resûlüm de, onlar için istiğfâr ederse, Allahü teâlâyı elbette tövbeleri kabûl edici ve merhamet edici olarak bulurlar” buyuruyor (Nisâ-64). İşte ben, sana geldim. Allahü teâlâdan günahlarımı af ve mağfiret etmesini diliyorum. Günahlarımın bağışlanması için senin şefâatini ve yardımını istiyorum” dedi. (Başka bir rivâyette ise, “Sana geldim. Rabbimin katında günahlarımın bağışlanması için, şefâatini ve yardımını diliyorum” dedi) ve ağladı. Sonra şu şiiri okudu: “Ey burada olanların en hayırlısı. Canım, senin bulunduğun ve her türlü kerem ve yükseklik bulunan senin bu kabrine fedâ olsun.” Sonra tövbe ve istiğfârda bulunup, oradan ayrıldı. Ben bu arada uyudum. Rü’yâmda Resûl-i ekremi gördüm. Bana; “O Arabî’ye yetiş, Allahü teâlâ, benim şefâatim ile onu af ve mağfiret eylediğini müjdele” buyurdu. Bunun üzerine ben uyandım. Derhâl onu aramak için dışarı çıktım. Fakat aradım bulamadım.”
Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i şerîflerini ziyâretin müstehâb olduğuna ve müslümanların bu husûstaki icmâ’ına dâir âlimlerin buyurdukları:
Kâdı lyâd (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: Resûlullahın kabr-i şerîfini ziyâret sünnettir. Müslümanlar bu husûsta icmâ’ etti. Aynı zamanda bu, teşvik edilen fazîletli bir iştir.”
Kâdı Ebü’t-Tayyib (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Hac ve umreden sonra, Resûlullahı (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyâret etmek müstehâbdır.”
Tecrid kitabında, Mahâmilî; “Hacının, Mekke-i mükerremede hac ile alâkalı vazîfeleri bitirdikten sonra, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i şerîflerini ziyâret etmesi müstehâbdır” demektedir.
Ebû Abdullah Hüseyn bin Hasen Halimi, “Minhâc” adlı eserinde, îmânın şu’belerini anlatırken, Resûlullah efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) ta’zim husûsunda şöyle demektedir: “Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) ta’zim, onu görüp yüksek sohbetlerinde bulunan Eshâb-ı Kirâma nasîb olan büyük bir ni’mettir. Bugün ise, Resûlullahın kabrini ziyâret, O’na ta’zimi ifâde eden husûslardandır.”
İmâm-ı Mâverdî, “Hâvi” adlı eserinde; “Resûlullahın kabr-i şerîflerini ziyârete gelince, emredilmiş bir husûs olup, mendûbdur” demektedir. Ahkâm-ı Sultaniyye’sinde ise; “Hac işlerini yürütmekle görevli kimseler, hacılar hac farîzasını yaptıktan sonra, memleketlerine dönecekleri zaman, onları Medîne-i münevvere yolundan götürürler. Böylece hac ile berâber, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i şerîflerini ziyâret ve O’na hürmet ve itâat husûsu da yerine getirilmiş olur. Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i şerîfini ziyâret, haccın farzlarından olmamakla berâber, dînen mendûb ve hacının müstehâb ibâdetlerindendir” demektedir.
Mühezzeb sâhibi ise; “Resûlullahın kabr-i şerîflerini ziyâret etmek müstehâbdır” demektedir.
Kâdı Hüseyn (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Hac bitirildikten sonra, sünnet olan şeyler şunlardır: Hacının mültezemde durup duâ etmesi, Zemzem suyundan içmesi, Medîne-i münevvereye gidip Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i şerîflerini ziyâret etmesi.”
Rüyânî buyurdu ki: “Hac vazîfesi bitirildikten sonra, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i şerîfini ziyâret müstehâbdır.”
Eshâb-ı Kirâmın bu husûstaki icmâ’ı bilindiği için, onların bu mevzûdaki sözlerini bildirmeye ihtiyâç yoktur.
Hânefî âlimleri derler ki: Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabri şerîflerini ziyâret, en fazîletli müstehâb ve mendûblardandır.”
Ebû Mensûr Muhammed bin Mükerrem Kirmânî, “Menâsikîn” adlı eserinde, Abdullah bin Mahmûd bin Beldehî “Muhtâr şerhinde”, Ebü’l-Leys-i Semerkandî’nin Fetâvâ’sında haccın edâsı bâbında ve Hasen bin Ziyâd, Ebû Hanîfe’den (rahmetullahi aleyh) şöyle naklettiler Ebû Hanîfe (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Hacı için en iyisi, Mekke-i mükerremeden başlamasıdır. Hac vazîfesini edâ edince, Medîne-i münevvereye uğrar, Medîne-i münevverede Resûlullahın kabr-i şerîfini ziyâret eder. Hacca giderken önce Medîne-i münevvereye uğrar, sonra hac için Mekke-i mükerremeye giderse bu da olur. Resûlullahı (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyâret edeceği zaman, kabr-i şerîfe yaklaşır. Kabir ile kıble arasında ayakta durur. Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem), salât ve selâm, Ebû Bekr’e ve Ömer’e (radıyallahü anhümâ) Allahü teâlâdan rahmet diler.”
Ebû Abbâs Sürûcî “Gaye” adlı eserinde şöyle demektedir: “Hac ve umre yapanlar Mekke-i mükerremeden döndüğü zaman, Medîne-i münevvereye giderler. Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i şerîfini ziyâret ederler. Zirâ kabr-i şerîfi ziyâret etmek kıymetli işlerdendir.”
Aynı şekilde, Hanbelî mezhebi âlimleri de bu husûsu açıkça ifâde etmişlerdir. Hanbelî âlimlerinden Ebû Hattâb Mahfûz bin Ahmed İbni Hasen Kelûdânî, haccın sıfatı bölümünde şöyle demektedir: “Hacı haccını bitirdiği zaman, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i şerîfini ziyâret etmesi müstehâbdır.”
Abdürrahmân bin Yezîd, Atâ ve Mücâhid’den (radıyallahü anhüm) şöyle nakletti: “Hacca gidileceği zaman, önce Mekke-i mükerremeye gidilip, hac vazîfesi ifâ edildikten sonra, istenirse Medîne-i münevvereye gidilir.”
İbrâhim Nehâî şöyle buyurdu: “Hacca veya umreye gidildiği zaman, önce Mekke-i mükerremeden başlanır. Hac ve umre yapıldıktan sonra, Medîne-i münevvereye gidilir,” (önce Medîne-i münevvereden başlanıp, sonra Mekke-i mükerremeye gidileceğini söyliyen âlimler de vardır.)
Önce ve sonra gelen âlimler, ister Mekke-i mükerremeye gitmeden önce, ister Mekke-i mükerremede hac vazîfesini edâ ettikten sonra olsun, Medîne-i münevvereye gidilmesini söylemişlerdir. Medîne-i münevvereye gitme sebeplerinden en büyüğü, Resûlullah efendimizi ziyâret etmektir.
Ebû Abdullah Muhammed bin Abdullah bin Hüseyn Samirî de, “Müstev’ab” adlı eserinde, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i şerîfini ziyâret bâbında şöyle demektedir: “Hacı, Medîne-i münevvereye gittiği zaman, şehre girerken gusl abdesti alması müstehâbdır. Sonra Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) mescidine gelir, sağ ayağı ile girer ve kabr-i şerîfin yanına gelir. Yüzü kabr-i şerîfe, arkası kıbleye ve minber sol tarafına gelecek şekilde durur.” Burada Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) nasıl selâm verileceği ve duâ edileceği açıklanmıştır. Bu duânın bir kısmı şöyledir: “Allahım! Sen kitabında Nebine (sallallahü aleyhi ve sellem) meâlen; “Onlar nefslerine zulm ettikten sonra gelirler. Allahü teâlâdan af dilerler. Resûlüm de, onlar için istiğfâr ederse, Allahü teâlâyı elbette tövbeleri kabûl edici ve merhamet edici olarak bulurlar” buyurdun (Nisâ-64). Şimdi senin Nebîni (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyârete geldim. Senden af ve mağfiretini diliyorum. O hayatta iken O’na gelene mağfiretini vâcib kıldığın gibi, bana da af ve mağfiretini vâcib kılmanı, diliyorum. Allahım! Sana Habîbin (sallallahü aleyhi ve sellem) ile teveccüh ediyorum.” Mescid-i nebevî’den ayrılacağı zaman, Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i şerîfi yanına gelir, vedâ eder.
Yine Hânefî mezhebi âlimlerinden Ebû Mensûr Kirmânî buyurdu ki: “Eğer bir kimse sana Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) selâmını iletmeni söylemişse, kabr-i şerîfte; “Esselâmü aleyke, yâ Resûlallah! Min fülân bin fülân senin Allahü teâlânın katında rahmet ve mağfireti için şefâatçi olmanı diliyor. Ona şefâatçi ol” der.
Hanbelî mezhebi âlimlerinden Necmüddîn Hamdân şöyle demektedir: “Mekke-i mükerremede hac vazîfesini bitiren bir kimse, Resûlullahı (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer’i ziyâret eder. Bu ziyâreti, ister haccı bitirdikten sonra, ister hacdan önce yapar.”
Meşhûr Hanbelî Mezhebi âlimi Muvaffaküddîn İbni Kudâme, Hanbelî mezhebinde en çok tutulan ve okunan “Mugnî” kitâbına, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i şerîfini ziyâretin müstehâb olduğuna dâir bir bölüm koymuştur.
Abdülhak Saklî, “Tehzîb-üt-Tâlib” kitabında, büyük Mâlikî âlimlerinden Ebû İmrân’dan naklen; Resûlullahın kabrini ziyâretin mühim sünnetlerden olduğunu bildirmiştir.
Ebû Abdullah İbni Batta el-Ukberî, “El-İbâne an şerîat-il-firket-in-nâciyeti ve mücânebet-il-fîrek-ilmezmûme” adlı eserinde, Resûlullah efendimizin kabri şerîflerini ziyâreti şöyle ta’rîf eder: “Ziyâret eden kimse, kabr-i şerîfe gelir. Kabr-i şerîfe doğru döner. Kıble, arkasında kalır. “Esselâmü aleyke eyyühennebiyyu ve rahmetullahi ve berakâtühü” der, daha başka okuyacaklarını okur, duâlarını yapar. Sonra biraz sağ tarafa gider. Hz. Ebû Bekr’e selâm verir, sonra biraz daha sağa gider. Hz. Ömer’e selâm verir. Bunu hiç kimse inkâr etmemiş, hiç kimse buna muhâlefet etmemiştir.”
Kâdı lyâd şöyle nakleder: “İshâk bin İbrâhîm el-Fakîh şöyle dedi. Hacceden kimseye lâyık olan, Medîne-i münevvereye uğramak, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) mescidinde namaz kılmak, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) Ravda-i mutahherasını, minberini, kabr-i şerîfini, oturdukları, mübârek ellerinin değdiği, mübârek ayaklarının bastığı yerleri, yaslandıkları direkleri, Cebrâil’in (aleyhisselam) vahy getirdiği, Eshâb-ı Kirâmın ve müctehid âlimlerin gelip kaldıkları bu yerleri görmek sûretiyle bereketlenmek ve bunlardan ibret almaktır.”
Mâlikî âlimlerinden Bâcî dedi ki: “Birçok kimse uzak yerlerden, sırf Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i şerîfini ziyâret için yola çıkmışlardır.”
Ebû Bekr Muhammed bin Hüseyn Acürrî, “Şerîat” isimli eserinin Ebû Bekr ve Ömer’in (radıyallahü anhümâ) Resûlullahın yanına defnedilmesi bahsinde şöyle der: “Önce ve sonra gelen ve hac mevzûunda eser yazan bütün İslâm âlimleri, ister hac ve umre yapmak niyetiyle olsun veya böyle bir maksad için değil de, sâdece Resûlullah efendimizin kabr-i şerîflerini ziyâret etmenin fazîletinden dolayı Medîne-i münevverede kalmayı niyet eden kimseler için yazılan kitaplarında, Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Bekr ve Ömer’e (radıyallahü anhümâ) nasıl selâm verileceğini öğretmişlerdir.”
İbn-i Ebû Zeyd, kabirleri ziyâret babında şöyle der: “Uhud’dâki şehidlerin kabirleri ziyâret edilir. Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer’e selâm verildiği gibi, onlara da selâm verilir.”
İbn-i Humeyd şöyle nakletti: “Emîr-ül-mü’minîn Ebû Ca’fer, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) mescidinde, İmâm-ı Mâlik’e sesli olarak birşeyler söylemişti. Bunun üzerine İmâm-ı Mâlik Ebû Ca’fer’e; “Ey mü’minlerin emîri! Bu mescidde sesini yükseltme, zîrâ Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Ey îmân edenler! Peygamberin sesinden daha yüksek sesle konuşmayınız! O’na birbirinize seslendiğiniz gibi seslenmeyiniz! Böyle yapanların ibâdetlerinin sevâbları yok olur. Resûlullahın yanında seslerini kısanların kalblerini, Allahü teâlâ takvâ ile doldurur. Onların günahlarını affeder ve çok sevâb verir. O’nu dışarıdan bağırarak çağıranlar, düşünemiyorlar” buyuruyor (Hucurât: 2-4). Resûlullaha vefâtından sonra hürmet, hayatta iken gösterilen hürmet gibidir. Bunun üzerine Ebû Ca’fer; “Ey Ebû Abdullah! (İmâm-ı Mâlik’in künyesi Ebû Abdullah’dır.) Kıbleye dönerek mi duâ edeyim, yoksa Resûlullaha mı döneyim?” diye sorunca, İmâm-ı Mâlik; “Yüzünü Resûlullahdan çevirme. Çünkü O, kıyâmet gününde hem senin, hem de baban Âdem aleyhisselâmın, Allahü teâlâ katında vesîlenizdir. Bilakis Resûlullaha doğru dön, O’nun şefâatini iste. Allahü teâlâ O’nun şefâatini kabûl eder. Çünkü Allahü teâlâ, Nisa sûresinin altmışdördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen: Onlar nefslerine zulm ettikten sonra gelirler. Allahü teâlâdan af dilerler. Resûlüm de, onlar için istiğfâr ederse, Allahü teâlâyı elbette tövbeleri kabûl edici ve merhamet edici olarak bulurlar” buyuruyor” dedi.
İmâm-ı Mâlik’in (rahmetullahi aleyh) bu sözlerine dikkatlice bakılırsa, Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret, O’nu Allahü teâlâ katında vesîle yapmayı, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) mescidinde edebi gözetmeyi ifâde etmektedir.
Kâdı lyâd, İbn-i Habîb’in şöyle dediğini bildirir “Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) mescidine girerken, “Bismillah veselâmün alâ Resûlullah vesselâmu aleynâ min Rabbinâ ve sallallahü ve melâike-tühü alâ Muhammedin. Allahümmegfir lî zünûbi vefteh lî ebvâbe rahmetike ve cennetike vekfiznî mineşşeytânirracim.” denir. Sonra Ravda-i mutahheraya girilir. Burası, kabr-i şerîf ile minber arasıdır. Kabr-i şerîfe gitmeden önce, burada iki rek’at namaz kılınır. Sonra kabr-i şerîfin yanında mütevâzî bir şekilde durulur. Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) salevât ve bilinen senâlar yapılır. Sonra Küba mescidine ve şehîd olan Eshâb-ı Kirâmın kabirlerine gidilir. Bu ihmâl edilmez.”
Hac ve umresini şartlarına uygun olarak bitiren kimse, Medîne-i münevvereye gider. Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) selâm verir, duâ ve niyazda bulunur. Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer’e selâm verir. Bakî’ kabristanına gider. Orada bulunan Eshâb-ı Kirâmın ve Tabiînin kabirlerini ziyâret eder. Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) mescidinde namaz kılar. Hacının, gücü yeterken bunları terk etmemesi gerekir.
Bunların hepsi, dört mezhebden yapılan nakillerdir. Eshâb-ı Kirâm ve Tabiînden yapılan nakillere gelince, Abdullah bin Ömer’in (radıyallahü anh) Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i şerîfine gelip, Resûlullaha selâm verdiği çok çeşitli yollardan bildirilmiştir.
İbn-i Avn rivâyet etti: “Birisi Nâfi’ye (radıyallahü anh); “İbn-i Ömer kabr-i şerîfe selâm verir miydi?” diye sordu. Nâfi de (radıyallahü anh); “Evet! Yüz kere veya daha fazla onu gördüm. Kabr-i şerîfe gelir. Orada durur. Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Bekr ve babasına selâm verirdi” diye cevap verdi.”
Ebû Hanîfe (rahmetullahi aleyh) şöyle anlattı: Eyyûb Sahtiyânî, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i şerîfine yaklaştı. Kıbleye arkasını verip, yüzünü kabr-i şerîfe döndü ve çok ağladı.”
Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i şerîfini ziyâret kurbettir (ibâdettir).
Bu, Kitâb, sünnet, icmâ’ ve kıyâs ile sâbittir. Nîsâ sûresi altmışdördüncü âyet-i kerîmesi, Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) gitmeyi teşvik etmekte, O’nun huzûrunda istiğfârda bulunmaya, O’nun da onlar için af ve mağfirette bulunacağına delâlet etmektedir.
Hadîs-i şerîflerde kabirleri ziyâret emredilmiştir. Hadîs-i şerîfte: “Kabirleri ziyâret ediniz! Bu ziyâretler, sizlere âhıret gününü hatırlatır” buyuruldu. Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) kabri, kabirlerin seyyididir. Resûlullahın kabr-i şerîfi de, hadîs-i şerîfte geçen kabirler ifâdesine dâhildir. Ziyâret emrine o da dâhildir.
Vâkıdî, Fütûh uş-Şam adlı eserinde şöyle demektedir: “Ebû Ubeyde bin Cerrâh (radıyallahü anh), Beyt-i Makdis’in evlerine kadar geldiği zaman, Meysere bin Mesrûk ile Halîfe Hz. Ömer’e bir mektûp gönderdi. Meysere (radıyallahü anh), Medîne-i münevvereye girdiği vakit gece idi. Önce Mescid-i Nebevî’ye girdi. Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i şerîflerine ve Hz. Ebû Bekr’in kabrine selâm verdi.”
Yine aynı kitapda şöyle anlatılır: “Hz. Ömer, Beyt-i Makdis halkı ile sulh yapmıştı. Bu sırada Ka’b-ül-Ahbâr gelip müslüman oldu. Hz. Ömer onun müslüman olmasından dolayı çok sevindi. Ka’b-ül-Ahbâr’a; “İstersen benimle Medîne-i münevvereye gel, orada Resûlullah efendimizin kabr-i şerîflerini ziyâret edersin, bu ziyâret senin için fâideli olur” dedi. Ka’bül-Ahbâr, Hz. Ömer’e; “Ey Mü’minlerin emîri! Emrettiğin gibi yapayım” dedi: Hz. Ömer, Medîne-i münevvereye gelince, önce Mescid-i Nebevî’ye geldi. Resûlullah efendimize selâm verdi. Bu hâdiseyi, hadîs ve târih âlimleri de anlattı.”
Âlimler, erkekler için kabirlerin ziyâretinin müstehâb olduğunda icmâ’ etmişlerdir. Bunu bildirenlerden birisi de, Ebû Zekeriyyâ Nebevî’dir. Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret husûsunda, erkek ile kadın arasında fark yoktur. Resûlullah efendimizin kabr-i şerîflerinin dışındaki kabirlerin ziyâretine gelince, erkeklere müstehâb olduğunda icmâ’ vardır. Kadınlara gelince, Şafiî mezhebine göre burada dört şekil vardır. Birincisi ve en meşhûru; kadının, Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfinden başkasını ziyâret etmesi mekrûhtur. Ebû Hâmid, Mehâmilî, İbn-i Sebbâg ve başka âlimler bunu kesin olarak ifâde etmişlerdir. Âlimlerin ekserisi, bundan başkasını zikretmemişlerdir. İkincisi; câiz olmadığıdır. Mühezzeb sâhibi ve Beyân sâhibi böyle söylemişlerdir. Üçüncüsü; ne müstehâbdır ne mekrûhtur. Bilakis mubahtır. Bunu Rûyânî söyledi. Dördüncüsü; kadınların âdetleri olduğu üzere, geçmiş hâtıralarını sayıp inliyerek üzülmek ve ağlamak için olursa, haramdır. Böyle birşey olmadan, sâdece ibret almak için ise mekrûhtur. Ancak kadın yaşlı ise mekrûh olmaz.
Kabirleri ziyâret birkaç kısımdır. Birinci kısım: Sâdece ölümü ve âhıreti hatırlamak için olur. Bunda, sâhiplerini tanımadan sâdece kabirleri görmek kâfidir. Burada, onlar için af ve mağfiret dilemekten başka bir maksad yoktur. Bu ise müstehâbdır. Çünkü Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Kabirleri ziyâret ediniz! Bu ziyâretler, sizlere âhıret gününü hatırlatır” buyurdu. Şöyle ki; insan bir kabri gördüğü zaman, ölümü ve ölüm sonrasını hatırlar. Bu ise, insanın ibret ve nasîhat almasına vesîle olur.
İkinci kısım: Kabirlerin sâhiplerine duâ etmek için ziyâret etmektir. Bu, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) Bakî kabristanında bulunanları ziyâret etmesi ile sabittir. Bu, her müslüman için müstehâbdır.
Üçüncü kısım: Hayır ve sâlah sâhibi kimselerden olan kabir sâhiplerinden bereketlenmek için olur.
Dördüncü kısım: Kabir sâhibinin hakkını edâ etmek için olur. Bir kimsede başkasının hakkı varsa, o kimsenin, o hakkı olan şahsa hem sağlığında hem de vefâtından sonra iyilik yapması gerekir. Vefâtından sonra o şahsın kabrini ziyâret etmek bu iyiliklerdendir. Kabri ziyâret etmek meyyite merhamet ve acıma ma’nâsını da taşır. Meyyit, kabrinde bulunduğu müddetçe, dünyâda iken sevdiği bir kimse onu ziyâret ettiği zaman, bundan sevinir ve teselli bulur. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; “Bir kimse, bir tanıdığının kabrine uğrayıp selâm verse, meyyit onu tanır ve cevap verir. Tanımadığı meyyite selâm verirse, meyyit sevinir ve cevap verir” buyurdu.
Resûlullah efendimizi ziyâret kurbettir (ibâdettir). Bu, birkaç bakımdan olur:
1- Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Onlar nefslerine zulm ettikten sonra gelirler. Allahü teâlâdan af dilerler. Resûlüm de, onlar için istiğfâr ederse, Allahü teâlâyı elbette tövbeleri kabûl edici ve merhamet edici olarak bulurlar” buyuruldu. (Nisâ-64)
2- İkinci delîl sünnettir. “Kim benim kabrimi ziyâret ederse...” hadîs-i şerîfinin umûmundan anlaşılmaktadır. Bu hadîs-i şerîf, uzakta ve yakında olana, sırf Resûlullahın kabrini ziyâret için gidene ve yolculuk vesîlesi ile ziyâret edene şâmildir. Bunların hepsi hadîs-i şerîfin umûmuna dâhildir. Bilhassa;“Kim sırf ziyâret için bana gelirse...” hadîs-i şerîfi, ziyâret için yolculuk yapmak husûsunda, hattâ sırf bu niyet ile yola çıkmak, başka hiçbir şeyi düşünmemek husûsunda gâyet açıktır.
3- Resûlullah efendimizi ziyâret kurbet (ibâdet) olunca, ziyâret için sefere çıkmak da kurbettir. Çünkü ziyâret, bir yerden bir yere intikâldir. Bu yüzden, sefer de ziyâret kelimesine dâhildir. Aynı şekilde Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), kabirleri ziyâret etmek için Medîne-i münevvereden çıktıkları da sâbittir. Yakına çıkmak câiz olunca, uzağa çıkmak da câizdir. Başkasının kabrine gitmek meşrû olunca, Resûlullahın kabr-i şerîfine gitmek öncelikle meşrûdur.
4- Bu husûsun câiz olduğunda, önce ve sonra gelen âlimler sözbirliği etmişlerdir. Her sene müslümanlar, hac vazîfesini yerine getirdikten sonra, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i şerîfini ziyâret etmektedirler. Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i şerîfini, hacdan önce ziyâret de etmişlerdir. Eğer hacca giderken yolları Medîne-i münevvereden geçmezse, mallarını ve paralarını bu yolda sarf ederek, uzun mesafeleri katedip, yine Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyâretine geliyorlardı. Bu yolculuğu, Resûlullahı ziyâretin kurbet (ibâdet) ve tâat olduğuna inanarak yapıyorlardı. Asırlardan beri, şarkta ve garbda, aralarında âlimlerin ve sâlihlerin de bulunduğu büyük bir topluluğun hatâ üzere olması imkânsızdır. Onların hepsi de bunu, O’nun vesîlesi ile Allahü teâlâya yakınlaşmak için yapıyorlardı. Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etmiyenler, ya imkânı olmadığından veya bir mâni bulunduğundan gidememektedirler. Buna rağmen mümkün olsa, her zaman için gitmeyi istemektedirler. Kim bu kadar kalabalık bir topluluğun hatâ üzerinde bulunageldiklerini söylerse, kendisi hatâ üzeredir.
5- İbâdete vesîle olan şey de ibâdettir. Çünkü dinde, işler maksadlarına göre mu’teberdir. Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Allahü teâlânın, onunla hatâları mahvedip dereceleri yükselttiği şeyi size bildireyim mi? Şiddet ve melâlet anlarında âdâbınâ riâyet ederek güzelce abdest almak,câmilere gitmek ve bir namazı kıldıktan sonra diğer namaz vaktini beklemektir, (sonra üç defa) İşte bu ribâttır.” Burada “Şiddet ve melâlet anlarından murâd, şiddetli soğuk, sâhibini hareketten alıkoyan hastalık ve insanın abdest almasını zorlaştıran daha başka hâllerdir. Mescide gitmenin kıymetli ve şerefli oluşu, bir ibâdete vesîle olduğundan dolayıdır.
Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Her kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer ve genişlik bulur. Kim Allah ve Resûlüne itâatle hicret ederek evinden çıkar da, sonra ona ölüm yetişirse, onun ecri (mükâfatı) gerçekten Allaha düşmüştür. Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir.” buyuruluyor (Nisâ-100). Bu âyet-i kerîme, mevzûmuz için güzel bir delîldir. Çünkü, Resûlullahı (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyâret için yola çıkan kimse, Allah ve Resûlüne itâatle muhâcir olarak evinden çıkmıştır. Yine Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Medînelilere ve civârlarındaki çöl bedevilerine, Resûlullahın emirlerine aykırı hareket etmek (ve yaptığı savaştan geri kalmak) uygun olmadığı gibi, kendisinin bizzat katlandığı zahmetlere, onların da katlanmaya rağbet etmemeleri yaraşmaz. Muhâlefetin câiz olmayışının sebebi şudur: Çünkü onların, Allah yolunda çektikleri bir susuzluk, bir yorgunluk bir açlık, kâfirleri kızdıracak bir yere basmaları ve düşmana karşı bir muvaffakiyete erişmeleri yoktur ki, mukâbilinde kendilerine sâlih bir amel yazılmış olmasın. Çünkü Allah güzel amel edenlerin mükâfatını zayi etmez” buyuruluyor (Tevbe-120).
Şüphesiz sefer ve başkaları gibi meşakkat bulunan birşeyle ibâdete tevessül eden kimse, bu meşakkati Allahü teâlâ için yüklenmiş olur. Böyle bir kimseden Allahü teâlâ râzıdır. Onun bu gayretlerinin karşılığını verir, ibâdete vesîle olan mübahda meşakkat bulunmasa da, o mubahla kurbet olan bir fiili yapmak kasdedildiği için, onda yine sevâb vardır. Meselâ ibâdet yapabilmek için gerekli kuvveti kazanayım diye uyumak böyledir.
Tevessül, istigâse ve teşeffü’:
Bil ki, Resûl-i ekrem ile tevessül, istigâse ve teşeffü’, ya’nî Resûlullah efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) Allahü teâlâ katında vesîle etmek, O’nun yardımını ve şefâatini istemek câizdir. Bunun câiz ve güzel işlerden olduğu, her dindâr için ma’lûmdur. Bunlar Peygamberlerin (aleyhimüsselâm), Selef-i sâlihînin, ulemâ ve diğer müslümanların yaptığı işlerdendir. Din ehli hiç kimse bunu kötü görmemiştir. Şimdiye kadar bunları kabûl etmiyen hiç kimseye rastlanmamıştır. Fakat ba’zı âlim geçinen bozuk i’tikâd sâhipleri ve onun yolunda gidenler, bunları kabûl etmemektedirler.
Deriz ki: “Her zaman ister yaratılmadan önce, ister yaratıldıktan sonra, dünyâdaki hayâtında ve vefâtından sonra; berzâh, kabir âleminde, kıyâmet günü dirildikten sonra, Arafat meydanında ve Cennette, Resûlullah efendimiz ile tevessül etmek câizdir. Tevessül üç çeşittir.
Tevessül, ihtiyâç sâhibinin Allahü teâlâdan, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) hürmetine, O’nun Allahü teâlâ katındaki hürmetine veya O’nun bereketiyle Allahü teâlâdan istemesidir. Bu üç hâlde de tevessül câizdir. Bunlardan herbiri hakkında sahîh haberler mevcuttur. Bu da üçe ayrılır:
İlki: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) yaratılmadan önce O’na tevessül: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) yaratılmadan önceki tevessüle, geçmiş Peygamberlerle (aleyhimüsselâm) alâkalı haberler (hadîs-i şerîfler) delâlet eder. Bu konuyu Hâkim Ebû Abdullah, Müstedrek adlı eserinde bildirmiştir. Ömer bin Hattâb’ın (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu.
“Âdem aleyhisselâm zelleyi i’tirâf edince; “Yâ Rabbî! Muhammed aleyhisselâmın hakkı için beni bağışla” dedi. Allahü teâlâ; “Ey Adem! Sen Muhammed aleyhisselâmı nereden biliyorsun! Ben henüz O’nu yaratmadım” buyurdu. Bunun üzerine Âdem aleyhisselâm; “Şuradan biliyorum ki, sen beni yed-i kudretinle yaratıp bana rûh üflediğin zaman, başımı kaldırıp, Arş üzerinde “La ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” yazılmış olduğunu gördüm. Bildim ki, sen, hiç kimsenin ismini, şerefli isminin yanında getirmezsin. Ancak en sevdiğin kulunun ismini getirirsin” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ; “Ey Âdem! Doğru söyledin. O, bana halkın en sevgilisidir. Madem ki O’nun hürmetine benden mağfiret istedin, gerçek olarak ben de seni affettim. Eğer Muhammed olmasaydı, seni yaratmazdım” buyurdu.”
Bir müslüman, aklın ve dînin red etmediği birşeyi nasıl red edebilir? Buna nasıl cür’et gösterebilir?
Nûh, İbrâhîm (aleyhimüsselâm) ve diğer peygamberlerin tevessüllerine gelince, bunu müfessirler (tefsîr âlimleri) tefsîrlerinde bildirmişlerdir. Biz burada, bu hadîs-i şerîf ile ve Hâkim Ebû Abdullah’ın onu sahih kabûl etmesiyle yetiniyoruz. Tevessül, istigâse, teşeffü’ ve teveccüh’ün ma’nâları arasında fark yoktur. Çünkü Allahü teâlânın duâyı kabûl etmesi için, Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) vesîle yapılıyor. Burada maksâd; kulun, Allahü teâlâ katında kesin olarak derecesi ve kıymeti olduğuna inandığı kimseyi vâsıta ederek istemesidir. Şüphesiz, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) Allahü teâlânın katında çok yüksek derecesi vardır. Âdette bile durum böyledir. Bir kimsenin diğer bir kimsenin yanında kıymet ve derecesi çok olursa, onun hiçbir sözünü red etmez. Hattâ başka birisi, onun ismini söyleyerek o kimsenin yanına gittiği zaman, onun isteğini, ismini veya selâmını getirdiği o şahsın hatırı için yerine getirir. Hâlbuki, ismini veya selâmını getirdiği şahıs orada mevcût değildir. Yaratılmadan önce Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile tevessül etmek de böyledir. Burada sâdece Allahü teâlâdan istenmekte, duâ yalnız Allahü teâlâya yapılmaktadır. Sevilen ve kadr-ü kıymeti yüksek olan kimseyi zikretmek, yapılan duânın kabûlüne vesîle olmaktadır. Nitekim rivâyet edilen sahih duâlarda da durum böyledir. Meselâ bu duâlardan birisi şöyledir. “Senin her isminle, senin esmâ-i husnân ile senden isterim. Senin Allah olman hürmetine senden isterim. Gazâbından rızâna, Cezândan âfiyet vermene sığınırım. Senden sana sığınırım.”
Bütün yapılan bu duâlarda, kendisinden istenilen, şerîki, ortağı olmayan yalnız Allahü teâlâdır. Duâda vesîle edilen ise değişiktir. Böyle vesîle edilerek yapılan duâ ne şirktir, ne de Allahü teâlâdan başkasından istemektir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) vesîle edilerek yapılan duâ da böyledir. Yoksa, Resûlullahdan istemek değildir. Bilakis Allahü teâlâdan istemektir. Burada Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) hatırı için Allahü teâlâdan istenmektedir. Sâlih ameller vesîle edilerek Allahü teâlâdan istenince, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) vesîle edilerek Allahü teâlâdan istemek, sâlih amellere göre çok daha önde, üstün ve kıymetlidir. “Yâ Râbbi! Muhammed aleyhisselâmın hakkı için senden istiyorum” denilince, buradaki “hakkı için” ile murâd; Resûlullahın, Allahü teâlâ katındaki derecesi ve kadridir.
İkincisi: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) yaratıldıktan sonra hayatta iken O’nunla tevessül yapmaktır. Ebû Îsâ Tirmizî’nin “Sahîh”indeki duâ bahsinde bulunan rivâyet bu kısımdandır. Osman bin Huneyf şöyle rivâyet etti: “Bir a’mâ Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek; “Yâ Nebîyyallah! Gözümü kaybettim. Bana duâ et” dedi. O zaman Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) o şahsa; “Abdest al, iki rek’at namaz kıl, sonra; Allahümme innî es’elüke ve eteveccehû ileyke binebiyyike Muhammedin nebiyyirrahmeti yâ Muhammed! İnnî eteşeffeu bike fî reddi basarî Allahümme” de!” buyurdu. O şahıs buyurulanı yaptı. Allahü teâlâ, ona gözünün görmesini tekrar ihsân etti.
Üçüncüsü: Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) vefâtından sonra tevessül etmektir. Ebû Umâme bin Sehl bin Huneyf şöyle anlatır: ihtiyâç içerisinde olan birisi amcam Osman bin Huneyf ile karşılaşınca, amcama ihtiyâcı olduğunu söyledi. Amcam ona; “Git güzelce bir abdest al, sonra mescide gel. Orada iki rek’at namaz kıl. Sonra; “Allahümme innî es’elüke ve eteveccehû ileyke bi-nebiyyinâ Muhammedin nebiyyirrahmeti yâ Muhammed! innî eteveccehû ileyke ilâ Rabbike feyakdî hâcetî” de ve hâcetini söyle. Ben senin yanına gelirim” dedi. O zât gitti ve amcamın dediği gibi yaptı. Sonra Osman bin Affân’ın (radıyallahü anh) evine gitti. Hizmetçisi kapıyı açtı ve onu Osman bin Affân’ın (radıyallahü anh) huzûruna aldı. Osman bin Affân (radıyallahü anh) o zâta; “Ne ihtiyâcın var?” dedi. O zât da ihtiyâcını anlattı. Osman bin Affân da o zâtın bütün ihtiyâçlarını giderdi. Ve ona; “Niçin bu zamana kadar, ihtiyâcın olduğunu söylemedin? Bir daha ne ihtiyâcın varsa söyle” dedi. Daha sonra o zât, Osman bin Affân’ın yanından ayrıldı. Yolda amcama rastladı. Ona; “Allahü teâlâ seni hayırla mükâfatlandırsın. Sen ona söyleyinceye kadar, o benim ihtiyâcımı gidermedi” deyince, amcam; “Vallahi ona birşey söylemedim. Fakat, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûrunda bulunuyordum. O sırada Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) bir a’mâ geldi. Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) gözünün görmediğini arz etti. Resûlullah, ona sabretmesini bildirdi. O a’mâ; “Yâ Resûlallah! Hiçbir fâidem yok. Bu durum bana ağır geldi” dedi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona, gidip güzelce abdest almasını, sonra iki rek’at namaz kılıp, öğrettiği duâ ile duâ yapmasını emretti. O zât, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) emrettiği gibi yaptı. Daha biz oradan ayrılmadan kısa bir süre sonra, o zât yanımıza geldi. Onda, daha önce hiç a’mâlık yokmuş gibi olduğunu gördük.
Tevessülün ikinci nev’i: Tevessülün, duâ isteme ma’nâsına olmasıdır. Bu da birkaç hâldedir. Bunlardan birisi, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) hayâtında olmuştur. Müslümanlar, başlarına herhangi bir sıkıntı geldiği zaman, durumu Resûlullaha arz ederler, ondan yardım isterlerdi. Böyle haberler Buhârî ve Müslim’de mevcuttur.
Şöyle anlatılır: “Cum’a günü birisi Mescid-i Nebevî’ ye girdi. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), ayakta hutbe okuyorlar idi. O zât ayakta olarak Resûlullaha döndü; “Ey Allahın Resûlü! Mallarımız, ekinlerimiz helâk oldu. Hiçbir çâremiz de yok. Bize yardım etmesi için Allahü teâlâya duâ et” dedi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), mübârek ellerini kaldırdı ve; “Allahım! Bize yardım et.Allahım! Bize yardım et” diye duâ etti. O sırada Resûlullahın arka tarafında, semâda bir bulut ortaya çıktı. Semânın ortasına gelince, dağıldı ve yağmur yağmaya başladı. O sırada güneş dahî görülmedi”
Resûlullah efendimize nisbeti olan, akrabalığı olan kimse ile de tevessül olunabilir. Nitekim Ömer bin Hattâb (radıyallahü anh), kıtlık olduğu zaman Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) amcası Hz. Abbâs ile tevessül etti. Ya’nî onu vesîle ederek Allahü teâlâdan yağmur istedi. “Yâ Rabbî! Kıtlık olduğu zaman, Resûlullah efendimiz ile sana tevessül ederdik. Sen bize yağmur verirdin. Şimdi sana, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) amcası ile tevessül ediyoruz. Bize yağmur ihsân et” diye duâ edince, Allahü teâlâ onlara yağmur verdi. Bu hâdiseyi, Buhârî, Enes bin Mâlik’den (radıyallahü anh) bildirmiştir. Bu şekilde başka sâlih müslümanlarla da tevessül edilebilir. Bunu dindar hiçbir müslüman inkâr etmemiştir.
Tevessül, kabir âleminde de olur. A’meş şöyle rivâyet etti: Hz. Ömer zamânında kıtlık oldu. Eshâb-ı Kirâmdan birisi, Resûlullahın kabr-i şerîfine gitti ve; “Yâ Resûlallah! Ümmetin için Allahü teâlâdan yağmur iste! Yoksa onlar helâk olacaklar” dedi. Bunun üzerine Resûl-i ekrem, rü’yâsında o Sahâbîye; “Ömer’e git, selâmımı söyle. Ona yağmur yağacağını haber ver” buyurdu. O Sahâbî gördüğü rü’yâyı Hz. Ömer’e haber verdi. Hz. Ömer ağlayarak; “Yâ Rabbî! Âciz olduklarım hâriç, elimden gelen herşeyi yaptım!” dedi. Bu haberde, o Sahâbînin, vefâtından sonra kabir âleminde bulunan Resûlullahtan (sallallahü aleyhi ve sellem) yağmur istemesinde hiçbir mâni yoktur. Çünkü Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) kabir âleminde iken duâ etmesi imkânsız değildir. Bu husûsta pekçok haberler gelmiştir. Resûl-i ekremin, dünyâda olduğu gibi, kabir âleminde de Allahü teâlâdan ümmeti için yağmur istemesinde hiçbir mâni yoktur.
Tevessülün üçüncü nev’i: Resûlullahtan maksûd olan şeyin taleb edilmesidir. Ya’nî Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), ümmetinden bir kimsenin dileğini Allahü teâlâdan istemek sûretiyle, o kimse için vâsıta ve şefâatçi olabilir. Bu kısım, ifâdeleri değişik olsa bile, ma’nâca ikinci kısma dâhildir. Bu husûsta pekçok haber gelmiştir. İnsanlar Resûlullahtan bu kâbil şeyleri istemekle, Resûlullahtan bu husûsta kendilerine vâsıta ve şefâatçi olmasından başka birşey kasdetmemektedir.
Osman bin Ebi’l-Âs anlatır: “Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem), Kur’ân-ı kerîmi ezberlememin iyi olmadığından şikâyet etmiştim. O zaman Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun şeytandan olduğunu bildirdikten sonra; “Ey Osman! Bana yaklaş” buyurdu. Sonra mübârek elini göğsüme koydu. Bu sırada mübârek elinin serinliğini iki omuzlarım arasında hissettim. Eli göğsümde iken; “Ey Şeytan! Osman’ın göğsünden çık!” buyurdu. O andan sonra, ne duydu isem ezberledim.” Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü teâlânın izni, yaratması ve işi kolaylaştırması ile olduğunu bilerek şeytana “Çık!” diye emretmiştir. Hiçbir müslüman, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) işlerinde, Allahü teâlânın yardımına muhtâc olmadığını asla söylemez ve böyle şeyi düşünemez. Fakat Resûlullahtan (sallallahü aleyhi ve sellem) birşey isterken, yardım isterken, Resûlullahı (sallallahü aleyhi ve sellem) Allahü teâlâ indinde şefâatçi ve vesîle yapmaya mâni olmak, dinde Allahü teâlânın bir olduğuna îmân eden müslümanlar arasında fitne çıkarmaktır.
İstigâse, yardım istemek demektir. Allahü teâlâdan yardım istemek, bir şeyi yaratmasını istemektir. Allahü teâlâ, Enfâl sûresinin dokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen; “O vakit Rabbinizden yardım ve zafer istiyordunuz da, O size; “Gerçekten ben arka arkaya bin melâike ile yardım ediyorum” diyerek duânızı kabûl buyurmuştu” buyurmaktadır. Resûlullahtan (sallallahü aleyhi ve sellem) yardım istenince, bunun ma’nâsı; Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü teâlâdan yardımını yaratmasını istemesi demektir. Kısaca, yardım edenden yardım istemek ma’lûm birşeydir. Yalnız, yardım eden ve yardımı yaratan Allahü teâlâdır. İstigâse ile tevessül arasında bir fark yoktur.
Buhârî’nin, kıyâmet günündeki şefâat ile ilgili Enes bin Mâlik’den (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîf şöyledir: “Kıyâmet günü insanlar Arasat’ta toplanır. Bir kısmı diğerlerinin üzerine dalga vurur, birbirlerine karışırlar. Mahşer halkı hep birden, Âdem aleyhisselâma gelirler; “Rabbinden bizim için şefâat dile!” derler. Âdem (aleyhisselâm) “Ben şefâate izinli değilim, İbrâhîm aleyhisselâma gidiniz. O, Allahü teâlânın Halîlidir” der. İnsanlar ona gelirler. O da; “Ben şefâate izinli değilim. Mûsâ aleyhisselâma gidiniz. O, Kelîmullahtır” der. Ona gelirler; “Ben de şefâat edemem, Îsâ aleyhisselâma gidiniz. O, Rûhullahtır” der. Ona giderler. O da; “Ben şefâate izinli değilim. Muhammed aleyhisselâma gidiniz” der. Mahşer halkı bana gelirler. Ben; “Şefâat ederim” derim. Şefâat etmek için Rabbimden izin isterim. İzin verilir. Hak teâlânın bana bildireceği hamdler ile hamd ederim. Şimdi o hamdler hâfızamda yoktur. Sonra yere kapanır, secde ederim, Hak teâlâ bana; “Yâ Muhammed! Şefâat et, kabûl olunur” buyurur. Ben; “Yâ Rabbî! Ümmetime rahmet et, onlara merhamet et” ma’nâsına gelen, “Ümmetî, ümmetî” derim.”
Peygamberlerin kabirlerinde diri olması:
Hadîs âlimi Ebû Bekr Beyhekî, bu mevzûda küçük bir risâle yazmıştır. Risâlede, bu mevzû ile alâkalı hadîs-i şerîfleri bildirmiştir. Bu hadîs-i şerîflerden birisinde şöyle buyuruluyor: “Peygamberler kabirlerinde diri olup, namaz kılarlar.” Bu hadîs-i şerîfi, İbn-i Adî, el-Kâmil adlı eserinde Sâbit Benânî’nin Enes bin Mâlik’den rivâyetiyle bildirmiştir.
Beyhekî, senedleriyle berâber şu hadîs-i şerîfi bildirdi: “Mi’râc gecesinde, Mûsâ peygamberi kabrinde namaz kılarken gördüm.”
Evs bin Evs’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “En fazîletli gün, Cum’a günüdür. Allahü teâlâ, Adem aleyhisselâmı Cum’a günü yarattı. Kıyâmet, Cum’a günü kopar. Cum’a günleri bana çok salevât okuyunuz! Bunlar bana bildirilir.” Bunun üzerine Eshâb-ı Kirâm; “Öldükten sonra da bildirilir mi?” diye sorduklarında; “Toprak, peygamberlerin vücûdunu çürütmez. Bir mü’min bana salevât okuyunca, bir melek bana haber vererek, ümmetinden falan oğlu filân sana selâm söyledi ve duâ etti der” buyurdu.
Beyhekî’nin (rahmetullahi aleyh) Ebû Hüreyre’den (radıyallahü anh) rivâyetle bildirdiği hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Her ayın ilk üç gecesi ve günü, bana çok salevât okuyunuz. Çünkü bu ikisi, sizden bana ulaştırılır. Toprak elbette Peygamberlerin cesetlerini çürütmez.”
Buraya kadar anlatılanların hepsi, Peygamberlerin kabirlerinde diri olduklarının delîlleridir. Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin yüzaltmışdokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allah yolunda şehîd olanları ölü sanmayınız! Onlar, Rablerinin yanında diridirler, rızıklandırılmaktadırlar.” buyurarak, şehidlerin diri oldukları sabit olunca, Peygamberlerin diri olması birkaç yönden sabittir.
Birincisi; şehidlerin bu şekilde diri olmaları, onlar için şerefli bir rütbedir. Bu, Allahü teâlânın onlara bir lütfudur. Ancak Peygamberlerin rütbesinden daha yüksek bir rütbe yoktur. Şüphesiz Peygamberlerin hâli, bütün şehidlerin hâlinden daha yüksek ve kâmildir. Bu sebeble, şehid için kâmil bir durum hâsıl olup da, Peygamberler için olmaması imkânsızdır.
İkincisi; bu rütbe, şehid olanlara Allah yolunda canlarını feda etmeleri sebebiyle verilmiştir. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah yolunda can fedâ etme yolunu bize göstermiş, buna bizi da’vet etmiştir. Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; “Bir kimse güzel, ya’nî İslâmiyete uygun çığır açarsa, bu yolda bulunanların herbirine verilen sevâb gibi, buna da verilir. Kim de kötü, ya’nî İslâmiyete uygun olmayan çığır açarsa, bu yolda bulunanların herbirine yazılan günah gibi, buna da günah yazılır” buyurdu. İşte, şehid için hâsıl olan sevâb, Resûlullah için de vardır.
Üçüncüsü; Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şehiddir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) son hastalığında; “Hayber’de yemiş olduğum yemeğin acısını her zaman duyarım. O gün yediğim zehir, şimdi ebherimi, ya’nî aort damarımı koparmaktadır” buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) şehîd olarak vefât ettiğini bildiriyor.
Mevtânın, kendini ziyâret edenleri tanıması: Enes bin Mâlik’in (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem); “Meyyit mezara konup, mezar başındakiler dağılırken onların ayak seslerini işitir. Sonra yanına yüzleri siyah ve gök gözlü iki melek gelir. Birine Nekîr, diğerine Münker denir. Meyyite; “Muhammed hakkında ne dersin?” dediklerinde, eğer mü’min ise, bu iki meleğin suallerine cevap olarak; “Muhammed, Allahü teâlânın kulu ve Resûlüdür. Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” der. Bu iki melek; “Biz elbette biliyoruz ki, sen dünyâda da böyle derdin” derler. Daha sonra kabre Cennetten yaygı serilir. Cennet elbiseleri giydirilir. Meyyit için Cennetten bir kapı açılır. Kabre Cennet kokuları yayılır. Eğer meyyit kâfir ise, bu iki meleğe cevap olarak; “Ben bilmem, insanlardan işitirdim, bir şeyler söylerlerdi, ben de onu söylerdim” der. Bu iki melek; “Biz elbette biliyoruz ki, sen öyle derdin” derler. Sonra toprağa sıkış diye emrolunur. Toprak, o kimsenin üzerine sıkışır, kaburga kemiklerini birbiri üzerine geçirir ve Allahü teâlâ onu bu yattığı yerden kaldırıncaya kadar, dâima azap içinde bulunur” buyurmuştur.
Bu hadîs-i şerîfler sahîhtir. Ehl-i sünnet ve cemâat âlimleri, kabirdeki hayat hakkında icmâ’ etmişlerdir. İmâm-ı Haremeyn, “Şâmil” adlı eserinde şöyle dedi: “Önce gelen âlimler, kabir azâbı ve meyyitlerin kabirlerinde hayatta oldukları, rûhların cesedlerine iâde edildiği husûsunda ittifâk etmişlerdir.”
Ebû Bekr İbni Arabî “Emed-ül-aksâ” adlı eserinde; “Mükellef olanların kabirlerinde diriltilip, onlara suâl sorulması husûsunda Ehl-i sünnet arasında ihtilâf yoktur” demektedir.
Aslan ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanan kimseye meleğin suâl sorması husûsunu âlimler şöyle açıklamışlardır: “Allahü teâlâ rûhu kalbe iâde eder ve melekler kalbe suâl sorarlar. Asılan kimseye ise, bizim bilemiyeceğimiz şekilde rûhu iade olunur. Hâlbuki biz onu ölü sanırız. Yırtıcı hayvan tarafından parçalanan kimsenin her a’zâsına rûh iade olunur. Melekler ona, bu hâlde iken suâl sorarlar. Kısaca, rûh cesede iade olunur. Cesed suâl vaktinde diriltilir. Bu andan kıyâmete kadar, ya ni’mete kavuşur veya azap görür. Bu durum ya devâmlı veya fasılâlıdır.
Dördüncü fasıl: insanlara vefâtından sonra da, hayatta ikenki gibi muâmele edilir. Onun için, Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) hayatta iken olduğu gibi, vefâtlarından sonra da aynı edebi gözetmek gerekir. Hz. Ebû Bekr buyurdu ki: “Hayatta iken de, vefâtlarından sonra da Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûrunda sesi yükseltmemek gerektiği bildirilmiştir.”
Âişe (radıyallahü anhâ), Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) mescidinde çivi ve başka şeylerin çakılmasından mütevellid bir gürültü duyunca; “Resûlullahı (sallallahü aleyhi ve sellem) rahatsız etmeyin” diye haber gönderirdi.
Şöyle bildirilmiştir: “Hz. Ali, evinin kapısının ta’mir edilecek bir kısmı olduğu zaman, Resûlullahı (sallallahü aleyhi ve sellem) rahatsız etmemek için tenhâ bir yere götürür, öyle ta’mir ederdi.”
Urve (radıyallahü anh) nakletti: “Birisi, Hz. Ömer’in huzûrunda Hz. Ali’ye dil uzatınca, Hz. Ömer o şahsa; “Allahü teâlâ senin yüzünü çirkinleştirsin. Şimdi kabrinde Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) eziyet ettin” dedi.
Selef-i sâlihînin hayatlarına bakılırsa, hayatındaki gibi, vefâtından sonra da, Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı edeb ve hürmete pekçok dikkat ettikleri görülür. Aynı şekilde, Peygamber efendimizin kabr-i şerîfinde de, edeb ve hürmete çok riâyet ederlerdi.
Ka’b-ül-Ahbâr’dan (rahmetullahi aleyh) şöyle rivâyet edilmiştir: “Her fecrin doğuşunda, yetmişbin melek iner, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i şerîfini kuşatırlar, kanatlarını sürerler. Resûlullah efendimize salevât okurlar. Akşam olunca yükselirler. Sonra onlar kadar bir grup melek iner ve onların yaptıklarını yaparlar. Böylece kabr-i şerîfin yanına gelinip duâ edildiği zaman, orada bulunan meleklerin huzûrunda duâ edilmiş olur. Melekler oraya, o kabirde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bulunduğu için gelmektedirler. Bu sebeple, Eshâb-ı Kirâm, ta’zimden dolayı, Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfinde seslerini alçaltırlar, kısarlardı.”
Sahîh-i Buhârî’de, Ömer bin Hattâb’ın (radıyallahü anh) şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir “Taifli iki kişiye; “Eğer siz buralı olsaydınız, sizi incitirdim. Çünkü siz, Resûlullahın mescidinde seslerinizi yükseltiyorsunuz” buyurdu.
Eshâb-ı Kirâmın Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) olan ta’zim ve edeblerine dâir hadîs-i şerîfleri ve haberleri toplamış olsa idik, cildler teşkil ederdi. Melekler bile Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı kemâli edeb üzere olurlardı. Ebû Bekr bin Ebû Şeybe, “Mûsânnef” adlı eserinde, İbn-i Büreyde’den şöyle nakletti: “Medîne-i münevvereye gelmiştik. Abdullah bin Ömer’in (radıyallahü anh) yanına gittik. Bize şunları anlattı: Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûrlarında bulunuyorduk. Bu sırada güzel elbiseli, güzel yüzlü, hoş kokulu birisi geldi ve; “Esselâmü aleyke yâ Resûlallah!” dedi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onun selâmını aldı. O zât “Yâ Resûlallah! Sana doğru yaklaşayım mı?” deyince, Resûl-i ekrem izin verdi. O zât da yaklaştı. Biz o günkü gibi böyle güzel elbiseli, hoş kokulu ve güzel yüzlü ve Resûlullaha daha fazla hürmet ve ta’zimde bulunan birisini görmedik. O zât sonra yine; “Ey Allahın Resûlü! Sana doğru yaklaşayım mı?” diyerek izin istedi. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Evet, yaklaş” buyurdu. O zât üçüncü defa Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem); “Ey Allahın Resûlü! Sana yaklaşayım mı?” diye sordu. Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) yine; “Evet, yaklaş” buyurdu” dedi. Abdullah İbni Ömer (radıyallahü anh), sonra o zâtın (Cebrâil aleyhisselâmın) sözlerini, Resûlullahın îmân ve İslâm ve daha başka mevzûlarla alâkalı sözlerini anlattı.” Burada, Cebrâil aleyhisselâmın Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) olan ta’zimine, edebine iyi bakmak ve bunu iyi anlamak gerekir.
Yine Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek rûhunu teslim almaya geldiğinde, Azrâil aleyhisselâmın Resûlullaha olan ta’zim ve edebi de böyledir. Resûlullaha olan ta’zimi, hem Kur’ân-ı kerîm, hem hadîs-i şerîfler, hem de ümmetin icmâ’ı bildirmektedir.
Şunda hiç şüphe yoktur ki, kim Resûlullah efendimiz ziyâret edilmez, O’nu ziyâret için gidilmez, O’ndan yardım istenilmez derse, o kimse Resûlullaha karşı edebden çok uzaktır. Allahü teâlâdan onun ıslâhını dileriz.
Kâdı İsmâil, “Ahkâm-ül-Kur’ân” adlı eserinde, Muhammed bin Ubeyb’den şöyle nakletti: “Birisi; “Eğer Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) vefât etse, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) falanca hanımı ile evlenirdim” deyince, şu meâldeki âyet-i kerîme nâzil oldu: “Ey îmân edenler! Yemek vaktini gözetmeksizin size izin verilip de da’vetli olduğunuz vakitten başka zamanlarda Peygamberin evlerine girmeyin. Fakat çağırıldığınız zaman girin. Yemeği yediğinizde de hemen (yanından) dağılın. Konuşmak, sohbet etmek için de izinsiz girmeyin. Çünkü bu, Peygambere eziyet veriyor. (Çıkın veya girmeyin demeğe) sizden utanıyor, fakat Allah, gerçeği açıklamayı terk etmez. Bir (Peygamberin) zevcelerine gerekli birşey soracağınız vakit de, perde arkasından sorun. Böyle yapmanız, hem sizin kalbleriniz, hem de onların kalbleri için daha temizdir. Allahın Resûlüne, sizin eziyet etmeniz doğru olmaz. Arkasından (vefâtından sonra) zevcelerini nikâh eylemeniz de hiçbir zaman câiz olmaz. Bu (Peygambere eziyet etmek ve arkasından zevcelerini nikahlamak), Allah katında çok büyük bir günahtır.” (Ahzâb-53). Burada, Allahü teâlânın, gerek hayatta iken, gerekse vefâtlarından sonra Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) eziyet verecek şeylerden nasıl muhâfaza buyurduğunu iyi anlamalıdır. Bu husûs, dinde zarûrî olarak bilinen ve âyet-i kerîmenin, Resûlullahın vefâtından sonra zevceleri ile evlenmenin ona eziyet olacağını bildirmesi ile anlaşılmaktadır. Öyleyse müslüman bir kimsenin, Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı çok edebli olması lâzımdır. Bu mevzûda çok dikkatli olmalıdır. Aksi takdîrde, insanın maazallah ayağı kayar, dünyâ ve âhırette hüsrana uğrar.
Allahü teâlâdan, îmânımız husûsunda bizi muhâfaza buyurmasını, kalan ömrümüzde bizi, affı ve mağfireti ile örtmesini dileriz. Söylediklerimizi, bizim lehimize hüccet kılmasını, yine söylediklerimizi, önümüzde bize ışık olacak bir nûr kılmasını, bizi Resûlullah efendimizin zümresi arasında ve O’nun livâül-hamd sancağı altında haşretmesini, bizi O’nun şefâati ve rızâsı ile rızıklandırmasını, bizi, O’na ve O’nun sünnet-i seniyyesine uyanlardan eylemesini dileriz.
İnsanların kıyâmet gününde Peygamberlere sığınması, dünyâda ve âhırette Peygamberlerle tevessül etmeye en açık delîldir. Her günahkâr, Allahü teâlâya en yakın bildiği kul kim ise, onu Allahü teâlâya vesîle eder. Bunu hiç kimse inkâr etmedi. Bu husûs, müşriklerin, Allahü teâlâdan başkasına ibâdet etmeleri gibi değildir. Bu küfürdür. Hâlbuki müslümanlar, Resûlullah efendimizle veya Peygamber ve sâlihlerle tevessül yaptıklarında, ne Resûlullah efendimize, ne Peygamberlere, ne de sâlih olan zâta tapma durumu yoktur. Fayda ve zarar veren, yalnız Allahü teâlâdır. Bu câiz olunca, birisinin; “Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) hürmetine Allahü teâlâdan istiyorum” demesi de câizdir. Çünkü o, hakîkatte Allahü teâlâdan istemektedir.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder