Ehl-i Sünnet Müdafaası

Ehl-i Sünnet Müdafaası

Bu sayfayı hazırlamaktaki maksadım "Ehl-i sünnetin müdafaası" için bir bilgi ve belge bankası meydana getirmektir. Faydalı olacağı ümidi ile başladım. Allahü teâlâ hâlis niyet, hayırlı netice ve muvaffakıyet nasib etsin. Bu sayfayı ziyaret eden kardeşlerimden hayır dualarını istirham ederim. (Daha fazla bilgi için sayfanın altına bakınız.)

Masonluk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Masonluk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Mayıs 2022 Pazar

Efgani'nin Masonluğu ve Hedefleri

 Prof. Dr. Mim Kemal Öke (27 Eylül 1990):



5 Mayıs 2022 Perşembe

Mason Efgani

Mehmed Şevket Eygi Bey yıllar önce şöyle yazmıştı: 

"Reformcular Cemaleddin Afganî'yi de büyük bir İslam önderi ve rehberi olarak gösterirler ve Ehl-i Tevhid'in kurtuluş ve selametini bu zatın eteğine yapışmakta görürler. Kimdir bu Afganî? Bir kere Afgan değildir, İran'ın Ese-dâbad şehrine mensuptur. Bu zat Sünnî de değildir, Şiîdir. İki konuda, tagiyye yaparak Müslümanları aldatmıştır. İranlı olduğu halde kendisini Afganlı göstermiş, Şiî olduğu halde Sünnî postuna bürünmüştür. Resûlullah efendimiz "Bizi aldatan bizden değildir" buyuruyor. Bu zatın bir başka özelliği de, Farmason oluşudur. İstanbul'da yayınlanan "Mimar Sinan" adlı Mason dergisinde Afganî hakkında uzun bir övgü makalesi yayınlanmış bulunuyor. (Mimar Sinan dergisi, sayı: 127, Mart 2003) Afganî bir din âlimi, bir rehber, bir mürşid değil aktivist bir İslamcıdır. Yalancı, karışık, bulaşık bir kişidir." (İnkişaf Dergisi, No:2)

Bahsettiği Mimar Sinan Dergisi'nin kapağı ve makalenin ilk sayfası aşağıda görülebilir:

4 Eylül 2016 Pazar

CEMALEDDİN EFGÂNÎ EFSANESİ

Cemâleddin Efgânî, kısa, fakat çok hareketli bir ömür sürdü. Ancak faaliyetlerinin neticesini hayatta iken pek elde edemedi. Ölümünden sonra, Abduh başta olmak üzere önde gelen talebelerinin meydana getirdiği Efgânî efsanesi, Afganistan'da doğumu ve tahsili gibi Sünnî arkaplan ile başlayan, Şiî kimliği ispatlandığı halde, hâlâ Sünnî olduğu iddiasının sürdürüldüğü standart çarpıtılmış bir hikâyedir. Efgânî biyografileri, hep sübjektif ve yanıltıcı olan Abduh ve Corci Zeydan ile yeğeni Lütfullah'a dayanır. O kendisi hakkında hiçbir zaman gerçeği konuşmamış; hayatını dostları yazmıştır. Bunlar da, onu Müslümanlar nezdinde aklama gayesi güder. Abduh, Efgânî'nin en sevdiği ve işgal komiseri Lord Crommer'e tavsiye edip Mısır müftüsü yaptığı talebesidir. Oryantalistler ise, başka bakımdan Efgânî'yi çok över. Ama aklı başında ayakları yere basan biri, her ikisinden de doğru bir senteze varabilir. Zira hepsi, "Şecaat arzederken merd-i kıbtî, sirkatin söyler" meyânındadır.

Efgânî'nin, küçük bir Afgan Tarihi ile maddeciliği tenkit etmek için yazılmış teolojik bir eser olmaktan ziyade, siyasî bir hiciv hususiyeti taşıyan Reddü ale'd-Dehriyyîn adlı eseri; ayrıca çeşitli gazete ve mecmualarda yazılmış makaleleri bulunmaktadır. Efgânî'nin fazla bir ilmî mesaisi olmadığı anlaşılıyor. Zeki olduğu ise katidir. Zaten ilmiyle değil, daha çok hareketli politik hayatı ile öne çıkmıştır.

"Maskara"

Efgânî, İstanbul'da iken bazı okumuşlara tesir etti. Batıcılık, Türkçülük ve İslâmcılık gibi cereyanların mensupları, ayrı fikir ve inançta olmalarına rağmen, onu hoca kabul ettiler. Hayatı boyunca, gidip gezdiği yerlerde daima tefrika bırakan Efgânî'nin hayattaki tek muvaffakiyeti Nâsirüddin Şah suikastıdır. Fikirlerinin mahsulleri, öldükten sonra, İslâmiyetin çözülmeye başladığı II. Meşrutiyet'ten itibaren revaç buldu. Abdullah Cevdet, Ahmet Agayef, Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul, Şemseddin Günaltay tarafından benimsendi. Günaltay kendisini, "Şeyh [Efgânî], peygamber kadar şâyân-ı hürmet; ona itiraz edenler, Ebu Cehl kadar lânete müstehaktır. Çünkü Peygamberin zamanındaki İslâmlığı yeniden diriltmeye kalkışmıştır" diyerek medheder.

Başta Abduh ve Reşid Rıza olmak üzere İslâm dünyasındaki modernistlerin düşünüş tarzını şekillendirdi. Reşid Rıza, Efgânî'nin aşırılıklarını törpüleyerek, modernizmi hizaya soktu. Efgânî, talebeleri vasıtasıyla Musa Cârullah'a, Mehmed Âkif'e ve daha da şaşırtıcı bir şekilde Said Nursî'ye tesir etti. Âkif, Safahat'ta kendisinden övgüyle bahsetmiş; "yeni Cemâleddinler yetiştirme reçetesi" vermiştir. Hiç görmediği Efgânî'yi temize çıkarmak için yazılar yazmış; Efgânî'nin kovulmasını, İstanbul ulemasının hasedine bağlamıştır.

Nursî, 1892'de Efgânî'nin Mardin'de tanıştığı bir talebesi vâsıtasıyla onun yoluna intisab ettiğini söyler. İnanç ve amel bakımından apayrı bir yolda bulunmasına rağmen Efgânî'den, "Beni hakka irşad eden bir zât" diye bahseder; "Siyasetteki muktesit mesleği [ortalama yolu] bana gösterdi" diyerek ittihad-ı islâmdaki selefleri arasında Tahsin, Abduh ve Ali Süavi ile beraber, onu da sayar. [Tarihçe-i Hayat, 41, 65]

Efgânî'nin içyüzü yavaş yavaş ortaya çıkınca, "intisab etme" kelimesi, "âşinâlık peydâ etme" ile değiştirilmiştir. (*)

Ders vekili Filibeli Ahmed Halil Fevzi, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Yusuf Nebhanî gibi pek çok Sünnî âlim, Efgânî'ye reddiyeler yazıp, zındıklığına fetvâ verdiler. Safvet Paşa, "Mechûlü'l-efkâr ve'l-ahvâl [hal ve hareketi belirsiz] bir Efgânlı"; Sultan Hamid "İngiliz ajanı bir maskara"; Ebulhüdâ Efendi, "Hedefinden sapmış bir ok gibi dinden çıkmış bir mürted" diye tavsif eder. 1979 İran inkılâbından sonra Efgânî Efsanesi Türkiye'de yeniden canlandı. Zamane muhipleri, önceki ulemanın muhalefetini, Efgânî hakkındaki malumat azlığına bağlar; umumiyetle Urvetü'l-Vüskâ'daki yazılarına itibar eder; ama Renan'a yazdığı ve dinden çıkış vesikası olan mektubu görmezden gelirler. Öte yandan ulemaya havlayanlar, Efgânî-Abduh-Rızâ üçlüsü karşısında kediye dönerler.

Efgânî, sonradan çok dillere çevrilmiş bu Fransızca mektubunda der ki: "İlmin tekâmülünde İslâmiyet bir mâni teşkil eder.. [Hristiyan cemiyeti Hristiyanlık mânisini aştıktan sonra] hür ve serbest terakki ve ilim yolunda ilerlemektedir. Halbuki İslâm cemiyeti henüz dinî vesâyetten kurtulmamıştır... [İslâm] dini yerleştiği her yerde ilmi bertaraf etmek istemiş ve bu gayesini gerçekleştirmede, despotizmin yardımından çokça fâidelenmiştir. Dinler isimleri ne olursa olsun birbirlerine benzerler. Dinlerin felsefe ile uyuşmaları mümkün değildir. Din, insana iman ve itikadı zorla kabul ettirir. İnsanlık var oldukça din ile felsefe arasındaki mücâdele bitmeyecektir. Bu mücadelede, hür düşüncenin gâlib gelemeyeceğinden korkuyorum". [Keddie, 204]

Renan da Efgânî hakkında der ki: "Şimdiye kadar pek az kimse üzerimde bu kadar kuvvetli bir tesir meydana getirmiştir. İslâmlığın peşin hükümlerinden tamamen kurtulmuş biridir. Fikirlerindeki serbestlik, o büyük imansızlardan birinin dirilip karşıma çıktığı hissini veriyordu". [Journal des Débats, 1883] Bu mektubu tercüme eden nice Efgânî meddahı, "kâfir, imansız" manasına "infidéle" kelimesine, başka manalar vermiştir.

Ayakları yerden kesiliyor

Efgânî, Şeyhîlik adlı Bâtınî Şiî tarikatının tesirinde yetişti. Bunlar, her çağın kendine has yanılmaz mükemmel bir önderi olduğuna inanırlar. Mucizeleri te'vil yoluyla inkâr ederler. Liderleri mesîh, peygamber ve mukaddes kitap sahibi olarak ortaya çıkar. İran'da terörist faaliyetleri ile tanınan Bâbîlik de bu yoldan çıkmıştır. [Gencer, 458]

Efgânî'nin ömrü, Fârâbî gibi, şarkın uyanışı yolunda kendisiyle iş birliği yapacak bilge bir hükümdar arayışı ile geçti. Ümidini kaybedince de mehdi rolüne soyundu. Bunun için seyyid ve gerçek adının da Muhammed olduğunu iddia etti. Müridleri de kendisini mehdi olarak görüyordu. Halkın avam ve havas kanadına ayrı ifadeler kullanmaya dikkat ederdi. Meselâ İslâm âlemindeki yazılarında Sünnî gibi görünürken, Fransızca makalelerinde radikal vizyonunu gözler önüne sererdi. [Kedourie, 55] Hayatta en sevdiği şey sigara olduğu ve ölümüne kadar de elinden düşürmediği halde, sırf İran Şahı'na muhalefet için tütünün haramlığına fetvâ neşretmiş; bu vesileyle İran'da meşhur tütün protestosunda rol oynamıştır.

Şiî kültüründe yetişmesine rağmen, Şiî doktrininde de karşı olduğu yerler çoktur. Bu sebeple Şiî olduğuna kolay kolay kimse inanmaz. Sünnî-Şiî ayrımının Müslüman dünyasına zarar verdiğini düşünür; Halife Muaviye'yi Sünnî saltanatı kurduğu için ağır tenkit eder; ama İran'da Sünnî-Şiî birliğinden hiç söz etmezdi. [Mahzumi, 142] İslâm âleminin modernizm sayesinde kurtulacağına inanmıştı. "Sosyalizm, kalkınmak için yararlıdır. İslâmiyet, sosyalizm ile örtüşür" derdi. [Mahzumi, 149] İngilizlere pek aleyhtar gözükürdü; fakat ne yapsa, o zamanki İngiliz politikasına yarardı.

Osmanlıların, Rumeli'yi elde tutmaya çalıştıkları için zarara uğradığını; Âli Paşa'nın istediği gibi, elden çıkarsalardı, rahat edeceklerini söylerdi. Türklerin göçebe olduklarını; maddî güçten başka bir şeye mâlik bulunmadıklarını ve fethettikleri yerlere de medeniyet götüremediklerini iddia ederdi. Türklerin, İslâm'ı basit bir kulluk hissi ile kabul ettiklerini; ama Kur'an'ın manasını anlamaktan uzak kaldıklarını söylerdi. [Mahzumi, 72] Halifeliğin Kureyşîliğini müdafaa etmiş; Ortadoğu'da İngiliz menfaatlerinin hâdimi olmuştur. [Blunt, Gordon and Hartoum, 492] Arap milliyetçiliğini fişeklediği gibi, Türkçülük cereyanını körükleyen de odur. Makalelerini Türk Yurdu'nda neşreden Yurdakul, şeyhi ile aralarında tenasüh olduğuna inanırdı. [Gencer, 491]

Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, 13.04.2015

(*) Said Nursi'nin yeğeni Abdurrahman Efendi'nin yazmış olduğu içtimai reçeteler 1 kitabının içinde Bediüzzaman'ın tarihçe-i hayatı kitabı var. 1335de basılmış, Tenvir Neşriyat bunu 1990 da tekrar basmış, ondokuzuncu sayfasında yazıyor. Ayrıca Abdurrahman Nursi Bediüzzaman'ın Hayatı, Piran Yayınları ikinci baskı 1980 sayfa 38 de intisap kelimesi kullanılıyor sonradan talebelerinin bu ifadeyi değiştirdiği anlaşılmaktadır.

9 Ağustos 2016 Salı

AK Partili Vekil Turhan'a Cevap (Efgani ve Abduh)

Türkiye gazetesinin 30 Temmuz 2016 tarihli nüshasında “Asrın İhaneti'nin Analizi” başlıklı bir yazısında Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh, Seyyid Kutub gibi sapık kişilerin etkilerinden bahseden Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil’e AK Parti İzmir Milletvekili İbrahim Turhan cevabi bir yazı yazmış. İbrahim Turhan'ın yazısının tamamı web'de bulunabilir. Ben burada iki pasaj aktararak cevap vereceğim.

İbrahim Turhan demiş ki:

"Özellikle ilk dönemlerde Afgani'nin öncelikli hedefi, o vakte kadar çok da vurgulanmamış olan hilafet makamını bir kaldıraç olarak kullanmak ve Osmanlı İmparatorluğu'nu dünya müslümanlarının siyasî şuurlarında merkezî bir konuma oturtarak ümmet fikrini kuvveden fiile geçirmek olmuştur.... Ama bu konuda bilgi, insaf ve vicdan sahibi olan herkes şunu kabul edecektir ki Afgani-Abduh çizgisinin karşı çıktıkları, hatta yok etmek için uğraştıkları bir numaralı hedef, tam da Fetullahçılıkta somutlaşan bidatçi, hurafeci, uzlaşmacı din anlayışı ve emperyalistlere uşaklık etme zilletidir. "

Şimdi mühim bir vesikayla Efgani ve Abduh'un "öcelikli hedefini" ortaya koyalım. Belki İbrahim Turhan utanır!

Abduh: Dinin başını yine dinin kılıcından başka bir şeyle kesemezsin!

Cemalüddîn Afgânî hakkında ne düşünüyorsunuz?

Muhammed Avvâme Hoca: Afgânî, sapkınlığın ve dalâletin başıdır. Ben Allah'ın izniyle, karakter olarak övgüde ve medihde mübalağayı sevmem. Afgânî ve ekolü, Muhammed Abduh ve takipçileri dalâletin ve sapkınlığın öncüleridir. Cemâluddîn Esedâbâdî adında bir kitap var. Bu kitapta, mutlaka bilinmesi gereken bir hadise anlatılır. Afgânî'nin seferde-hazarda, gece-gündüz yanından ayırmadığı bir çantası vardır. Çantada çok özel belgeleri var. Bir defasında geceleyin Tahran'da bir arkadaşının yanında uyumaktayken Sultan Abdülhamid'den bir haber gelir. Sultan, Afgânî'yi çağırmaktadır… Afgâni apar-topar hazırlanır ve yola koyulur. Ancak çantasını arkadaşının evinde unutur. Adam çantayla ilgili olarak dostlarıyla istişarede bulunur. Sonunda tarihe bir hizmet olsun diye çantanın içindeki belgeleri çoğaltmaya ve Farsçaya çevirip incelemeye karar verirler. Cemâlüddîn Afgânî'nin 26 farklı imza kullandığı tesbit edilir. Ayrıca, evrakların arasında Afgânî'nin Mason mahfiline sunduğu masonluğa katılma dilekçesi ve masonluğa kabul edildiğine dair belge de vardır. Kabul merasiminin yeri ve zamanı da belirtilmiştir.

Başka bir belge, Muhammed Abduh'un bir mektubudur. İngilizler, Muhammed Abduh'u Mısır halkı nezdinde popülaritesini artırması için –İngilizler Mısır ahalisinin kalbini kazanan bir Arap öncü yetiştirmek istiyordu- Lübnan'a sürdüklerinde mektubu buradan yazmış. Diyor ki Muhammed Abduh: "Biz senin sağlam yolundayız. Dinin başını yine dinin kılıcından başka bir şeyle kesemezsin. Bizi görsen âbid, zâhid, rükû ve secdeden başını kaldırmayan kimseler zannedersin." Çantada daha birçok belge vardır.

Riyad'da Dr. Fehd er-Rûmî, İmam Muhammed üniversitesinde yaptığı doktora tezinin konusu Menhecü'l-Medrese el-Akliyye el-Hadîse fi't-Tefsîr (Modern Akılcı Ekolün Tefsir Yöntemi)… Çalışmanın başında bu akımın öncüleri olan Afgânî, Muhammed Abduh ve Reşîd Rızâ'nın biyografileri var. Benim az önce sözünü ettiğim belgeleri de oraya koymuş. Muhammed Abduh da bu çizgide olan bir kimsedir. İngilizler Mısır'da Abduh'u ciddî anlamda desteklemiş ve bir "din ıslahatçısı" olarak öne çıkarmışlardır. İslam dünyasını bütünüyle ifsad etmesi için Abduh'u Mısır müftülüğü makamına atamışlardır. Çünkü Mısır Ezher'e ev sahipliği yaptığı için tüm İslam dünyasının ilim kıblesiydi. İngilizlere göre Muhammed Abduh'u aktör yaptıkları bu ifsad projesi Mısır'da tutarsa İslam dünyasının diğer ülkelerinde de tutacaktı. Bu yüzden Muhammed Abduh aleyhine konuşanlara baskı uygulamışlardı. Ama tüm bunlara rağmen Allah Teâlâ hak yolunda malını ve canını feda eden kimseler gönderdi. Bunların en başta geleni Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi (rh. a.)’dir. O, Mevkıfü'l-Akl isimli kitabında bu akımın maskesini düşürdü. Bu akımın gerçek yüzünü bilmek için Mustafa Sabri Efendi'nin bu kitabı mutlaka okunmalıdır.

Kaynak: Rıhle Dergisi, Sayılar: 5-6.

İlave: Abduh'un "Biz senin sağlam yolundayız. Dinin başını yine dinin kılıcından başka bir şeyle kesemezsin. Bizi görsen âbid, zâhid, rükû ve secdeden başını kaldırmayan kimseler zannedersin." şeklindeki ifadesinin aktarıldığı İngilizce bir kaynağı da blogumda görebilirsiniz:

http://muratyazici.blogspot.com.tr/2009/09/afgani-sapknlgn-ve-dalaletin-basdr.html

Abduh'un Efgani'ye yazdığı "Biz senin sağlam yolundayız. Dinin başını yine dinin kılıcından başka bir şeyle kesemezsin. Bizi görsen âbid, zâhid, rükû ve secdeden başını kaldırmayan kimseler zannedersin." ifadesi Fethullah Gülen hareketiyle de ne kadar örtüşüyor, değil mi? Ahmet Şimşirgil Hoca'nın analizi tam isabetlidir.

4 Ocak 2015 Pazar

Abduh ve Reşid Rıza'dan Efganî'ye Mektublar

Abduh'un Efgani'ye gönderdiği 5 Cemazilevvel 1300 (15 Mart 1883) tarihli mektubdan:

"Azametli Mevlâm, Allah'ın kendini hıfzettiği ve onun maksadında ikinci kıldığı [zât], keşke size ne yazacağımı bileydim. Siz nefsimizde olan ve nefsinizde olanların [cümlesine] âlimsiniz. Bizi ellerinle yoğurdun, [sana'tenâ] kâmil bir suret üzere giydirdin [şekil verdin, techiz ettin] ve bizi en güzel bir şekilde yaratdın [inşâina fî hüsn-i takvîm]... Ve öyle kanaat hasıl oldu ki kudretim kudretinle (kudretin sayesinde) gayrımahdutdur, [kudretî bikudretike gayrımahdûdet] ve müktesebâtım nihayetsizdir... [Şeyhinin üç ruhundan bahsederken, üçüncüsüne geliyor]... Ve fotoğraf resminiz ki yeri, kıble-i sâlatımızdır [fî kıbletisSalâti]..."

Kaynak: Dr. Muhammed Reşad, Cemâleddin Efganî'nin Gerçek Yüzü, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1997, s. 40.

Reşid Rıza'nın 1310'da (m. 1892) Efganî'ye gönderdiği ve "Tarih..."ine de aldığı kendi mektubundan bir pasaj:

"O'nu gönderdiği için Allah'a hamd olsun. Efendimiz Muhammed'e, Âline, Efendime, mutlak efendi... İrfan ağacının, iyilikler ve lutf Cennetinin Efendisi, her alınan nefeste ecri bulunan büyük imam, tek akıl... Kendisinde en mükemmel bir biçimde güzellik sırrı tecelli edene...Salatü selam olsun" (Reşid Rıza, Tarihül Üstaz..., 1. c, 85. sh.)

Kaynak: Dr. Muhammed Reşad, a.g.e., s. 41.

Bunu nakleden Dr. Reşad şöyle hayret ediyor: "İşin garib tarafı bu ifadelerin sahibi, olur olmaz şeye şirk yaftası vuran "Selefiyye"den geçinir..."

Murat Yazıcı

23 Aralık 2014 Salı

Sapık iftiralar.org Sitesinden Kendi Kalesine Gol

Fethullah Gülen taraftarlarının hazırladığı anlaşılan "iftiralar.org" diye bir site gördüm. Siteye biraz göz gezdirdim ve gördüm ki, birçok mezhebsizi, reformcuyu, sapık şahısları övüyorlar ve müdafaa ediyorlar.

Şimdi bakın bu "iftiralar.org" sitesinde ne yazıyor (bu yazı 23/12/2014 tarihi itibariyle hâlâ orada duruyordu):

"Soru: ... hoca, Abduh ve Reşid Rıza´nın mason ve ehli sünnet düşmanı olduğunu söylüyor. Ancak Hayrettin Karaman hoca bu isimlerin mason olmadığını,hatta masonluk aleyhinde yazılar yazdıklarını söylüyor. Asıl gerçek hangisidir? Cevap: Değerli kardeşimiz; Hayrettin Karaman güvenilir ve sözüne itibar edilir bir hocadır."














Hemen şunu not edelim: Efgani ve Abduh masondur; ancak elimizdeki kaynaklara göre R. Rıza mason olmamıştır. Bu kişiler hakkında bilgi için blogumda "Masonluk" ve "Reformcular" etiketli yazılara bakabilirsiniz. H. Karaman'ın da nasıl bir şahıs olduğu hakkında bilgi için lütfen şu yazılara göz gezdiriniz:


Şimdi bu Haşhaşîler madem H. Karaman'ı "güvenilir ve sözüne itibar edilir" olarak görüyorlar, Karaman'ın onlar hakkında yazdıklarını burada vermek münasip düşecek:


"Diyelim ki bir partiye mensup bazı yetkili şahısların yolsuzluk yaptıklarına muttali oldunuz; eğer maksadınız “yolsuzluklara karşı mücadele” ise takip etmeniz gereken yol şu değil midir: Önce ithamın sağlam delillere dayanıp dayanmadığı kontrol edilir. Sağlam delillere dayanıyorsa amirlerine duyurulur. Amirler bir şey yapmazlarsa vakit kaybetmeden -ki, vakit kaybetmek mağdurun veya devletin zarar görmesi demektir- yolsuzluk, ilgili yargı mercilerine delilleriyle iletilir. Bütün bunları yapmak yerine içeri sokulmuş casuslar kanalıyla elde edilen, doğrusu ile yalanı ve yanlışı birbirine karıştırılmış bilgilerden dosyalar oluşturmak, bu dosyaları bekletmek, iktidardan umulan menfaat elde edilemeyince bu dosyaları şantaj aracı olarak kullanmak ve usule aykırı olarak yargıya taşımaya, medyaya vermeye, sahte algı oluşturmaya çalışmak nedir? Ahlaksızlıktır, günahtır, rezilliktir." (H. Karaman, 11/12/2014, Yeni Şafak)

Görülüyor ki, haşhaşîlerin yaptıkları hakkında H. Karaman "ahlâksızlık, günah, rezillik" diyor ki, doğrudur. Neticede, bozuk bir saat bile günde iki kere doğru vakti gösterir.

Murat Yazıcı

21 Kasım 2014 Cuma

M. Salih Ekinci'nin Bazı Zındıkları Övmesine Cevap

"M. Salih Ekinci Hocaefendi" diye bahsedilen bir şahsın bir sohbetini okudum. Mezkur sohbette birçok arıza ve hata varsa da, iki meşhur reformcu hakkında söyledikleri gerçekten hayret vericidir. Demiş ki:

"[Muhammed Abduh, Reşit Rıza:] Bunlar büyük âlimler, büyük muhakkikler, İslam'a büyük hizmet veren insanlardandır. Bazı hataları olmuştur. Avrupa'ya karşı hayranlık ve onun bilimine boyun eğme gibi. Bundan dolayı birçok önemli meselelerde yanılmışlardır. Ama yanıldıkları bu meselelerdeki hataları kısa bir zaman sonra âlimler beyan etmişler, cevaplarını vermişlerdir. Fakat İslami uyanışta bu insanların büyük rolleri vardır. Hatalarının önü kapatılmıştır. Gayretlerinin eseri ise şimdi hâlâ devam ediyor. Şimdi hâlâ devam ediyor, kıyamete kadar devam edecektir. Bu insanlar başka bir şeyle itham ediliyorlar; Masonluk. Bu zatların, evet masonların cemiyetine kaydoldukları sabittir. Ama o zamanlar masonluğun neden ibaret olduğu, gayesinin neden ibaret olduğu bilinmiyor. Kendileri de bilmiyordu. Masonların o zamanki sloganları şöyleydi; "masonların gayesi insanlığa hizmettir." İnsanlar da o zaman bunları böyle algılamışlar. O vakit masonluğun hakikati belli değildi. Kimse bilmezdi, gizli idi, hafi idi. Onlar da "madem bu cemiyetin gayesi insanlığa hizmettir. O zaman müslümanlar ve İslam âlimleri bu işte önder olmaları gerekir" düşüncesi ile bu işe girmişlerdi. Ama masonluğun neden ibaret olduğunu gördüklerinde, hemen ayrılmışlardır. Evet, bu cemiyete katılmışlar, ama mason değillerdir. [Soru:] -Reşid Rıza'nın Menar Tefsiri nasıl? -Güzel tefsirlerden biridir."

Kaynak: M.SALİH EKİNCİ HOCAEFENDİ İLE HALEF VE SELEF ULEMAMIZ ÜZERİNE–2 başlıklı sohbet.

Salih Ekinci'den iktibas burada bitti.

Eğer sohbet sırasında bir yanlış anlama yüzünden isimleri karıştırmadıysa, M. Salih Ekinci'nin bu konu hakkında oldukça bilgisiz olduğu neticesi ortaya çıkıyor: Abduh ve R. Rıza'nın mason olduklarını söylemiş. Tarihçilere ve konunun uzmanlarına göre, Efgani ve Abduh masondur; ancak Reşid Rıza'nın mason olduğuna dair bir bilgi mevcut değildir. Hatta R. Rıza, üstadlarının mason olduğunu itiraf etmiştir. Reşid Rıza'nın kullandığı başlık şudur:

"Üstazımız ve İmamımızın Masonluğa Girişi" (el-Üstaz'ül-İmam, R. Rıza ve Menar Dergisi II./401. sayı. Bkz. Hasib es–Samarrai'nin doktora tezi)

Salih Ekinci diyor ki: "Ama o zamanlar masonluğun neden ibaret olduğu, gayesinin neden ibaret olduğu bilinmiyor. Kendileri de bilmiyordu."

Halbuki, konunun uzmanlarından Dr. Muhammed Reşad şöyle yazıyor:

"Efganî'nin devrinde Masonluk pek a'lâ biliniyordu. O devirde Masonluğun reddi hakkında kaleme alınmış risâleler, devlet ricâlinin ve ulemânın beyânları buna delildir. Bu hususdaki sayısız vesika ortada iken bu iddianın nasıl ortaya atılabildiğine hayret etmek lazım. Binaenaleyh, Efganî'nin bilmeden Mason olması bahis mevzuu olamaz." (Cemâleddin Efganî'nin Gerçek Yüzü, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1997; s. 20)

Yine Salih Ekinci diyor ki: "Ama masonluğun neden ibaret olduğunu gördüklerinde, hemen ayrılmışlardır. Evet, bu cemiyete katılmışlar, ama mason değillerdir."

Doğrusunu yine Dr. Muhammed Reşad'dan nakledelim:

"Efganî bir locaya değil, pek çok localara mensubdur. Bir locadan kovulduğu veya istifa ettiğine dair rivayet, bu itibarla onu tezkiye etmeğe kâfi değildir. Hatta, Efganî'nin istifa ettiğine dair Abduh ve Reşid Rıza'nın beyanları, bilâhere Reislik  yapdığı "Grand Orient" locasına ait vesâik nazara alınınca aleyhinde delil hükmüne geçer." (a.g.e. s. 21)

Aynı hususa, "Türkiyeli Masonlar Efganî "Kardeş"e Sahip Çıktı" başlıklı makalesinde Yusuf Hanif de temas etmektedir (bkz. Ehl-i Sünneti Müdafaa ve Bid'atleri Tenkid, Bedir Yayınevi, s.459-460.) İlgili sayfayı burada tekrar verelim (bkz. 3 numaralı dipnot):


Şimdi, Reşid Rıza hakkında Ezher'de doktora yapmış olan Dr. Hasib es-Samarrai'nin tezinden birkaç satır okuyalım:

"Ulemanın tefsirdeki tavır ve tutumuna ters düşen Menar tefsiri de, rey ile tefsir olup [rey ve akla dayalı tefsiri, nakil ve esere dayalı tefsire tercih ettiği için] merduddur... Reşid Rıza bu tefsirine ne dercetti ise, ilhamını üstadı Abduh'tan almıştır... Abduh indi yorum ve tefsir yapmakta ve melekleri tabiat kuvveti, şeytanı yeryüzüne yayılmış şer kuvvetler, cinleri ise zararlı mikroplardır diye ifade eder. Reşid Rıza da üstadının bu görüşünü naklettikten sonra, bu görüşü benimsemeyi reddeden bir dini nass'ın olmadığını kaydeder (Menar Tefsiri: I/268). Bu te'vil tarzı ve aklı zorlıyarak satırların altından manalar aramalar ve ille de her şeyi müsbet ilim denilen deneylere bağlayıp, maddeci zihniyetle izah, müsteşrik tabiatıdır. Ona danışırlarsa, gayri müslimleri yani maddecileri bu te'villerle İslama ısındıracağını iddia eder! ... (Menar Tefsiri, I/274) Bu metod ve tavır maddeci Batı'nın, Reşid Rıza ve ıslahatçı ekolüne aşılayıp kabul ettirdikleri duyumsal metoddur ki, vahyi bir yana itmekten ibarettir. ..." (Dr. Hasib es-Samarrai, Mezhepsizler, Türkçesi: Ali Nar ve Sami Özbay, Bilge Yayınları, İstanbul, 1981, s.63-64)

Guraba Dergisi'ndeki bir makalede deniyor ki:

"İçlerindeki âyet ve hadîsler ile hakîkî âlimlere âid sözler çıkarılırsa, günümüzdeki piyasa yapan her türlü inhirâfların, onları yumurtlayan zındıklıkların ve pisliklerinin kaynağının, galerisinin Menâr Tefsîri ile Menâr mecmûaları olduğu görülecektir. İslâm’da bilinen manasıyla Cin ve Şeytanların olup olmadığı, Îsâ aleyhisselâm’ın nüzûlünün olup olmayacağı, İslâm’ın ve Kur’ân’ın geçmiş Şerîatları ve Tevrât ile İncîl’i nesh edip etmediği, Sünnet’in Şer’î bir hüccet olmadığı (Mason biraderlerin idâresinde çıkan Menar Mecmuâsındaki Doktor Sıdkı kâfirinin makalesi), İslâm Mezheblerinin bir yana fırlatıldığı, Müctehid imâmların birer köylü Mehmed ağa derekesine düşürüldüğü ve daha niceleri…" (bkz. 9. sayı, "Karaman Batıllarında Neden Hala Israr Ediyor")

İşte Salih Ekinci bu tefsir hakkında "güzel tefsirlerden biridir" diyor!

Bahis konusu Reşid Rıza'nın nasıl birisi olduğunun biraz daha anlaşılması için, bir bilgi daha nakledelim. Prof. Dr. Mehmet Ali Büyükkara diyor ki:

"[Bir Suudi Devlet kurumu olan] İdare'nin sorumluluğundaki diğer bir görev olan kitap basım işinin başlangıcı da 1920'li yıllara dayanmaktadır. Basımlarının büyük bölümünü, İbni Suud'un maddi desteğiyle Muhammed Reşid Rıza üstlenmiştir. Bu kitaplar Kahire'deki ona ait Menar Matbaası'nda basıldı. 1927'de İbn Abdülvehhab'ın Tevhid ve Keşfü'ş-Şubuhat gibi risaleleri bastırılarak dini ilimler tahsil eden öğrencilere parasız olarak dağıtıldı." (İhvan'dan Cüheyman'a Suudi Arabistan ve Vehhabîlik, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2004; s. 144.)

Bu şahıs hakkında "İslâm'a büyük hizmet vermiş büyük muhakkik âlim" demek gerçekten büyük sorumsuzlukdur.

Sonra Salih Ekinci diyor ki: "Fakat İslami uyanışta bu insanların büyük rolleri vardır. Hatalarının önü kapatılmıştır. Gayretlerinin eseri ise şimdi hâlâ devam ediyor. Şimdi hâlâ devam ediyor, kıyamete kadar devam edecektir."

Ekinci'nin "hatalarının önü kapatılmıştır" şeklindeki sözünün de yanlış olduğunu ispat eden çok sayıda hakikat karşımızda durmaktadır. Efganî, Abduh ve Reşid Rıza üçlüsünün zararlı tesirlerinin bugün dahi artarak devam ettiği iyi bilinen bir husustur. Bu husus hakkında detaylı bilgi sahibi olmak isteyenlerin, Dr. Muhammed Reşad'ın "Cemâleddin Efganî'nin Gerçek Yüzü" isimli kitabdaki makalesini okumalarını önemle tavsiye ediyorum. Misal olarak birkaç pasaj aktaralım:

"İsâ aleyhisselâmın hayatdâr olarak göğe çekilmesi mucizesiyle alâkadar olmak üzere M. Abduh-Reşid Rıza taifesinin inkârına Seyyid Kutub'un da tarafdar çıkması pek hazindir." (s. 14, dipnot: 3)

"[Efganî'nin etkisi altında kalanlara misâl olarak,] Türkiyeli muharrirler arasında başta Hayreddin Karaman olmak üzere Yaşar Nuri Öztürk, ilahiyyatlı güruhundan çokları, Mustafa İslamoğlu, Yaşar Kaplan gibi zevât sayılabilir." (s. 15)

"Hâl-i hazırda, mezhebsiz kimselerin te'lif ve tercemelerinin Müslümanların efkâr-ı umûmiyyesini neredeyse işgal etdigi, pek hâzin bir vakıâdır ve mutlak sûretde Ehl-i sünnet mensublarının bu sapık cereyâna karşı gayrete gelmesi lâzımdır." (s.16)

Mehmed Şevket Eygi Bey şunları yazıyor:

"Reformcular Cemaleddin Afganî'yi de büyük bir İslam önderi ve rehberi olarak gösterirler ve Ehl-i Tevhid'in kurtuluş ve selametini bu zatın eteğine yapışmakta görürler. ...Bugün İslam aleminde görülen, Kitabullah'ın ve Resûl Sünnetinin ruhuna muhalif nice olumsuz iş ve davranışta Afganî'nin tuzu biberi vardır. Afganî'ci reformcular, onun talebesi ve halefi Muhammed Abduh'u da göklere çıkarttılar. Abduh da mason ve reformcudur. Onun talebesi Menarcı Reşid Rıza da bozuk fikirli ve yanlış görüşlü bir kimsedir. Afganî, Abduh ve Reşid Rıza üç bacaklı bir şer sacayağıdır. Bin dört yüz yıl boyunca İslam dünyasından nice Ehl-i Sünnet müctehidleri, büyük fakihler, velîler, kâmil mürşidler, âmil ve râsih âlimler, imamlar, rehberler çıkmıştır. Müslümanların bu nurlu kafileyi bırakıp da Afganî ve tilmizleri gibi birkaç sarıklı masonun peşine düşmesini isteyenlerde akıl mı yoktur, yoksa hüsnüniyet mi?" (İnkişaf Dergisi, No: 2)

Not: Bu makaleye ilaveler yapmaya niyetliyim.

Murat Yazıcı

12 Eylül 2009 Cumartesi

Afgânî, sapkınlığın ve dalâletin başıdır

Cemalüddîn Afgânî hakkında ne düşünüyorsunuz?

Muhammed Avvâme Hoca: Afgânî, sapkınlığın ve dalâletin başıdır. Ben Allah'ın izniyle, karakter olarak övgüde ve medihde mübalağayı sevmem. Afgânî ve ekolü, Muhammed Abduh ve takipçileri dalâletin ve sapkınlığın öncüleridir. Cemâluddîn Esedâbâdî adında bir kitap var. Bu kitapta, mutlaka bilinmesi gereken bir hadise anlatılır. Afgânî'nin seferde-hazarda, gece-gündüz yanından ayırmadığı bir çantası vardır. Çantada çok özel belgeleri var. Bir defasında geceleyin Tahran'da bir arkadaşının yanında uyumaktayken Sultan Abdülhamid'den bir haber gelir. Sultan, Afgânî'yi çağırmaktadır… Afgâni apar-topar hazırlanır ve yola koyulur. Ancak çantasını arkadaşının evinde unutur. Adam çantayla ilgili olarak dostlarıyla istişarede bulunur. Sonunda tarihe bir hizmet olsun diye çantanın içindeki belgeleri çoğaltmaya ve Farsçaya çevirip incelemeye karar verirler. Cemâlüddîn Afgânî'nin 26 farklı imza kullandığı tesbit edilir. Ayrıca, evrakların arasında Afgânî'nin Mason mahfiline sunduğu masonluğa katılma dilekçesi ve masonluğa kabul edildiğine dair belge de vardır. Kabul merasiminin yeri ve zamanı da belirtilmiştir.

Başka bir belge, Muhammed Abduh'un bir mektubudur. İngilizler, Muhammed Abduh'u Mısır halkı nezdinde popülaritesini artırması için –İngilizler Mısır ahalisinin kalbini kazanan bir Arap öncü yetiştirmek istiyordu- Lübnan'a sürdüklerinde mektubu buradan yazmış. Diyor ki Muhammed Abduh: "Biz senin sağlam yolundayız. Dinin başını yine dinin kılıcından başka bir şeyle kesemezsin. Bizi görsen âbid, zâhid, rükû ve secdeden başını kaldırmayan kimseler zannedersin." Çantada daha birçok belge vardır.

Riyad'da Dr. Fehd er-Rûmî, İmam Muhammed üniversitesinde yaptığı doktora tezinin konusu Menhecü'l-Medrese el-Akliyye el-Hadîse fi't-Tefsîr (Modern Akılcı Ekolün Tefsir Yöntemi)… Çalışmanın başında bu akımın öncüleri olan Afgânî, Muhammed Abduh ve Reşîd Rızâ'nın biyografileri var. Benim az önce sözünü ettiğim belgeleri de oraya koymuş. Muhammed Abduh da bu çizgide olan bir kimsedir. İngilizler Mısır'da Abduh'u ciddî anlamda desteklemiş ve bir "din ıslahatçısı" olarak öne çıkarmışlardır. İslam dünyasını bütünüyle ifsad etmesi için Abduh'u Mısır müftülüğü makamına atamışlardır. Çünkü Mısır Ezher'e ev sahipliği yaptığı için tüm İslam dünyasının ilim kıblesiydi. İngilizlere göre Muhammed Abduh'u aktör yaptıkları bu ifsad projesi Mısır'da tutarsa İslam dünyasının diğer ülkelerinde de tutacaktı. Bu yüzden Muhammed Abduh aleyhine konuşanlara baskı uygulamışlardı. Ama tüm bunlara rağmen Allah Teâlâ hak yolunda malını ve canını feda eden kimseler gönderdi. Bunların en başta geleni Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi (rh. a.)’dir. O, Mevkıfü'l-Akl isimli kitabında bu akımın maskesini düşürdü. Bu akımın gerçek yüzünü bilmek için Mustafa Sabri Efendi'nin bu kitabı mutlaka okunmalıdır.

Kaynak: Rıhle Dergisi, Sayılar: 5-6.

İlave: Abduh'un "Biz senin sağlam yolundayız. Dinin başını yine dinin kılıcından başka bir şeyle kesemezsin. Bizi görsen âbid, zâhid, rükû ve secdeden başını kaldırmayan kimseler zannedersin."  şeklindeki ifadesinin aktarıldığı İngilizce bir kaynağı da burada not edelim:


20 Aralık 2008 Cumartesi

Abduh’un Siyonist Dostu

Muhammed Abduh’un Siyonist Dostu
Richard James Horatio Gottheil


yusuf hanîf

Muhammed Abduh, devrindeki pek çok mezhebsiz/modernist gibi garblı mütefekkirlere husûsî bir alâka duymuş, bâzısıyla bizzat görüşmüş, bâzısının da eserlerini okumuş, terceme etmiş ve fikirlerinin te’sîrinde kalmışdır. Ya’ni Avrupa’nın müstesnâ bir yeri vardır şeyxin hayâtında. O kadar ki, “rûhunu yenileme” fırsatını ancak oralarda bulur! Charles C. Adams’ın ifâdeleriyle:

“İlki kendi planlamasıyla değil de şartların sevkiyle gerçekleşen Avrupa seyahâtlerini öylesine teşvîk edici ve kıymetli buluyordu ki, müteâkib seneler her ne zaman –kendi ifâdesiyle– ‘rûhunu yenileme’ ihtiyâcı hissetse defeâtle Avrupa’ya gitmişdir (el-Menâr, 8.c., 466.s.). Abduh devâm ediyor, ‘Avrupa’ya her zaman Müslümanların mevcûd hâlini iyileşdirme ümîdiyle gitdim.’ Fakat memleketine döndüğünde, karşılaşdığı meşakkatlerin cesâmeti ve kendi insanlarının inatçılığı, fütursuzluğu ve gevşekliği bu ümidlerini zayıflatmışdır. ‘Hâlâ’, diyor Abduh, ‘ne zaman Avrupa’ya gidib de orada bir-iki ay kalacak olsam bu ümidlerim yeniden canlanır ve imkânsız gördüğüm muvaffâkiyet artık bana kolay gibi gelir’ (el-Menâr, 8.c., 466.s.).” [1]

11 Mart 2008 Salı

Siyonist Liderin Günlüğünden

Sultan Abdülhamid Han'ın başarılarından biri de İsrail'in kuruluşunu belki 50 sene kadar erteleyen siyasetidir. Siyonist lider Theodor Herzl (m.1860-1904) Filistin'de bir yahudi devletinin kurulması için çok çalıştı. Theodor Herzl, bir çok defa Osmanlı Sarayı'na ve Bab-ı ali hükümetine mektuplar gönderdi. II.Abdulhamid Han ile görüşmesi ve arabuluculuk yapması için Polonyalı aristokrat Newlinski'yi gönderdi. Filistin'de bir cumhuriyet kurmak için izin istedi ve bazı tekliflerde bulundu. Hatta, Osmanlı Devleti'nin bütün borçlarını ödemeyi taahhüd ettiler. Abdülhamid Han, Newlinski'ye şu cevabı verir:

''Eger Bay Herzl, senin, benim arkadaşım olduğun gibi arkadaşın ise, ona söyle bu meselede ikinci bir adım atmasın. Ben bir karış da olsa toprak satmam. Zira bu vatan bana değil milletime aittir. Milletim bu toprakları kanlarını dökerek kazanmışlar ve yine kanlarıyla mahsüldar kılmışlardır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne'de şehid düşmüşlerdir. Bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanında kalmışlardır. Bu vatan benim değil milletimindir ve onun hiç bir parçasını veremem. Bırakalım yahudiler milyarlarını saklasınlar. Ancak benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar Filistin'i karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat bizim cesedlerimiz taksim edilebilir. Ben, canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsaade etmem.''

Aşağıda Theodor Herzl'in günlüğünden bazı parçalar bulacaksınız. Abdülhamid Han'ın (rahmetullahi aleyh) yukarıdaki sözleri de burada yazılıdır. Fırsat bulunca bunları tercüme etmek niyetindeyim.

***

''The Complete Diaries of Theodor Herzl, Edited by:Raphael Patai, Translated by: Harry Zohn, New York, 1960''

Önsözünde, Raphael Patai şöyle yazmış:

A hundred years after his birth, fifty-six years after his death,
and twelve years after the realization of his dream in the State of
Israel, Theodor Herzl is universally recognized in Jewish history, and,
in fact, in world history, as the founder of political Zionizm and the
father of the Jewish State. (volume 1, page v)

Herzl'in 1895'den baslayarak 1904'de ölene kadar tuttuğu günlük notları ihtiva eden 4 ciltlik kitapdan bazı parçalar:

March 10, 1896

The Rev. William H.Hechler, chaplin to the British Embassy in Vienna,
called on me.

A likable, sensitive man with the long grey beard of a prophet.
He waxed enthusiastic over my solution. He, too, regards my movement
as a ''prophetic crisis''---one he foretold two years ago. For he had
calculated in accordance with a prophecy dating from Omar's reign(637-638)
that after 42 prophetical months, that is, 1260 years, Palestine would be
restored to the Jews. This would make it 1897-1898.(v.1, p.310)

April 21, 1896

...Thinking of Newlinsky, I said that someone had already offered
to speak with the Sultan.

At that point I set forth the advantages which the project would
bring to the Orient. If Turkey were partitioned in the foreseeable
future, an etat tampon [buffer state] could be created in Palestine.
However, we could contribute a great deal toward the preservation of
Turkey. We could straighten out the Sultan's finances once and for all,
in return for this territory which is not of great value to him.(p.338)

Budapest, May 3, 1896

Dionys Rosenfield, editor of the Osmanische Post of Constantinople,
called on me here.

He offered his services as an intermediary. (...) I told him in a
few words what it was all about. We shall bestow enormous benefits upon
Turkey and confer big gifts upon the intermediaries, if we obtain
Palestine. This means nothing less than its cession as an independent
country. In return we shall thoroughly straighten out Turkey's finances.
(volume 1, page 344)

Vienna, May 7, 1896

Newlinsky came to see me after I had telephoned him.
In a few words I brought him au courant [up to date]. He told me
he had read my pamphlet before his last trip to Constantinople and
discussed it with the Sultan. The latter had declared that he would
never part with Jerusalem. The Mosque of Omar must always remain in
the posession of Islam.

(...) Newlinsky thought that the Sultan would sooner give us Anatolia.
Money was no consideration to him; he had absolutely no understanding
of its value... (v.1, pages 345-346)

June 9, 1896

Newlinsky described his English impressions. People there believe
in the impending downfall of Turkey. No English prime minister can dare
to declare his support of the Sultan because he would have public opinion
against him. There is some thought of making the Bulgarian Prince
Ferdinand, because he is a Coburg, heir to the Turkish Empire. If this
is no diceria [rumor], it is most interesting. Newlinsky thinks the only
salvation for the Sultan would be to make an alliance with the Young Turks
---who in their part are on good terms with the Macedonians, Cretans,
Armenians, etc.---and to carry out the reforms with their help. He said
he had given this advice to the Sultan in a report. Now I said he should
add to this program the fact that he was bringing the Sultan the means
to carry this out, in the form of Jewish aid. Let the Sultan give us that
piece of land, and in return we shall set his house in order, straighten
out his finances, and influence public opinion all over the world in his
favor. (v.1, p.362-363)

June 15, 1896

He came to Baden at nine o'clock, and I asked him to brief me on the
Turkish National debt. While he was explaining to me the status of the
dette publique [public debt], I worked out the financial scheme.
We spend twenty million Turkish pounds to straighten out the Turkish
finances. Of that sum we give two millions in exchange for Palestine,
this amount being based on the capitalization of its present revenue
of eighty thousand Turkish pounds per annum. With the remaining 18 millions
we free Turkey from the European Control Commission. The bond-holders
of Classes A, B, C and D will be induced by direct privileges we shall
grant them---increased rate of interest, extension of the amortization
period, etc.---to agree to the abolition of the Commission.(p.365)

June 18, 1896, Istanbul

Newlinsky is extremely valuable to our cause. His skill and devotion
are beyond all praise. He will have to be given an extraordinary reward.
(...) We arrived in Constantinople yesterday afternoon... (p.370)

June 19, 1896, Istanbul

In the evening Newlinsky returned from Yildiz Kiosk with a long face
and bad news.

He ordered only half a bottle of champagne --- en signe de deuil
[as a sign of mourning] ---and told me in two words: ''Nothing doing.
The great lord won't hear of it!''

I took the blow stout-heartedly.

''The Sultan [Abdulhamid Han] said:

'If Mr.Herzl is as much your friend as you are mine, then advise
him not to take another step in this matter. I cannot sell even
a foot of land, for it does not belong to me, but to my people.
My people have won this empire by fighting for it with their blood
and have fertilized it with their blood. We will again cover it
with our blood before we allow it to be wrested away from us. The
men of two of my regiments from Syria and Palestine let themselves
be killed one by one at Plevna. Not one of them yielded; they all
gave their lives on that battlefield. The Turkish Empire belongs
not to me, but to the Turkish people. I cannot give away any part
of it. Let the Jews save their billions. When my Empire is
partitioned, they may get Palestine for nothing. But only our corpse
will be divided. I will not agree to vivisection.' ''


(...) I was touched and shaken by the truly lofty words of the Sultan,
although for the time being they dashed all my hopes. There is a tragic
beauty in this fatalism which will bear death and dismemberment, yet will
fight to the last breath, even if only through passive resistance.
(vol.1, page 378-379)

Sultan Abdulhamid Han'dan bu cevabı alan Theodor Herzl, gayretlerinden asla vazgeçmeyecek ve 8 sene sonra ölene kadar İstanbul'a defalarca gelecek, çeşitli teklifler yapacak, fakat maksadına kavuşamadan ölecektir.

October 14, 1896; Vienna

Today, I went to see Mahmud Nedim Pasha, the Turkish Ambassador.(...)
I said there is only one salvation for Turkey: an agreement with the
Jews regarding Palestine. In this way the finances could be straightened
out, reforms carried out, and after a restoration of orderly conditions
any foreign intervention could be permanently forbidden...(v.2, p.482)

July 1, 1897

I am thinking of giving the movement a closer territorial goal,
preserving Zion as the final goal.

The poor masses need immediate help, and Turkey is not yet so desperate
as to accede to our wishes.

In fact, there will probably be hostile demonstrations against us
in Turkey in the immediate future. They will say that they have no
intentions of giving us Palestine.

Thus we must organize ourselves for a goal attainable soon, under
the Zion flag and maintaining all of our historic claims.
Perhaps we can demand Cyprus from England, and even keep an eye on
South Africa or America---until Turkey is dissolved...(v.2, p.644)

November 7, 1899; Vienna

[Letter to Nuri Bey, Chief Secretary of Foreign Affairs in Istanbul:]
...It is up to the statesmen of Turkey to understand in time the
advantages that would slip through your fingers. You would not have
the Jewish establishment in Palestine that would have brought you
a great deal of money immediately, then the ordering of your entire
financial situation, a modern fleet, industrial and commercial life,
finally the well-being of the Empire. (v.3, p.884)

November 25, 1899; Vienna

Yesterday Carl Herbst of Sofia was here and made the good suggestion
of having the Young Turks work on the Sultan. In the papers of the
Young Turks we should have the government censured for its carelessness
in not taking up the advantageous offers of the Zionists.(v.3, p.889)

December 27, 1899; Vienna

Nothing from Constantinople, nothing, nothing.
Je me desespere [I am in despair]... (p.898)

Telegram: Galata to Vienna, June 4, 1900

Schlesinger [Herzl's nickname for Arminius Vambery] tried Sultan
day before yesterday, flatly refused....(v.3 p.959)

However, now I am medidating on what our next step could be.
Partir en guerre contre la Turquie [Go off to war against Turkey]?
We are not strong enough in public opinion, either, and have too
many weak spots. (...)

At present I can see only one more plan: See to it that Turkey's
difficulties increase; wage a personal campaign against the Sultan,
possibly seek contact with the exiled princes and the Young Turks;
and, at the same time, by intensifying Jewish Socialist activities
stir up the desire among the European governments to exert pressure
on Turkey to take in the Jews. (volume 3, page 960)

February 17, 1902; Istanbul

...The Sultan [Abdulhamid Han] is willing to open his Empire to all
Jews who become Turkish subjects, but the regions to be settled are to be
decided each time by the government, and Palestine is to be excluded.
The Comp. Ott.-Juive is to be allowed to colonize in Mesopotamia, Syria,
Anatolia, anywhere at all, with the sole exception of Palestine!
A Charter without Palestine! ..(v.3, p.1222)

August 3, 1902; Istanbul

...Their Excellencies Tahsin Bey, H.I.M.'s First Secretary, and
Ibrahim Bey, Dragoman of the Imperial Divan, have done me the honor
of transmitting the following communication:
''The Israelites can be received and settled in the Ottoman Empire
under the condition that they be installed, not together, that is,
dispersed, in the places adjudged suitable by the government, and that
their numbers be fixed in advance by the government. They will be invested
with Ottoman citizenship and charged with all the civic duties, including
military service, as well as being subject to all the laws of the land
like Ottomans.'' ... (v.4, p.1340)

February 24, 1904; Vienna

Yesterday I had a most curious visitor: ''Ali Nuri Bey, Ex-Consul
General de Turquie,'' it said on his card. (....)

His proposal, which he made me in my house between 9:30 and 12:30
yesterday, comes to this: Sail into the Bosporus with two cruisers,
bombard Yildiz, let the Sultan flee or capture him, put in another Sultan
(Murad or Reshad), but first form a provisional government---which is
to give us the Charter for Palestine.

A novel or an adventure?

The two cruisers will cost 400,000 pounds, the rest 100,000 pounds.
The whole stroke would cost half a million pounds. If it fails, we would
have lost the money and the participants their lives.

All this presented quite coolly and calmly, like an offer to buy a
load of wheat. He said he would make the voyage and go ashore himself.
The scheme could be carried out with a thousand men. Preferably
during the Selamlik.

The cruisers would pass through the Dardanelles at night and could
bombard Yildiz by morning. (v.4, p.1615)

March 22, 1904; Vienna

I have sent Kahn [a rabbi and Zionist] and Levontin [a Russian Zionist]
to Constantinople.

If they return bredouille [empty-handed], there will follow Tell's
second arrow: Ali Nuri. (v.4, p.1619)


Hazırlayan: Murat Yazıcı

24 Temmuz 2007 Salı

Dinde Reformcular

DİNDE REFORMCU YAKLAŞIMLAR VEYA DİNÎ MODERNİZMİN YÜKSELİŞİ -I-

Abdülkadir Coşkun

Günümüzün en çok tartışılan konularından birisi de modernizm meselesidir. Bu konu hakkında pek çok kitap, makale ve sempozyum bildirileri yayınlanmıştır. Ancak konuyla ilgili yapılan tartışmalara bakıldığında problemlerin açık bir şekilde ortaya konulamadığı görülmektedir. Özellikle bir kısım müslüman düşünürlerce yapılan modernizm tartışmalarına ufak bir göz atıldığında modern dünya karşısında duyulan eziklik ve aşağılık kompleksinin çok şiddetli hissedildiği ve bunun neticesinde tartışmaların te'sirsiz kaldığı hemen göze çarpmaktadır. Şunu çok rahat bir şekilde söyleyebiliriz ki; modernizm beşerî olan ve ilâhî vahiy ile bağını kesmiş olanı kastedmekte; din ise, ilâhî olan her şeyi ve onun beşerî plândaki tezâhür ve tecellilerini kastedmektedir. 'Modern' kelimesine çağdaş, yenilikçi, yaratıcı ve asra uygun gibi pek çok anlamlar verilmektedir. Dolayısıyla modernist, kendisini bu sıfatlarla da ifade etmektedir. Bir modernist için mevcud bir fikrin veya kurumun hakikatin bir yönüne isabet edip etmediği önemli değildir; onun için önemli olan o fikrin veya kurumun modern olup olmamasıdır. Aslında 'modern', çağdaş/asrî veya muasır demek değildir. Tam tersine 'modern' mevcud olan her şeyi idare eden ilâhî vahiy ile insana bildirilen değismez ilkelerden kopmuş demektir. Demek ki modernizm dinin zıddıdır.

Modern düşünceyi belirleyen insanın aklı ve duyularıdır. Modern düşünce, insanın üzerinde herhangi bir yüksek ilke tanımamaktadır. Din yani İslâm ise insan üstü bir ilke tanımakta, ilâhî vahyi merkeze almaktadır. Dolayısıyla müslüman, uhrevî gerçeklerin yani dünyanın geçici olduğunun ve asıl yurdunun ahiret olduğunun farkındadır. Müslümanın kılavuzu ilâhî vahiy olduğundan, ona göre insanın zihni ve aklı vahyin nuruyla aydınlanabilir.

Dinî Modernizm Meselesi

Modern düşünceyle ilgili yukarıda yaptığımız birkaç mülâhazadan sonra dinî modernizm meselesine geçebiliriz. Dinde reform yapma heveslilerinin niyetleri modern düşünme tarzının sonuçlarından biridir. Bu tür düşünce sahiblerine modernist, reformist veya reformcu denilmektedir. Modern İslâm düşüncesinin fikrî, zihnî ve amelî plânda tahrif etmek ve şeffaflığını bulandırmak istediği şey din yani İslâm'dır. Fakat modernistlerce yapılan saldırılar ehl-i sünnet üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bugün tam manasıyla bir Ehl-i Sünnet düşmanlığı söz konusudur. Modern İslâm düşüncesi, kişiye göre İslâm imajını yerleştirmek istemekte, İslâm'ın bize ne dediğini değil, bizim İslâm'dan ne anladığımızı gözetmektedir. Modernist/reformist çevreler bunu yaparken tecdid mefhumunu istismar etmekte, kendilerini topluma müceddid olarak tanıtmaktadırlar. O halde bunların çarpıttığı bu kelimenin asıl manasını ve reformla olan farklarını inceleyelim.

Tecdid ve Reform Farkı

Tecdid demek; zaman geçtikçe Kur'an ve Sünnet'te aslî şeklini kaybetmeye yüz tutan bazı uygulamaların yeniden aslî şekline döndürülmesine denir. Yani tecdid, müslümanların kendilerini yenilemelerinin adıdır. Burada dinde değiştirme, eksiltme veya fazlalaştırma söz konusu değildir. Reform ise, bir şeye yeniden şekil vermek, yeni bir biçim vermek demektir. Bu ise, İslâm için söz konusu olamaz. İslâm'da reform isteyen bazı çevreler açıkça bu taleplerini belirttikleri halde, bazı İlahiyat Fakülteleri'nde müçtehid geçinen birtakım hocalar tecdid mefhumunun arkasına sığınmakta, fakat neticesi reform isteğiyle aynı olan bir talepte bulunmaktadırlar. Reformcuları 'idrak yüzkaraları' olarak vasıflandıran merhum Üstad Necib Fazıl'ın şu cümleleri, reformcuların kafa yapılarını ortaya koyması bakımından bize kâfidir:

"Reformcuların toplu olarak bütün iddialarını demetleyecek ve onları mücerret ilim ve hakikat gözüyle inceleyecek olursak ereceğimiz gerçek şu olacaktır ki, bunlar bir baştan öbür başa, Batı akliyeciliği karşısında afallamış, sonradan aynı Batının 20. Asırda aynı akliyeciliği iptale kadar giden fikir çilesinden nem bile kapamamış, Doğunun özüne giremezken Batının kabuğunu olsun görememiş idrak yüzkaralarıdır."(1)

Dinî Modernizmin İslâm Alemine ve Ülkemize Yayılışı

Dinî modernizmin en temel özelliği İslâm'la ilgili yapılmış Batı kaynaklı çalışmalara dayanmasıdır. Günümüzde müsteşrik çalışmalarının yani İslâm'la ilgili yapılan Batı kaynaklı çalışmaların geçtiğimiz yıllara göre yoğunluğunu yitirmesi onların davalarında başarısız olduklarını göstermemektedir. Belki bu çalışmalara artık ihtiyaç duymadıkları söylenebilir. Zira onların yaptıklarının aynısı bugün daha ustaca bir şekilde yerli müsteşrikler tarafindan icra edilmektedir. Maalesef bugün İslâm aleminin her köşesinde adına 'geleneksel' denilen fakat aslına bakıldığında ifadesini Kur'an ve Sünnet'te bulan en temel akidevî ve amelî mevzûlara karşı bir başkaldırı söz konusudur. Sözkonusu başkaldırının ülkemizde de bazı kişi ve kurumlarca yürütüldüğü bilinmektedir. Ne zaman Ramazan ayı gelse veya müslümanlar için önem arzeden bir güne ulaşılsa bahsettiğimiz kişi veya kurumlar devreye girmekte, televizyonlara çıkıp milletin kafasını karıştırmakta hatta İslâm tarihi boyunca hiç bir şekil ve surette söylenmemiş cümleler sarf etmektedirler. Dün camilere kilise gibi sıralar konulmasını, camilerde musikî aletlerinin çalınmasını isteyen modernist sapıklar(2), bugün başörtülü olduğu için üniversite kapılarında sürünen kız ögrencilerin devlete karşı geldiğinden dolayı günaha girdiğini söyleyebilecek hayasızlığı ve seviyesizliği gösterebiliyorlar. İslâm ümmeti hiçbir dönemde bugün olduğu gibi dininin ayaklar altına alınmasına izin vermemisti.

Osmanlı'nın yıkılma sürecine girmesiyle İslâm alemi dört bir yandan sömürülmeye başlanmış ve müslümanlar tüm yönleriyle perişan olmuşlardı. Yapılması gereken şey ümmetin canlanmasını yeniden temin etmek için gerekli reçeteleri vermekti. Nitekim öyle de oldu, alimlerimiz ellerinden ne geliyorsa yaptılar. İşgalci güçlere karşı İslâm aleminin her köşesinde kitaplar yazıldı, vaazlar verildi. Fakat bazı kişiler hastalığın teşhisini yanlış koydular. Kusurları hastada arayacaklarına müesseselerde aradılar. Mevcud ne kadar hayatî müessese varsa hücum eden, mezheblere ve eski alimlere söven bir zihniyet ortaya çıktı. Hatta kesin İslâmî ve imânî meselelere karşı beyanlarda bile bulunuyorlardı. Tabii ki bunlara karşı Ehl-i Sünnet alimleri sessiz kalmadı ve gerekli tenkidlerin yapıldığı kitablar yazıldı.

Ülkemizde modernist/reformist düşünceler 1970'li yıllardan sonra Mısır ve Pakistan taraflarından yapılan kitap tercümeleriyle daha bir ivme kazanmış, bugün ise iyice çığırdan çıkmıştır. Ülkemizde modernist/reformist düşünceyle ilgili tartışılan konular daha çok Cemaleddin-i Efgani, Muhammed Abduh, Reşid Rıza ve Fazlurrahman çizgisi üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu kişilerce dillendirilen bazı konular günümüzde taraftarlarınca sürdürülmekte, fakat ilim ehli insanlar tarafindan yazılan eserlerle iddialari çürütülmektedir.(3) Modernist/reformist çevreler şeriatin dört delilinden olan icma ve kıyas'ı kabul etmediklerini her firsatta söylemekle birlikte, Kur'an ve Sünnet için aynı cesaretle konuşamamakta dolaylı yollarla kafalarda şüphe bırakmayı amaçlamaktadırlar. Gerçi açıkça Sünnet'i kabul etmediğini, hatta Kur'an'ı Hazret-i Peygamber Sallallâhu Aleyhi Vesellem Efendimiz'in yazdığını iddia edenler bile bulunmakta ise de, bu konuda bütün modernistler aynı cesareti gösterememektedir. Bunda modernist/reformist çevreler içerisinde fikrî bütünlüğün olmaması bir yana, niyetlerinin anlaşılmasından korktukları da önemli bir etkendir. Ne acıdır ki bütün bu bahsi geçen düşüncelerin sahiplerinden bu topraklarda doğup büyümüs, fakat dinine ve insanına yabancı kalmış, hatta düşmanlık edenler olmuştur. İşte biz, bu yazı dizisinde modernist/reformist çevrelerin üstadlarının kim olduğunu, yaptıkları tahriblerin ve tahriflerin hangi boyutlara ulaştığını, ülkemizdeki takipçilerinin yaptıkları tahrifler ve sonuçlarını tek tek ve müşahhas bir şekilde incelemeye çalışacağız. Şimdi, modernist/reformist çizginin dört üstadını kısaca tanıtalım:

Cemaleddin Efganî

Cemaleddin Efganî, İran'ın Esedâbâd şehrinde doğdu. Necef medreselerinde tahsil gördü. Pek çok dil bilirdi. Son derece hareketli bir yapısı vardı. Daha sonra siyasî işlere bulaşmış, Mısır hükümeti kendisini sürgün etmiş, o da Paris'e giderek, orada Mısırlı ögrencisi Muhammed Abduh ile birlikte "el-Urvetü'l-Vüskâ" adlı bir gazete çıkarmıştır. Bilahâre İstanbul'a davet edilmiş, burada yaptığı bir konuşmadan dolayı devrin alimleri tarafından tenkid edilmiş ve İstanbul'dan kovulmuştur. Efganî, masonluğa intisab etmiştir. Hatta İngiliz belgelerine göre bir ilâha inanmayı şart koşan İskoç Mason Locası'na üye iken, buradan Allahsızlık ithamıyla kovulmuş, o da Allahsızlığın makbul sayıldığı Fransız Grand Orient Locası'na reis olmuştur.(4) Taraftarlarınca Efgani'nin masonluğu, davası uğruna yaptığı -ne davasıysa- bir iş olarak yorumlanmışsa da konunun ehlince yapılan tenkidlerle bunun bir safsata olduğu anlaşılmıştır. II.Abdulhamid Han'ın Efgani'yle ilgili söylediği şu sözlere bakarsak Efgani'nin nasıl birisi olduğu daha iyi anlaşılacaktır: "...Hilafet'in elimde olması sürekli olarak İngilizleri tedirgin etti. Blund adlı bir İngilizle Cemaleddin Efgani adlı bir maskaranın elbirliği ederek İngiliz hariciyesinde hazırladıkları bir plân elime geçti... Cemaleddin-i Efgani'yi yakından tanırdım. Mısır'da bulunuyordu. Tehlikeli bir adamdı. Bana bir ara Mehdilik iddiasıyla bütün Orta Asya müslümanlarını ayaklandırmayı teklif etmişti. Buna muktedir olamadığını biliyordum. Ayrıca İngilizler'in adamı ve çok muhtemel olarak İngilizler beni sınamak için bu adamı hazırlamışlar idi. Derhal reddettim. Bu sefer Blund'la işbirliği yaptı. Kendisini İstanbul'a çağırttım... Bir daha İstanbul'dan çıkmasına izin vermedim."(5)

1. BÖLÜM DİPNOTLARI

1) N. F. Kısakürek, Doğru Yolun Sapık Kolları -Arınma Çağında İslâm-, Büyük Doğu Yay., İstanbul 1978, s. 156
2) Daha önce bu konuyla ilgili yazdığımız bir yazıda 1928 yılında İlahiyat Fakültesi profesörlerinden bir grubun akıllarınca İslâmiyet'i ıslah(!) için hazırladıkları bir beyannâmeden pasajlar aktarmıştık. Bu pasajlar ve konuyla ilgili diğer yorumlar için bkz: Abdülkadir Coşkun, "Reformu Dinde Değil Kendimizde Yapmak" isimli makale.
3) Özellikle burada, son yıllarda modernistlerle ilgili takdire şâyan çalışmalar yapan Ebubekir Sifil'in Modern İslâm Düşüncesinin Tenkidi adlı seri kitabı zikredilmelidir. Yine Cemaleddin-i Efgani'yle ilgili Cemaleddin Efgani Etrafinda (Hakkında) Makaleler (İstanbul 1416/1996) adlı kitabiyla modernist/reformist kesimleri şoka ugratan Muhammed Reşad, modernist/reformist akımlarla ilgili yazmış olduğu kıymetli makaleleriyle Ali Nar Hoca ve tüm Ehl-i Sünnet cemaat, tarikat ve alimleri bu konularda ciddi hizmetler yapmışlardır.
4) Geniş bilgi için bkz. Alaaddin Yalçınkaya, Cemaleddin Efgani, İstanbul 1991, Osmanlı Yayınları, s. 131-132; Muhammed Reşad, Cemaleddin Efgani Hakkında Makaleler, İstanbul 1416/1996, s. 21, dipnot: 36
5) Abdulhamid Han, Sultan Abdulhamidin Hatıra Defteri (Haz. İsmet Bozdağ), İstanbul 1986 (8. Baskı), Pınar Yay., s. 73

DİNDE REFORMCU YAKLAŞIMLAR VEYA DİNÎ MODERNİZMİN YÜKSELİŞİ -II-

Modernizm ve özellikle dinî modernizm üzerine kaleme aldığımız bu yazının birinci bölümünde modernizmle ilgili tahlillerde bulunmuş ve dinî modernizmin başlıca temsilcilerinden olan Cemaleddin Efgânî’yi tanıtmaya çalışmıştık. Yazının sonunda ise II. Abdulhamid Han’ın Efgânî’yi ‘maskara’ olarak vasıflandırdığı cümlelerini nakletmiştik. Abdulhamid Han’ın Efgânî hakkında ‘maskara’ demesi İslâmî çevrelerde kalem oynatan birtakım yazarları rahatsız etmiş olacak ki, Efgânî’yi temize çıkarmak için Abdulhamid Han’a olmadık hakaretler etmişlerdir: "Abdülhamid’in Afgani hakkında “maskara adam” demesinin şerî bir önemi yoktur... Abdülhamid’in söylediği o söz niçin Sultan’ın kendisi için de geçerli olmasın.”(1) Bu gibi sözleri sarfedebilen insanların İslâmî çevrelerde kalem oynatabilmesi geçekten çok acı verici bir durum... Bugün hâlâ Efgânî’nin bâtıl davasını öve öve bitiremeyenler vardır. Meselâ son zamanlarda yayınlanan bir yazıda Efgânî ve çizgisi ile ilgili şunlar söylenmektedir: "... Afgani’nin İttihad-ı İslâm söylemi, İstanbul yönetimi tarafından 1872’den sonra kullanılmaya başlanmıştı. Bu söylem Afgani için tevhidi bilinçlenme süreci için ve batı yayılmacılığına karşı ibadi bir görevi ifade ediyordu, ümmeti yeniden ihya mücadelesinde stratejik bir içtihaddı.”(2) Tevhid-şirk edebiyatında mangalda kül bırakmayan, önüne geleni cehenneme postalayan(!) bu adamların hallerine bir bakın! Yukarıdaki cümlelerin sahibi aynı yazısında Vehhabilik adlı sapık mezhebin kurucusu olan Muhammed bin Abdülvehhab’dan övgüyle sözetmekte, kendince bazı yenilikçi(!) hareketlerini saydıktan sonra şöyle demektedir: "... Ve yine 18. yüzyılda mayalanan ve 19. yüzyılın başında Mısır, Osmanlı, İngiliz ittifakı sonucu engellenen Muhammed Abdülvahhab’ın ilk İslâm neslinin zindeliğini yeniden inşa amaçlı tecdit ve ıslah çabaları bir öykünmeciliği değil; İslâm’ın orijinine inmeye çalışan bir özgünlüğü ifade etmiştir.”(3) Herhalde bu iktibaslarla meselenin nerelere kadar gittiği daha iyi anlaşılmıştır. Efgânî’nin hayatı son derece karışık ve hareketli geçtiği için tafsilâtı kaynaklara havale ediyor, yalnız İstanbul’dan kovulmasına sebep olan konuşması ile Ernest Renan’la olan yazışmalarını ileride ele almak üzere Muhammed Abduh’un hayatına geçiyoruz.(4)

Muhammed Abduh

Muhammed Abduh Mısır’da doğmuş, Ezher’de yetişmiş ve İskenderiye’de ölmüştür. Efgânî’nin öğrencisidir. O da üstadı gibi mason olmuş, maddî mucizeleri inkar etmiş, sahih hadislere uydurma damgası vurmuş, Kadir gecesi gibi mübarek gecelerin hiçbir kıymeti olmadığını iddia etmiştir. Bütün bu iddiaları tek tek ele alınmış ve yanlışlığı ortaya konulmuştur. Abduh gibilerinin kimler tarafından destek gördüğüne dair zamanınında İngiltere’nin Mısır sömürge valisi Lord Cromer’in söylediği şu söz ibretliktir: “Kuşkusuz İslâmî reformist hareketin geleceği Şeyh Muhammed Abduh’un çizdiği yolda ümit vaadediyor. Ve o yolun yolcuları Avrupa’nın her türlü yardım ve teşviklerine lâyıktırlar.”(5)

Büyük âlim merhum Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi Abduh’la ilgili şunları söylemiştir: "... Şeyh Muhammed Abduh’a isnad olunan ıslâhâta gelince hülâsası şudur: Şeyh din sahasındaki sarsılmaz vukűfundan Ezher’i sarsıp ayırmış, mensubînini(mensuplarını) bu suretle lâdînîliğe(dinsizliğe) doğru geniş hatvelerle yürütmüştür. Fakat dinsizleri, dindarlığa doğru bir hatve bile attıramamıştır. Üstadı Efgani vasıtasıyla, masonluğu Ezher’e idhâl(sokan) eden odur.”(6)

Reşid Rıza

Aslen Bağdatlı olan Reşid Rıza, Trablus ve Şam’da okumuştur. Abduh’un talebesidir. O da üstadı gibi mucizeleri inkar etmiş, hadislerle ve icmâ ile hükmü kesinleşmiş pek çok meseleyi reddetmiştir.(7)

Fazlur Rahman

1919 yılında Pakistan’ın Hazara şehrinde doğdu. İlk, orta ve yüksek öğrenimini Pakistan’da yaptı. ABD’de Oxford Üniversitesi’nde doktorasını yaptı. Daha sonra farklı üniversitelerde öğretim üyeliğinde bulundu. 1988 yılında öldü. Türkiye’de en çok Ankara İlâhiyatlılar tarafından sevilir ve takip edilir. Nitekim Fazlur Rahman’la ilgili çıkardıkları dergilerde özel sayılar yapmakta ve kitaplar yayınlamaktadırlar. Hatta Ankara İlâhiyatın müctehid(!)lerinden olan ve Fazlur Rahman’la ilgili yaptığı çalışmalarla tanınan Adil Çiftçi, Fazlur Rahman’ın modernist olduğunu inkar etmemekte, bilakis onun yorumlarının ‘modern’ olduğunu; fakat ‘modernleşme’yi değil, -ne demekse- ‘İslâmî modernleşme’yi savunduğunu belirtmektedir.(8 ) Fazlur Rahman’ın öncelikli ilkesi Kur’an ve Sünnet’in tarihsel olduğudur. Bu iddiaları ilim ehli tarafından yazılan kitaplarla çürütülmüştür. (9)

Türkiye’deki Modernistler

Türkiye’deki modernist kesimler çok çeşitlilik arzederler. Kimi Efgânî, Abduh, Rıza ve Fazlur Rahman çizgisini olduğu gibi kabul etmekte, kimisi ise bu kişilerin İslâm’a hizmet ettiklerini belirtmekle birlikte hatalarının da olduğunu söylemektedir. Kimileri Kur’an ve Sünnet’in tarihsel olduğundan bahsetmekte, kimileri ise sadece icmâ ve kıyas’ı kabul etmemektedir. Bazıları Kur’an’ı Peygamberimiz’in yazdığını bile söyleyebilmekte, bazıları ise dolaylı yollardan giderek neticesi Din’in tahrifi olan mezhebsizlik, telfik ve herkesin ictihad yapması gibi söylemleri dile getirmektedir. Maalesef Türkiye’de akademisyenlik yapmak Efgânî ve Abduh meddahlığından geçiyor. İşin garip tarafı her şeye şüpheyle baktıklarını söyleyen ‘akademisyenler’ Efgânî ve Abduh’un ‘ne idüğü belirsizler’ takımından olduklarını gözden kaçırıyorlar. (10) Türkiye’deki en azılı modernistlerin isimlerini saymak gerekirse şu isimler söylenebilir: Yaşar Nuri Öztürk, Zekeriyya Beyaz, Salih Akdemir, Edip Yüksel, Süleyman Ateş, Hüseyin Atay ve Ankara İlâhiyat’ın çoğunluğu...

2. BÖLÜM DİPNOTLARI

1- Yaşar Kaplan, “Afgani Hakkındaki İddiaların Kaynağı”, 30 Mayıs 1994 tarihli Vakit Gazetesi, s. 3’den naklen Muhammed Reşad, Cemaleddin Efganî Etrafında Makaleler, İstanbul 1416/1996, s. 143
2- Hamza Türkmen, “İslâmcılık ve Safların Farklılığı”, Haksöz, sayı: 120, Mart 2001, s. 37
3- Hamza Türkmen, aynı yazı, s. 38
4- Efgânî’nin hayatıyla ilgili geniş bilgi için Muhammed Reşad ve Alaaddin Yalçınkaya’nın kitapları ile merhum Ahmed Davudoğlu Hocaefendi’nin Dini Tamir Dâvasında Din Tahripçileri (İstanbul 1980 [4.Baskı] , Sağlam Kitabevi) adlı kitabının 57-73 sayfalarına bakılabilir.
5- M. Muhammed Hüseyin, Modernizmin İslâm Dünyasına Girişi, (Trc. S. Özel), İstanbul 1986, İnsan Yayınları, s. 91-92 (Cromer’in 1905 yıllığının 7. maddesinden naklen).
6- Mustafa Sabri Efendi, Mevkıfu’l-Akl ve’l-İlm ve’l-Alem, Beyrut 1314 (3.Baskı), c. I, s. 133; Tercüme: İbrahim Sabri Efendi (Yazma), c. I, s. 111’den naklen Muhammed Reşad, s. 28.
7-Reşid Rıza’nın bozuk görüş ve fikirlerinin isabetli bir tenkidi için bkz. Hasib es-Samarrai, Dinî Modernizmin Üç Şövalyesi, (Trc. Ali Nar-Sezai Özel), İstanbul 1419/1998, Bedir Yayınları, s. 149-264. İşin ilginç tarafı bu kitabın Efgânîciler’in yoğun olduğu Ezher Üniversitesi’nde yapılmış bir doktora tezi olmasıdır.
8- Bkz. Adil Çiftçi, Fazlur Rahman İle İslâm’ı Yeniden Düşünmek, Ankara 2000, Kitâbiyât Yayınları, sh.9-10.
9-Fazlur Rahman’ın görüşlerinin topluca bir tenkidi için bkz. Ebubekir Sifil, Modern İslâm Düüncesinin Tenkidi II –Fazlur Rahman’ın Görüşlerinin Eleştirisi-1, İstanbul 1998, Kayuhan Yayınları; Modern İslâm Düşüncesinin Tenkidi III –Fazlur Rahman’ın Görüşlerinin Eleştirisi-3, İstanbul 1999, Kayıhan Yayınları.
10-Türkiye’deki akademisyenlik anlayışıyla ilgili güzel bir yazı için bkz. Said Aykut, “Türkiye’de Akademisyenlik, Zihin Eğitimi ve Strateji Üzerine”, Akademya Dergisi, sayı: 12, Ağustos 1999 (İki sayı bir arada), s. 61-63

DİNDE REFORMCU YAKLAŞIMLAR VEYA DİNÎ MODERNİZMİN YÜKSELİŞİ -III-

Modernizm ve özellikle dinî modernizm üzerine kaleme aldığımız bu yazının ikinci bölümünde dinî modernizmin başlıca temsilcilerini ele almış ve kısaca da olsa belli-başlı zaafiyet noktalarına temas etmiştik. Yazımızın bu üçüncü ve son bölümünde ise modernist zihniyetin Batı karşısında nasıl bir aşağılanmışlık kompleksine kapıldığına dair bir örneği, modernistlerin çeşitliliğini anlamak açısından modernistlerden yapılmış farklı nakilleri bulacaksınız.

Batı karşısındaki acziyete dair bir örnek: Efgânî’nin Renan’a cevabı(!)

Ernest Renan batılı bir filozof olup bütün dinlere düşmanlığıyla tanınır. Ernest Renan İslâm’ın gelişmeye mâni olduğu yönünde bir konferans vermişti. Renan konferasında özetle şunları söylüyordu:

“... İslâmiyet ilme ve felsefeye daima ezâ etmiş ve nihâyet onları boğmuştur... İslâmiyet’i müdafaa eden serbest fikir sahipleri onu tanımıyorlar. İslâmiyet, rûhâni ile cismâninin birbirine kaynaması, bir akidenin tahakkümü , insanlığa vurulan zincirlerin en ağırıdır... İslâmiyet, fethettiği memleketlerin fikrî ve rûhi varlığını ezmiştir... İnsan zekâsı için İslâmiyet yalnız zararlı olmuştur... Bir Müslümanı ayırt eden vasıf ilim düşmanlığıdır.”(1)

Bu hezeyanlara karşı ise Tevhidî hareketin sarsılmaz mücahidi(!) Cemaleddin Efgânî bakın nasıl cevap veriyor:

“İlmin tekâmülünde İslâm’ın bir mâni teşkil ettiği doğru ise de bu mâninin bir gün ortadan kalkmayacağını söylemek mümkün müdür? İslâm bu mevzuda diğer dinlerden hangi cihetle ayrılır? Bütün dinler kendi bünye ve üslublarına göre müsamahasızdırlar... (Hristiyan cemiyeti Hristiyanlık mânisini aştıktan sonra) hür ve serâzad terakki ve ilim yolunda ilerlemektedir. Halbuki İslâm cemiyeti henüz dinî vesayetten kurtulmamıştır... İslâm cemiyetinin de bir gün bu vesayet bağını koparacağı ümidini beslemekten kendimi alamıyorum. Batı cemiyeti için Hristiyan akidesi bütün şiddet ve müsamahasızlığına rağmen hiçbir zaman yenilemeyecek bir mâni olmamıştır. Hayır, İslâm’da bu ümidin beslenmediğini kabul edemem. Ben burada M.Renan’a karşı Müslümanlığı değil, barbarlıkta ve cehalette yaşamağa mecbur kalacak yüz milyonlarca insanı savunuyorum. Müslümanlığın, ilmi ve ilmî tekâmülü yok etmek isteği bir hakikatdir... (Din ehli) Bir öküzün arabaya koşulduğu gibi bir dogmanın, mezhebin esiri olarak şeriat ehli tarafından evvelce çizilmiş yolda aynen yürümeye mecburdurlar... Arab medeniyetinin (İslâm medeniyeti yerinde kullanıyor) dünyaya canlı bir parlaklık saçtıktan sonra nasıl birdenbire söndüğünü sormamıza müsaade edilmelidir. Bu meş’ale o zamandan beri nasıl tekrar yakılmamış ve Arab âlemi neden tekrar karanlıklara gömülmüştür? Bu noktada İslâm Dini’nin mesuliyeti tamamen meydandadır. Gayet açıktır ki (İslâm) Dini yerleştiği her yerde ilmi bertaraf etmek istemiş ve bu gayesini gerçekleştirmede, despotizmin yardımında çokça faidelenmiştir... Dinler isimleri ne olursa olsun birbirlerine benzerler. Dinlerin felsefe ile uyuşmaları mümkün değildir. Din insana iman ve itikadı zorla kabul ettirir halbuki felsefe, onu itikadlardan tamamen veya kısmen uzaklaştırır... Din üstün olduğu zaman felsefeyi bertaraf etmiştir. Felsefe hakim olduğu zaman ise aksi varid olmuştur. İnsanlık var oldukça Nass ile serbest tenkid, Din ve felsefe arasındaki mücadele bitmeyecektir. Bu hırslı mücadelede, hür düşüncenin galip gelmeyeceğinden korkuyorum.”(2)

Böyle bir cevapla karşılaştığında şaşkınlığını gizleyemeyen Ernest Renan, memnuniyetini şöyle belirtir:

“Şeyh’in vukufla yazılmış makalesinde, üzerinde gerçekten uyuşamadığımız yalnız bir nokta görüyorum”
“Şeyh’e haksız görünebildiğim bir cihet, vahye dayanan her dinin kendisini ister istemez pozitif bilime düşman gösterdiği ve Hrıstiyanlığın da bu bakımdan İslâmlıktan aşağı kalmadığı fikrini yeteri derecede geliştirmemiş olmamdır.”
“... Madem ki Şeyh Cemaleddin, muhtelif dinler hakkında eşit bir adaletle hüküm vermemi istiyor... Serbest düşüncelilerin bu muhtelif noktalar üzerindeki anlaşmazlığı derin bir anlaşmazlık değildir, çünkü İslâmlığın lehinde de olsalar aleyhinde de olsallar hepsi de aynı amelî neticeye varmaktadırlar: Müslümanlar arasında öğretimi yaymak... (Bu olursa) bizim Katolikler’den ayrıldığımız gibi İslâmlıktan ayrılacak seçkin şahsiyetler yetişecektir. –Şeyh Cemaleddin kadar seçkinleri herhalde az olacaktır-.”
“... Öyle zannediyorum ki, Müslüman memleketlerini uyandırıp kalkındıracak olan şey İslâmlığın kendisi değil onun zaafa düşmesi olacaktır... Bazı kimseler konferansımda Müslüman dinine mensup olanlara karşı düşmanlık sezmişlerdir. Bu hiç böyle değildir; İslâmlığın en büyük kurbanları Müslümanlardır.”
“...İnsan zekâsı asıl işine yani pozitif bilimin kurulmasına çalışmak istiyorsa, her türlü tabiatüstü itikaddan kurtulmalıdır... Hrıstiyan aydınları için dinî itikadların zararsız bir hal aldıkları hayırhah bir lakaydlık haline varmak bahis mevzuudur. Bu Hristiyan memleketlerinin aşağı yukarı yarısında olmuştur; İslâm memleketlerinde de aynı şeyin olmasını temennî edelim. Şüphe yok ki bu olduğu gün, Şeyh’le ben birlikte alkışlayacağız.”(3)

Herhalde bu iktibaslar maksadı anlatmaya kâfi gelmiştir. Farklı modernistler tarafından farklı konularla ilgili söylenmiş sözleri yorumu siz okuyucularımıza bırakarak gözler önüne serelim:

Kur’an-ı Kerim

"Kur’an’daki yasama ruhu, hürriyet ve sorumluluk gibi genel beşerî değerlerin, her zaman yeni bir yaşama biçimine bürünmesi şeklinde açık bir yön ortaya koyduğu halde, Kur’an’daki fiilî yasama, Kur’an’ın indirildiği o günkü Arap toplumunu, başvurulacak bir örnek alarak almak zorunda kalmıştır. Bununla, Kur’an’daki fiilî yaşamanın ezelî olduğu kastedilmiş olamaz. Bunun Kur’an’ın kadîm oluşu ile de bir ilgisi bulunamaz. Durum böyle iken İslâm fakihleri ve kelamcıları çok geçmeden meseleyi karıştırarak Kur’an’ın hukukla ilgili emirlerinin; şartları, yapısı ve iç bünyesi ne olursa olsun herhangi bir topluma uygulanacağını sanmışlardır.”(Fazlur Rahman)(4)

"Kur’an’ın matematiksel yapısının keşfi, önceden belirlenmiş bir hedef bulunmaksızın, çetin bir çalışma sonunda olmuştur. Dr. Khalife, 1973’te ilk bilgisayar verilerini yayınladığı zaman, şifreden, yani ortak payda 19’dan habersizdi. Bazı harflerin sıklık sayısı arasında ilgi çekici ilişkiler ve ortak bağlar bulmuştu. (Bu olaya tanıklık eden ulusal gazeteler, dergiler ve kitaplar elimizde bulunmaktadır.) Buna karşın, Dr. Khalifa 1974’ün başında bu sayılardan çoğunun 19’un katları olduğunu buldu. Böylece buluşunun Bölüm 74’te (El-Müddessir, Gizli olan) bağlantısını anladı. Bu, önceleri önsel istatistiklere dayandırılmıştı. Şifrenin buluşundan sonra, benim de dahil olduğum oldukça az kişi bu savı inceledi ve bunun daha ötesinde buluşlar yaptı. Bununla beraber, bu görgül araştırma, bizi daha sonra bazı değişikliklere ve pekiştirmelere götürdü. Örneğin, hepimiz Sûre 9’un (Tevbe) son iki cümlesinin aslî Kur’an’dan olmadığı sonucuna vardık.” (Edip Yüksel) (5)

"Kur’an-ı Kerim’i Hz Muhammed yazdı. Bu onun aslında bir iç konuşması. İnsanda Freudçu teoriye göre, bilinçaltı ve ortak bilinç vardır. Ortak bilince inilebilir. Kur’an içimizin bir ürünüdür, dışımızdan gelen bir şey değildir. Peygamberler duyarlı, yabancılaşmamış insanlardır. Bu insanlar ortak bilinç dışına inebilirler. Hz. Muhammed de ortak bilinç dışına inebilmiş bir insandır. Cebrail ise Hz. Muhammed’in ortak bilinç dışına inebilmesi sırasında kullandığı arka tipidir.” (Salih Akdemir) (6)

Sünnet ve Peygamberimiz’in konumu

"Soru: Hz. Peygamber de hüküm koyamaz mı? Cevap: Hayır, Hz Peygamber de Kur’an dışında hüküm koyamaz, koyar derseniz o da şirk olur. Hz peygamber Allah’ın kulu ve elçisidir. Elçi, temsilcisi olduğu kuvvetin tebliğcisidir, ortağı değil.”(Yaşar N.Öztürk)(7)

"Şürakâcı (şirk araçları) mukallitler hem bu insanlara (sahabe’ye) hem de tarihe yalan söyleterek muazzez Allah elçisinin ölümünden iki asır sonra Kur’an’ın on katına varan mişna (bu söz halife Ömer’in dir.) yığınını Hak Elçisine izafe edip Kur’an dışında başka bir din oluşturdular.”(Yaşar N.Öztürk) (8 )

"Bir takım süper manyaklar, ağızlarına odun sokuyorlar; sünnet diyorlar.”(Yaşar N. Öztürk) (9)

İcmâ

"Allah’ın kitabın da yer almayan bir hükmü koyan yaklaşım, adı icma da olsa bir ifsattır. Yani bozgun yaratmak... İşin esası şudur ki, Kur’an’da yer almayan bir yığın kabülü Muhammed ümmetine Allah’ın emri gibi empoze etmek için kullanılan yollardan biri de bu icma oyunudur. Bu din bir şirket dini değildir ki kurul veya konsil kararlarıyla yönetilsin...”(Yaşar N. Öztürk) (10)

Farklı konular

"Ben mezhep imamlarını kendimden büyük görmüyorum ki birinin yoluna gireyim. Bir meselede onlardan birinin görüşünü benimsiyorsam bir çok meselede muhalif kalabiliyorum. (Cemaleddin Efgânî)(11)

"Kader meselesi üzerinde Türkiye’de en önemli çalışmalardan birini yapmış olan Hüseyin Atay, sonuçta Kur’an’ın kadere iman diye bir anlayışa onay vermediğini söylemiştir.” (Yaşar N. Öztürk)(12)

"Komünizm öldüyse biz yaşamayalım. Komünizmin ölmesi demektir. Bunu söyleyenlere sadece açıyorum. Kur’an-ı Kerim’de de Komünizmin izlerine rastlanıyor. İslâm’da mülkiyet yoktur.” (Salih Akdemir) (13)

"... Sonuç olarak sünnî fıkıh mezhepleri ittifakla mut’a nikahının caiz olmadığı hükmünü benimsemişlerdir. Bu mezheplere mensup bir müftü mut’a nikahının cevazına durum ne olursa olsun fetva veremez. Ancak samimi olarak içtihad veya taklit yoluyla farklı görüşte olanlara da fâsık demeyiz.” (Hayreddin Karaman) (14)

"Soru: Geçimimizi banka faizindeki parayla sağlıyoruz. Haram mı? Cevap: Banka faizi haram değildir. İçiniz rahat olsun.” (Zekeriyya Beyaz) (15)

"Hayır efendim, adetli bayan her zamanki gibi, Müslüman, mübarek ve muhterem bir insandır. Sadece biraz rahatsızdır. Dolayısıyla duasını da oyapar, Kur’an’ı da okur, hatta isterse namazını da kılar, orucunu da tutar.” (Zekeriyya Beyaz) (16)

3. BÖLÜM DİPNOTLARI

1- Ernest Renan, Nutuklar ve Konferanslar, Ankara 1946, s. 183-205’den naklen Muhammed Reşad, Cemaleddin Efgânî Etrafında Makaleler, İstanbul 1416/1996, s. 254
2- Cemaleddin Efgânî, Journal des Débats Gazetesi, 18 Mayıs 1883, sh. 2, (Tercümesi: Alaaddin Yalçınkaya, Cemaleddin Efgani, İstanbul 1991, Osmanlı Yayınları, 144-151)’den naklen Muhammed Reşad, a.g.e., s. 255-256
3- Ernest Renan, Nutuklar ve Konferanslar, 208-212’den naklen Muhammed Reşad, s. 259-260
4- Fazlur Rahman, İslâm, (Trc. Mehmet Dağ-Mehmet Aydın), İstanbul 1981, sh. 47-48’den naklen Hamdi Döndüren, “Zamanın ve Şartların Değişmesiyle İslâmî Hükümler Değişir mi?”, İslâmî Edebiyat, Nisan-Mayıs-Haziran 2001, sayı. 33, s. 72-73
5- Edip Yüksel, Asal Tartışma, İstanbul 1998, Ozan Yayıncılık, s. 48-49
6- Salih Akdemir, “Kur’an-ı Kerim’i Hz. Muhammed Yazdı”, (Haber: Hatice İkinci), 23 Haziran 1995 tarihli Evrensel Gazetesi.
7- Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an’daki İslâm, sh. 656’den naklen Ebubekir Sifil, a.g.e., s. 48
8- Y.Nuri Öztürk, Kur’andaki İslâm, sh. 124’den naklen Ebubekir Sifil, a.g.e., s. 124
9- Nakleden Ali Nar, “Modernizm Nereden Koşuyor? Yahut Yenileşme’nin Boyutları”, Akademya Dergisi, sayı. 11, Şubat 1999, s. 100
10- Y. Nuri Öztürk, Kur’an’daki İslâm, s. 628 vd.’den naklen Ebubekir Sifil, a.g.e., s. 343
11- Mirza Lüfullah Han Esedâbâdî, Hakîkatu Cemaleddin Efgânî I, s. 106-128; Abdullah Kudsizâde, XIII/5-7, s. 364’den naklen Hamdi Döndüren, aynı makale, s. 73
12- Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an’daki İslâm, sh. 93’den naklen Ebubekir Sifil, Modern İslâm Düşüncesinin Tenkidi I, (Yaşar Nuri Öztürk’ün Görüşlerinin Eleştirisi), İstanbul 1999 (Gözden geçirilmiş 4. Baskı), Kayıhan Yayınları, s. 17
13- Salih Akdemir, aynı yazı
14- Hayreddin Karaman, İslâm’da Kadın ve Aile, s. 374’den naklen Ali Nar, s. 102
15- Z. Beyaz, Gerçek İslâm–Sorular ve Cevaplar-, 26 Ocak 2000 tarihli Takvim Gazetesi, s. 8
16- Z. Beyaz, Gerçek İslâm –Sorular ve Cevaplar-, 1 Temmuz 2000 tarihli Takvim Gazetesi, s. 8

23 Haziran 2007 Cumartesi

Efgani ve Abduh: Yeni Bir Vesika

Abduh ile Efgani'nin masonluklarını anlatan bu makale "Freemasonry Today" dergisinin 31. sayısında yayınlanmış (2005, Winter [Kış] sayısı).







Freemasonry Serving Egypt
Matthew Scanlan describes how Islamic modernisers found an ally in Freemasonry

Today it is a tragic irony that Freemasonry is falsely derided in much of the Muslim world as a stooge of Zionism, when some of the great names of the Islam have in fact been keen Freemasons. And foremost among these were two towering figures of nineteenth-century Islamic modernism - Jamal al-Din al Afghani and Sheikh Mohammed Abduh - both actually members of the same Egyptian lodge. Freemasonry was first introduced to Egypt by the forces of Napoleon Bonaparte in 1798. Following the French withdrawal interest in the movement appears to have waned, although it underwent something of a revival in 1830s and 40s. Nevertheless, it was not until the 1860s, when the country opened up to increased western influence during the construction of the Suez Canal, that Freemasonry really blossomed. Several lodges were established at this time, including a National Grand Lodge that worked the craft degrees and a Grand Orient that worked the ‘high’ degrees.

In the summer of 1867 the youngest son of Pasha Mehemet Ali, Prince Abd al Halim, the legal heir to the throne, became Grand Master of the newly established District Grand Lodge of Egypt. However his appointment was short-lived, as the succession to the throne swung in favour of Pasha Ismail and Prince Halim was exiled – leaving the two Grand Lodges without a head. Consequently the British consul, Raphael Borg, took over the running of the District Grand Lodge, and in 1872 the Grand Orient of Egypt was re-organised as the National Grand Orient of Egypt (the latter was re-organised as the Federal Diet of Egyptian Freemasonry on 8 July 1876).

Al Afghani
Amid this milieu Freemasonry became eminently respectable, even fashionable, and enticed many of Egypt’s political and social elite, including Jamal al-Din al Afghani (1838-97). Afghani was a leading pan-Islamist who has been variously described as the ‘the father of Islamic modernism’ and even the ‘prototype of the modern fundamentalist’. Born in Persia and educated in Afghanistan (hence the name), Afghani traveled extensively before arriving in Egypt in 1871. He was deeply impressed by western science, and convinced that nothing but science could eliminate economic backwardness and cultural sterility. He viewed it as universal, transcending nations, cultures and religions. He argued that a rediscovery of Islam’s scientific past would not only help Muslims materially, but also strengthen the unity of Islam, and castigated educational establishments who ignored ‘the important role of scientists’:

Those who imagine that they are saving religion by imposing a ban on some sciences and knowledge are enemies of religion.

It is only ‘philosophy that shows man the proper road and makes man understandable to man’, he averred. Yet Afghani was also a devout Muslim and hostile to Western imperialism and railed against the wanton excesses of secular materialism.

Afghani was already an initiate of an Italian lodge, when in May 1875, he was persuaded to join Kawkab al-Sharq (‘Star of the East’) Lodge, No. 1355, by the head of the District Grand Lodge of Egypt, Raphael Borg. The lodge had been founded in 1871 by some native Egyptian members of Bulwer Lodge of Cairo, No. 1068, who wanted to form a lodge that worked in Arabic for non-Europeans. Afghani quickly progressed through its ranks, and two years later, another remarkable figure joined the lodge, most probably at his behest.

Sheikh Mohammed Abduh
In 1877 Afghani’s student and protégé, Sheikh Mohammed Abduh (1849-1905), was initiated in the Star of the East Lodge, who, like his mentor, was also a religious scholar, liberal reformer and Arab nationalist. The two men had met five years earlier in al-Azhar, when Abduh was stirred from his early passion for mysticism and persuaded to campaign for Islamic renaissance and colonial liberation. Like Afghani, Abduh believed Islam should return to its scientific roots. He recalled how the great medieval Islamic scientist and Sufi mystic, Al- Ghazali, considered the study of logic and philosophy as essential for the defense of Islam, and in an article written in the year of his initiation, Abduh advocated the introduction of modern sciences to Al Azhar University. He deplored the blind acceptance of traditional doctrines and argued that as ‘modernity is based on reason, Islam must therefore be shown not to contradict reason, thus we may prove that Islam is compatible with modernity’:

There are two books: one created which is the universe, and one revealed which is the Qur’an and only through reason are we guided by this book to understand that one.

In 1878 Afghani was elected Master of the Star of the East Lodge and through his considerable influence many of Egypt’s nomenclature joined the lodge, which attracted several hundred members. He referred to his followers within Freemasonry as his ‘Sincere brethren and faithful companions’, although his ideas inevitably led him into conflict with other members of the lodge. When he was cautioned that the lodge was not a political platform, he is reported to have responded,

I have seen a lot of odd things in this country [Egypt], but I would never have thought that cowardice would infiltrate the ranks of masonry to such an extent.

For Afghani, Freemasonry was a vehicle for combating ‘the towering edifices of injustice, tyranny, and oppression’, and, it is believed, actually formed the basis of the political group he later founded – the Hizb al Watany al Hurr (‘the Free National Party’), which helped remove Ismail Pasha from the throne. At the time, Egypt was undergoing a financial crisis and the Khedive Ismail was clashing with his British and French creditors over the national debt. The Ottoman sultan responded by deposing him in favour of Mohammed Tawfik (1852-92), Ismail’s eldest son. Tawfiq was a mason and an admirer of Afghani and his teachings, and he also favoured a parliamentary constitution. However, Tawfiq soon distrusted Afghani and had him sent into exile.

In 1881, the Egyptian ruler, Khedive Tawfiq, became Grand Master of the Grand Lodge of Egypt, although he assigned most of his duties to his Minister of Justice, Hussein Fakhry Basha. Yet within months a revolt broke out within the ranks of the Egyptian army, which was quelled by British forces. Tawfik remained ruler although Evelyn Baring (later Lord Cromer) took charge of the country and Mohammed Abduh was exiled for agitating against foreign occupation. Abduh sought sanctuary in the Lebanon, before joining his former teacher Afghani in Paris in 1883. There they collaborated on a semi-religious, semi-political, and anti-British periodical called Urwat al-wuthqa - ‘The Firmest Bond’ - a title taken from the Koran. The paper circulated widely and was smuggled into Egypt, India and much of the Islamic world. Afghani gained a degree of notoriety in Parisian circles as a result of his polemical attacks on the French historian and positivist philosopher, Ernest Renan, and, it is claimed, the couple also cultivated further Masonic contacts at this time.

Abduh eventually broke with Afghani, and after briefly visiting England and Tunisia, he settled in Beirut where he taught at an Islamic college; he also translated Afghani’s book The Refutation of the Materialists (Beirut, 1886) into Arabic. In 1888 he was allowed to return to Egypt by Lord Cromer, having rejected his former radicalism, and became a teacher at Al Azhar University. He began to pursue a career in the Judiciary, quickly rising through the legal ranks, and in 1891 became an Appeal Court Judge. In this capacity he reformed a number of laws, established a benevolent society that operated schools for poor children, served on the legislative council, and tried to implement educational reforms. Having earned the trust of Lord Cromer, he was appointed Grand Mufti of Egypt in 1899, although his cooperative attitude towards the British also earned him the enmity of the ruling prince, Abbas Hilmi, and the nationalist leader, Mustafa Kamil.

At the time of Abduh’s death in 1905, Freemasonry spanned all sectors of Egyptian society and included a number of notable figures: three Prime Ministers, a Minister of Public Works, and a number of Junior Ministers. Indeed, the Craft remained popular in Egypt for the next half century or more, and many leading Egyptians embraced the Craft, including the leader of the 1919 revolution, Saad Zaghlul (1859-1927); King Fuad I (1921- 36); and Prince Mohammed Ali. However during the Suez crisis of 1956, the Egyptian President, Gamal Abdel Nasser, turned on the foreign Masonic delegations and sequestered their assets. The Egyptian Grand Lodge also began rejecting Jewish members and became increasingly nationalistic, and as a consequence many Grand Lodges around the world withdrew recognition as they deemed the move contrary to the true spirit of Freemasonry.

Freemasonry staggered on in Egypt for another eight years, until finally, on 4 April 1964, President Nasser ordered the closure of all Masonic lodges. According to the Egyptian magazine Akhir Sa’a this was done because the lodges did not submit themselves to government inspection. However it was also noted that, ‘Zionism has decided to utilise Masonic lodges for practising its activities’, despite the fact that Freemasonry had clearly been held in high esteem by many leading Arab nationalists whose faith in Islam was beyond doubt. © M.D.J. Scanlan, 2003.

 




 Hazırlayan: Murat Yazıcı

Yazıların Kaynakları

Bu sayfadaki yazılar genel olarak şu iki kategoriden birine girmektedir:
1. Gazete, dergi veya kitaplardan alınmış kısımlar veya makaleler. Bunların yazarları ve hangi kaynaktan alındığı açıkca belirtilmiştir. İstifadeli olduğunu ve mühim bilgiler ihtiva ettiğini düşündüğüm yazıları -muhtevalarını değiştirmeden- buraya aldım. Bu tür yazılarda ifade edilen görüşler yazarlarına aittir.
2. Kendi araştırmalarıma dayanan, çeşitli kitaplardan ve makalelerden istifade edilerek derlenmiş yazılar. İstifade edilen kaynaklar listelendikten sonra genellikle "Hazırlayan: Murat Yazıcı" ifadesi yazının sonuna eklenmiştir.
Bu sayfadaki yazıların mühim bir kısmını çeşitli forumlarda yayınlamıştım. Bu tür yazılarımı düzeltmeler ve ilaveler yaparak burada toparladım. Gerektiğinde eski yazılara yeni belge ve bilgiler ekliyorum.
Not: Sayfanın sol üst köşesindeki rakam, 3 Ocak 2009'dan bu yana bu sayfanın kaç kere görüntülendiğini göstermektedir. Bu rakama blog yöneticisinin girişleri dahil değildir.

Yazıların Kullanım ve Dağıtımı Hakkında

Bu sayfadaki yazıları kopyalayabilir ve kullanabilirsiniz. Buradaki herhangi bir yazıyı başka bir sitede yayınlarsanız, bu sayfaya ( http://muratyazici.blogspot.com/ ) bağlantı vermenizi rica ederim. Zamanla ilave başlıklar eklemenin yanı sıra, mevcut başlıklara da yeni belgeler eklemeyi planlıyorum. Bu sayfaya bağlantı verildiği takdirde, her okuyucu ilgilendiği yazının en yeni haline ulaşma imkânına sahip olacaktır.