Ehl-i Sünnet Müdafaası

Ehl-i Sünnet Müdafaası

Bu sayfayı hazırlamaktaki maksadım "Ehl-i sünnetin müdafaası" için bir bilgi ve belge bankası meydana getirmektir. Faydalı olacağı ümidi ile başladım. Allahü teâlâ hâlis niyet, hayırlı netice ve muvaffakıyet nasib etsin. Bu sayfayı ziyaret eden kardeşlerimden hayır dualarını istirham ederim. (Daha fazla bilgi için sayfanın altına bakınız.)

20 Aralık 2008 Cumartesi

Abduh’un Siyonist Dostu

Muhammed Abduh’un Siyonist Dostu
Richard James Horatio Gottheil


yusuf hanîf

Muhammed Abduh, devrindeki pek çok mezhebsiz/modernist gibi garblı mütefekkirlere husûsî bir alâka duymuş, bâzısıyla bizzat görüşmüş, bâzısının da eserlerini okumuş, terceme etmiş ve fikirlerinin te’sîrinde kalmışdır. Ya’ni Avrupa’nın müstesnâ bir yeri vardır şeyxin hayâtında. O kadar ki, “rûhunu yenileme” fırsatını ancak oralarda bulur! Charles C. Adams’ın ifâdeleriyle:

“İlki kendi planlamasıyla değil de şartların sevkiyle gerçekleşen Avrupa seyahâtlerini öylesine teşvîk edici ve kıymetli buluyordu ki, müteâkib seneler her ne zaman –kendi ifâdesiyle– ‘rûhunu yenileme’ ihtiyâcı hissetse defeâtle Avrupa’ya gitmişdir (el-Menâr, 8.c., 466.s.). Abduh devâm ediyor, ‘Avrupa’ya her zaman Müslümanların mevcûd hâlini iyileşdirme ümîdiyle gitdim.’ Fakat memleketine döndüğünde, karşılaşdığı meşakkatlerin cesâmeti ve kendi insanlarının inatçılığı, fütursuzluğu ve gevşekliği bu ümidlerini zayıflatmışdır. ‘Hâlâ’, diyor Abduh, ‘ne zaman Avrupa’ya gidib de orada bir-iki ay kalacak olsam bu ümidlerim yeniden canlanır ve imkânsız gördüğüm muvaffâkiyet artık bana kolay gibi gelir’ (el-Menâr, 8.c., 466.s.).” [1]

8 Aralık 2008 Pazartesi

Mustafa İslamoğlu'nun Saptırıcı Yazıları

Arif Çevikel ve Sami Hocaoğlu mahlaslarını da kullanan Mustafa İslamoğlu isimli yazar, okuyucularını yanıltıcı görüşler öne sürmektedir.

Aşağıdaki yazılar kendi sitesinden kopyalanmıştır. Gerekli görülen yerlerde cevap verilmiştir.


9 Kasım 2008 Pazar

İbni Arabi ve İbni Teymiyye

Recep YILDIZ

Alim, “alamet” ve “alem” kelimeleri ile aynı kökten türemiştir. Alamet insanlara çöllerde yönlerini gösteren işaret, iki araziyi birbirinden ayıran gösterge; alem ise dağ ve bayrak gibi anlamlara gelir.[1] Alim, alamet/gösterge gibi insanlara yönlerini gösterir, helal ve haram sisteminin sınırlarını çizer, bayrak gibi de durulması gereken yeri işaret eder. Dağ anlamına gelen alem kelimesi teşbih yoluyla alimler için de kullanılır. Nasıl alem/dağ yeryüzünün hareket ve temayülüne engel oluyorsa ümmetin arasında ki alimler de onların sapma ve inatlarına mani olurlar.[2]İnsanların hedeflerine ulaşabilmeleri için alemlerin ne anlam ifade ettiklerini bilmeleri gerekir. Aksi bir durum yönlerini kaybetmelerine, yakınlaştıklarını zannettikleri anda uzaklaşmalarına yol açabilir. Onlara rehberlik eden alimlerin bilinirlikleri de en az alemler kadar önemlidir. Zira Allah Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) kötü niyetli alimlerin insanları saptıracaklarını ifade etmektedir. Bu yüzden usul-ü fetva kitaplarında bir alimin fetvası ile amel etmenin şartları sayılırken kimlik bilgilerinin bilinmesi de zikredilmektedir. Nitekim adı meşhur olmasına rağmen biyografisi meçhul kalan “Molla Miskin”in fetvalarıyla amel edilmemiştir.

3 Kasım 2008 Pazartesi

Hz. Âişe'nin Meyyitlerin İşitmesi Hakkındaki Akidesi

Buhârî'de ve Müslim'de yazılı olan hadîs-i şerîfe göre, Bedir'de öldürülen kâfirlerin, birkaç gün sonra, bir çukura konulması emr olundu. Bundan da birkaç gün sonra, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) çukurun başına gelip durdu. Çukurdakilere, isimlerini ve babalarının isimlerini birer birer söyliyerek, (Rabbinizin, size söz verdiğine kavuşdunuz mu? Ben, Rabbimin söz verdiği zafere kavuşdum) buyurdu. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) bunu işitince, (Yâ Resûlallah! Leş olmuş kimselere mi söyliyorsun?) deyince, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) (Beni doğru Peygamber olarak gönderen Rabbimin hakkı için söylüyorum ki, siz beni onlardan daha çok işitmiyorsunuz. Fakat cevab veremezler) buyurdu. (mesela bkz. Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, 6. Baskı, DİB Yayınları, Ankara, 1983, 10. cilt, s. 152-154; Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Sönmez Yayınevi, İst. 1980, c.11, Bab:17, s. 290-291).

Seyyid Dâvud bin Süleyman rahime-hullahü teâlâ (vefatı h. 1299/m. 1881) ilk olarak 1305 hicrî yılında Bombay'da basılan kitabında diyor ki:

Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ), yalnız kabirdeki kâfirlerin işitmeyeceklerini söylemişdir. Çünkü, onun bildirmiş olduğu hadîs-i şerîfde, (Bir kimse mü’min kardeşinin kabrini ziyâret eder ve kabir yanında oturursa ve selâm verirse, meyyit onu tanır ve selâmına cevap verir) buyuruldu. Onu tanıması ve selâm vermesi, meyyitin onu gördüğünü ve selâmını duyduğunu göstermekdedir. Âişe (radıyallahü anhâ) kâfirlerin işitmediğini haber verdi ise de, onların bildiklerini de haber vermekdedir. Kendisinin bildirdiği bir hadîs-i şerîfde, (Benim doğru söylemiş olduğumu, onlar şimdi bilirler) buyurulmakdadır. ... Çünkü ölmek, bazı câhillerin dedikleri gibi, yok olmak olsa idi, onun bütün duygularının yok olması lâzım gelirdi. Hazret-i Âişenin bildirdiği, Buhârî'de yazılı olan hadîs-i şerîfde, meyyitin bildiği haber verildiği için, duygularının gitmediği anlaşılmakdadır. Diğer Sahâbîlerin haber verdikleri hadîs-i şerîflerde ölülerin işitdikleri bildirilmişdir. Hazret-i Âişenin, bu (işitmek) kelimesinin, kabûl etmek, îmân etmek demek olduğunu zan etmesi, âlimlerin söz birliğine uymamakdadır. Eshâb-ı kirâmın sözleri ile onun sözünü ve onun haberindeki sözlerini birleşdiren en doğru söz yine onun haber verdiği ziyâret hadîs-i şerîfidir. (...) Meyyitin işitmeyeceğini söyleyen birkaç âlim ve meselâ Âişe (radıyallahü anhâ), kabirdeki kâfirlerin işitmeyeceklerini söylemişlerdir. Fakat, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ümmeti içinde şehîd olanların, Velî olanların, kabirlerinde işiteceklerine inanmayan hiçbir âlim yokdur. Hazret-i Âişe de, başkaları da, buna inanmışlardır. Zamanımızda türemekde olan mezhebsizlerin ve bunlara aldanan bazı câhillerin, meyyit işitmez demelerinin, hatta Resûlullahı da buna katmalarının kötülüğü, çirkinliği, buradan anlaşılmakdadır. (Dâvud bin Süleyman, Minhat-ül-Vehbiyye fi Redd-il-Vehhabiyye)

Nitekim, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi'nde, özetle şu bilgileri görüyoruz:

Abdullah ibni Ömer'e (radıyallahu anh) ve tâbiîn imamlarından Katâde'ye göre çukurdaki kafirler hakikaten işitmişlerdir. Hazret-i Âişe ise ilim ile te'vil etmiştir ve "sözlerimi sizden iyi işitirler" sözünü "sözlerimin hak olduğunu şimdi pek iyi anlarlar" diye tefsir etmiştir. Fakat bilmek kabiliyetini kabul etmek, işitmek hassasiyetini kabule mani olmadığı mütâleasiyle, İmam-ı Beyhakî ve emsâli alimler Abdullah ibni Ömer'in sözünü tercih etmişlerdir. (bkz. Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, 6. Baskı, DİB Yayınları, Ankara, 1983, 10. cilt, s. 153-154'deki dipnot.)

İbni Kesir de tefsirinde benzer bilgiler veriyor ve şöyle diyor:

Alimler katında sahîh olan ise İbn Ömer'in rivayetidir. Zîrâ onun sahîh olduğuna birçok yönlerden şâhidler vardır. Bu cümleden olarak İbn Abdülberr'in İbn Abbâs'tan merfû' olarak rivayet ettiği ve sahihtir dediği bir hadîste şöyle buyrulur: Bir kimse dünyada iken tanımakta olduğu bir müslüman kardeşinin kabrine uğrar da ona selâm verirse Allahü Teâlâ onun ruhunu kendisine iade eder de selâm verenin selâmına karşılık verir. (bkz. İbni Kesir, Rum 52-53. ayetlerin tefsiri)

Kadı Iyaz, hadislerde beyan edilen işitmenin umumi olduğunu [Bedir'de öldürülenlere has olmadığını] söylemiştir. İmam-ı Nevevi de, "Kabirlere selam vermeyi bildiren hadisler bunu iktiza etmektedir. Zahir ve muhtar olan kavil de budur" demektedir (Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Sönmez Yayınevi, İst. 1980, c.11, Bab:17, s. 292).

Tashih'ül Mesail kitabında şu bilgiler mevcut:

"Muhammed bin İshak'ın Megazi'sinde sağlam senedlerle ve İmam-ı Ahmed bin Hanbel hasen isnadla Hazret-i Âişe'nin (radıyallahü anhâ) Hazret-i Ömer'e (radıyallahü anh) buyrulan hadis-i şerif hakkındaki sözlerinden sonra diyor ki, Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) bu büyük sahabinin bildirdiği bu hadis-i şerifi sağlam olarak duyduktan sonra, eski kabul etmemezliğinden rücu' etti. Yani kabul etti. Çünkü hadise olduğu zaman kendisi orada yoktu. Sahih-i Buhari'nin şerhlerinde de bu sözlerin benzerleri bildirilmektedir." (Mevlânâ Muhammed Fadlurresul, Tashih'ül Mesail, Berekât Yay., İst, 1976, s. 126.)

İlaveten, Muhammed bin Alevi el-Maliki'nin kitabında şu ibareyi görüyoruz:

[İbni Teymiyye diyor ki:] Ölülerin görebilmesi ile alâkalı Hz. Âişe'den (radıyallahü anhâ) ve diğer sahabelerden birçok rivayet gelmektedir. (Mecmuu'l-Fetava 24/362). (Muhammed bin Alevi el-Maliki, Mefahim, Ege Basım, İst. 2007, s. 270. )

Aşağıda, Hz. Âişe'den gelen bazı rivayetler ve bunların yazılı olduğu, kolayca bulunabilecek bazı kaynaklar verilmiştir:

Ebû Bekr Abdüllah bin Ebiddünyâ, Kitap-ül-kubûr kitabında diyor ki: Hz. Âişe'nin haber verdiği hadis-i şerifte, (Bir kimse, din kardeşinin kabrini ziyârete gider ve mezarı başında oturursa onu tanır ve selâmına cevap verir) buyuruldu.

Kaynaklar:
(1) İmam-ı Süyuti, Kabir Alemi (Şerh-us-sudûr), Kahraman Yayınları, 1992, s. 333.
(2) İbni Kayyım-ı Cevziyye, Kitâb-ür-rûh, İz Yayıncılık, 3. Baskı, İst., 2007, s. 10 ve s. 19.

Müslim, Hz. Âişe'den haber veriyor: (Ya Resulullah, ölülere ne diyeyim dedim. Buyurdu ki, şöyle de: Ey Müslüman kabristanlılar size selam olsun. Allah bizden öncekileri de sonrakileri de affetsin. İnşaallah biz de size kavuşacağız.)

Kaynaklar:
(1) İmam-ı Süyuti, Kabir Alemi (Şerh-us-sudûr), Kahraman Yayınları, 1992, s. 365.
(2) İbni Kayyım-ı Cevziyye, Kitâb-ür-rûh, İz Yayıncılık, 3. Baskı, İst., 2007, s. 174.

Deylemînin Âişe vâlidemizden bildirdiği hadis-i şerifde (İnsan, evinde iken nelerden incinirse, kabrinde de onlardan incinir) buyuruldu. İmâm-ı Kurtubî Tezkire kitabında diyor ki, dünyada olanların yaptıkları şeyleri Allahü teâlâ bir melek ile yâhut alâmet ile, işaretle veya başka bir yoldan, ölülere bildirir.

Kaynak: İmam-ı Süyuti, Kabir Alemi (Şerh-us-sudûr), Kahraman Yayınları, 1992; s. 495.

Yeryüzünde bulunan İslâm türbelerinin birincisi Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) medfûn olduğu hucre-i mu’attaradır. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz, çok sevdiği zevcesi Âişe (radıyallahü anhâ) vâlidemizin odasında, hicretin onbirinci senesi, Rebî’ul-evvel ayının onikinci pazartesi günü öğleden önce vefât etdi. Çarşamba gecesi, bu odaya defn edildiler. Hazret-i Ebû Bekrle hazret-i Ömer (radıyallahü teâlâ anhümâ) de, bu türbe içinde defn edildiler. İmam-ı Süyuti diyor ki:

İmâm-ı Ahmed ve Hâkim, Hz. Âişe'den haber veriyorlar ki: (Odama girer, elbisemi çıkarırdım. Çünkü, kabirlerde babam ve zevcim vardı. Hz. Ömer de defnedildikten sonra, odama girince, elbiselerimi çıkarmaz oldum. Çünkü, o yabancı idi. Ondan hayâ ederdim).

Kaynaklar:

(1) İmam-ı Süyuti, Kabir Alemi (Şerh-us-sudûr), Kahraman Yayınları, 1992; s. 334.
(2) Muhammed bin Alevi el-Maliki, Mefahim, Ege Basım, İst. 2007, s. 149. (Buradaki dipnotta diyor ki: Mecmau'z-Zevaid (7/26) Ahmed bin Hanbel'den rivayet edildiğini, Hafız Heysemî'nin ravilerinin güvenilir olduğunu söylediğini aktarır. Aynı zamanda Hakim Müstedrek'te (4/47) rivayet etmiş ve Buhari ve Müslim'in şartlarına göre sahihtir demiştir. Zehebi ona herhangi bir itirazda bulunmamıştır.)

Âişe (radıyallahü anhâ), Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) mescidinde, kabrinin etrafındaki evlerin birinde çivi ve başka şeylerin çakılmasından mütevellid bir gürültü duyunca; “Resûlullahı (sallallahü aleyhi ve sellem) rahatsız etmeyin” diye haber gönderirdi.

Kaynaklar:
(1) İmâm-ı Sübkî, Şifâüs-sikâm fî ziyâreti hayr-il-enâm.
(2) İmam-ı Kastalânî, Mevahibu Ledunniye, Hisar Yayınevi, İst., c.2, s. 477.

Hz. Âişe radıyallahü anhâ kardeşi Abdurrahman bin Ebu Bekr'in kabrini Mekke'de ziyaret edince, seslenip ona "O zaman [ölürken] senin yanında olsaydım, seni ziyaret etmezdim" dedi.

Kaynaklar:
(1) Mevlânâ Muhammed Fadlurresul, Tashih'ül Mesail, Berekât Yay., İst, 1976, s. 124-125.
(2) Sünen-i Tirmizi Tercümesi, c. 1, s. 276, Hadis no: 1055, Konya Kitapçılık, Konya, 2004.

İbni Ebi Şeybe ve Ebu Davud'un rivayet ettiklerine göre Hz. Âişe buyurdu ki: Habeş pâdişâhı Necâşî îmana geldi. Kabri üzerinde her zaman nûr parladığını çok kimseden işittim.

Kaynaklar:
(1) İmam-ı Süyuti, Kabir Alemi (Şerh-us-sudûr), Kahraman Yayınları, 1992; s. 262.
(2) Muhammed bin Alevi el-Maliki, Mefahim, Ege Basım, İst. 2007; s. 291. (Burada diyor ki: Bu rivayet, Muhammed bin Abdülvehhab'ın Ahkamu Temenni'l-Mevt kitabının "fıkıh cildi" 2. kısmında da yazılıdır!)

Hazırlayan: Murat Yazıcı

Son değişiklik: 26 Aralık 2009

1 Mayıs 2008 Perşembe

Vehhabîlerin Mekke ve Medine'yi Yağmalaması

Mehmet Şevket Eygi Bey şu bilgileri veriyor: 

"TUNUS Üniversitesi’nde siyası ilimler profesörü, düşünür Hamadî Redissi “Necid Sözleşmesi yahut bir İslâm fırkası nasıl İslâm’ın yerine geçti?” isminde Fransızca bir kitap yayınlamış. (Le Seuil Yayınevi, 329 sayfa) Bu kitabın tanıtımını oumma.com’da okudum. Okuyucularıma oradan naklederek bazı özet bilgiler vermek istiyorum. Vehhabilik uzun müddet bir fırka, hattâ asıl İslâm’dan sapmış bir dalalet olarak görülmüş (Vehhabiler 19’uncu asırda İslâm’ın kutsal şehri Mekke’yi tahrip etmişlerdi). İşte bu fırka yavaş yavaş petro-dolarlar sayesinde, İslâm’ın aslına uygun doğru yorumu ve uygulanması olarak kendini kabul ettirmiştir. Hamadî Redissi fikirlerini, lafları gevelemeden açıklayan bir kimse. 19’uncu asırda Mekke’yi zaptederler, kutsal bölgedeki Hazret-i Hatice’nin türbesini, Mualla Kabristanı’ndaki diğer İslâm büyüklerinin türbe ve mezarlarını tahrip ederler, Medine’de de Asr-ı Saadet’ten kalan türbeleri ve mezarları yıkıp düzlerler. Peygamberin, Yeşil Kubbe altındaki kabrindeki kıymetli eşyayı yağmalarlar, Peygamberin türbesini ve kabrini yıkamazlar. Suudî Arabistan’ın kurucusu Suud, hacıların asırlardan beri türbeye getirmiş oldukları kıymetli taşları, bilezikleri, gerdanlıkları ve diğer değerli eşyayı yağmalar, bu eşyaları 60 deve ile taşıtır. Hamadî Redissi, Necid Sözleşmesi kitabında ‘Nasıl olur da böyle savaşçı ve yağmacı bir fırka, kutsal mekânları ve makamları tahrip etmiş olmasına rağmen, zulm ve gadretmiş olduğu Ehl-i Sünnet Müslümanları tarafından temize çıkarılmıştır.’ diye sorar." 

Kaynak: Mehmet Şevket Eygi, Milli Gazete, 27.04.2008 

Vehhabiliğe reddiye mahıyetinde faydalı bir eser olan "Müslümana Nasihat" kitabının sonunda, Eyyüb Sabri Paşa'nın Mir'at-ül-Haremeyn kitabından yapılan iktibasta diyor ki: 

"Sü’ûd bin Abdül’azîz, Mekkeye ve Medîneye hücûm etdiği zaman Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” türbesinden başka, Eshâb-ı kirâmın ve Ehl-i beytin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ve Evliyânın ve Şehîdlerin “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” türbelerinin hepsini yıkdılar. Kabrleri, belirsiz hâle getirdiler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin mubârek türbesini de yıkmağa başladılar ise de, eline kazma alanın aklına veyâ bedenine sakatlık geldiğinden bu cinâyeti işleyemediler." 

Bu bilgiler, Tunuslu profesörün verdiği bilgilerle uyumludur. 

Richard Burton isimli İngiliz asıllı bir yazar 1853 senesinde basılan "A Pilgrimage to Al-Madinah and Meccah" isimli ve Hicaz'a yaptığı geziyi anlatan eserinde şunları yazmış: 

During the siege of Al-Madinah by the Wahhabis, the principal people seized and divided amongst themselves the treasures of the tomb, which must have been considerable. When the town surrendered, Sa’ud, accompanied by his principal officers, entered the Hujrah, but, terrified by dreams, he did not penetrate behind the curtain, or attempt to see the tomb. He plundered, however, the treasures in the passage, the “Kaukab al-Durri” (or pearl star), and the ornaments sent as presents from every part of Al-Islam. Part of these he sold, it is said, for 150,000 Riyals (dollars), to Ghalib, Sharif of Meccah, and the rest he carried with him to Daraiyah, his capital. An accident prevented any further desecration of the building. The greedy Wahhabis, allured by the appearance of the golden or gilt globes and crescents surmounting the green dome, attempted to throw down the latter. Two of their number, it is said, were killed by falling from the slippery roof and the rest, struck by superstitious fears, abandoned the work of destruction. They injured, however, the prosperity of the place by taxing the inhabitants, by interrupting the annual remittances, and by forbidding visitors to approach the tomb. They are spoken of with abhorrence by the people, who quote a peculiarly bad trait in their characters, namely, that in return for any small religious assistance of prayer or recitation, they were in the habit of giving a few grains of gunpowder, or something equally valuable, instead of “stone-dollars.” (Chapter 17) 

Kaynak: http://ebooks.adelaide.edu.au/b/burton/richard/b97p/ 

Doç. Dr. Mehmet Ali Büyükkara da şöyle yazmış: 

“[1805’de Medine’yi ele geçirdiler ve] Başta Baki kabristanındakiler olmak üzere şehirdeki türbeler ve mazar taşları yıkıldı. Hz. Peygamber’in türbesindeki tezyinat yağmalandı, değerli eşyalar gasp edildi.” 

Kaynak: Doç. Dr. M. Ali Büyükkara, İhvan'dan Cüheyman'a Suudi Arabistan ve Vehhabilik, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2004; s. 33. 

Prof. Dr. E. Artun şu bilgileri veriyor: 

"Vehhabiler, pek çok sünni ve şii ulemayı, halktan binlerce kişiyi kılıçtan geçirdiler. Kuran ve Hadisler dışındaki kaynakları bidat kabul ettikleri için dini, tarihi ve edebi eserleri parçaladılar, İslam büyüklerinin ve ashabın mezarlarını yıktılar. ... Kerbela, Taif, Mekke, Medine ve Hicaz’ı alıp yağmaladılar. (...) II. Mahmut 1810’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yı isyanı bastırmak üzere Mısır’a vali olarak yolladı. Mehmet Ali Paşa oğulları, Ahmet Tosun Paşa, Kâmil İsmail Paşa ve İbrahim Paşalarla 1813’te isyanı bastırdı. Vehhabiler’in komutanı Suud oğlu Abdullah ve etrafındakiler yakalanarak İstanbul’a gönderildi. İsyancılar İstanbul’da idam edildi."

http://turkoloji.cu.edu.tr/HALK%20EDEBIYATI/10.php 

Kaynak: Prof. Dr. Erman Artun, 19. Yüzyıl Osmanlı Dönemi Ortadoğu’nun Sosyal Tarihine Bir Kaynak : Aşık Esrari’nin Vehhabi Destanı. (Çukurova Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.) 

Hicaz 1813'te kurtarılmış, Vehhabilerin başkenti Dir'iye de 1818'de ele geçirilerek, I. Suud Devleti'ne son verilmişti. Hanefi mezhebinde en meşhur ve muteber fıkıh kitablarından olan Redd-ül-Muhtar'da buyruluyor ki: 

"Vehhabilik Necd çöllerinde meydana çıkıp Harameyni (Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere'yi) almışlardır...Kendilerinin Müslüman olduğuna inanıp, kendilerine muhâlif olanların müşrik olduğuna inanmaktadırlar. Bundan dolayı Ehl-i sünneti ve Ehl-i sünnet âlimlerinin öldürülmesini mubah görürler. 1233 [m. 1818] senesinde Ehl-i sünnet ordusu Allah Teâlâ'nın lütfuyla onlara üstün gelip kahru perişan etmiştir." 

Kaynak: İbni Abidin, Redd-ül-Muhtar, Tercüme: Ahmed Davudoğlu. Şamil Yayınevi, İstanbul; c.9, s.96. 

Nimet-i İslam herkes tarafından bilinen, en muteber ilmihal kitaplarından biridir. Bu kitapta Vehhabilerle evlenmenin caiz olmadığı bildiriliyor. Şirk sebebiyle muharremattan olanlar bahsinde bâtıniyye ile evlenmenin haram olduğu bildirildikten sonra, 1 numaralı dipnotta deniyor ki: 

"Bâtınıyye ki, onlara Talimiyye ve İsmailiyye ve İbahiyye dahi denir. Son asırlarda onlar Vehhabiyye ismini almışlardır ve din kisvesi içre, öteden beri dinsiz oldukları halde ehl-i dine ihanet edegelmişlerdir." 

Kaynak: Mehmed Zihni Efendi, Nimet-i İslam, Salah Bilici Kitabevi, İstanbul; s.627. 

Hazırlayan: Murat Yazıcı

30 Nisan 2008 Çarşamba

Allahü Teâlâ'ya mekân isnadı

Dr. Ebubekir Sifil

Soru:

"Yukarda Allah var" tarzı sözler halk arasında çok yaygın. Bu gibi sözler insanları küfre götürür mü?

Cevap:

Allah Teala'ya mekân isnadı anlamına gelen bu türlü sözlerin itikadî bakımdan çok tehlikeli olduğunu bilmemiz gerekir. Evet belki mekân isnadı niyet ve iradesiyle söylenmiyor, belki sadece ağız alışkanlığı ve bu yönüyle mazur görülebilir bir "masumiyet" telakkisiyle karşılanabileceğini düşünenler çıkabilir. Ancak Allah Teala hakkında "tenzih akidesi"yle bağdaşmayan her türlü düşünce, tasavvur ve sözü dilimizden de kalbimizden de uzak tutmak zorundayız. Bu türlü sözlerin dilimizde yer etmesi demek, bir süre sonra tasavvurumuzu da etkilemesi demektir. Yani bu türlü sözleri söyleye söyleye bir süre sonra Allah Teala'nın "yukarıda" olduğu gibi bir telakkiye kapılmak mümkün olabilir. Allah Teala'ya bir yön ve mekân isnadı ise O'nun cisimlere mahsus özelliklerle tavsifi demektir. Oysa Allah Teala bundan yüce ve münezzehtir.

Bu soruyu vesile edinerek İmam Ebû Hanîfe'nin hayli istismar edilen bir ifadesi üzerinde durmak istiyorum. İmam, el-Fıkhu'l-Ebsat'ta şöyle diyor: "Rabbimin gökte mi yoksa yerde mi olduğunu bilmiyorum diyen kimse kâfir olur. Aynı şekilde, "Allah Teala Arş'ın üzerindedir; Arş'ın gökte mi yoksa yerde mi olduğunu bilmiyorum" diyenin durumu da böyledir."

Bu sözlere sarılarak İmam Ebû Hanîfe'nin, Allah Teala'nın –haşa– gökte olduğunu söylediğini ileri sürmek doğru değildir. Zira burada İmam, Allah Teala'nın gökte veya yerde olduğunu söylemekle O'na bir mekân isnad edilmiş olacağını vurgulamaktadır. Buradaki tekfirin anlamı budur.

Nitekim İmam Ebû C'afer et-Tahâvî'nin naklettiği "Akîde"de şöyle denmektedir: "Allah, varlığı için birtakım sınır ve son noktalar bulunmasından, erkân, aza ve edevattan yüce ve beridir. Mahlukatı ihata eden altı yön O'nu ihata edemez."

Mezhebin üç büyük imamının itikadî çizgisini yansıtan el-Akîdetu't-Tahâviyye'nin matbu şerhleri arasında İbn Ebi'l-İzz'e ait olanı, bu ifadeyi şöyle açar: Allah Teala mahlukatından ayrı[1] bir varlığa sahiptir ve bu anlamda Allah Teala için bir sınır tayin etmemek O'nun varlığını nefyetmek olur."[2] Hayli yaygın olmasına rağmen bu şerhin "aykırı" tarzı burada da kendisini göstermektedir.

Buna mukabil mesela Abdülganî el-Guneymî el-Meydânî'nin izahı şöyledir: "Allah Teala'yı altı yön ihata edemez. Zira Allah Teala o altı yönü yaratmadan önce de var idi ve O, önceden nasıl idiyse şimdi de öyledir. Diğer varlıklar ise böyle değildir…"[3]

Hasan Kâfî el-Akhisârî de şu izahı yapar: "Çünkü altı yön muhdestir ve altı yön tarafından ihata edilmiş olmak, muhdes alemin özelliklerindendir. Allah Teala ise kadimdir. O var iken ne mekân, ne zaman, ne üst, ne alt, ne de başka birşey vardı! Altı yönün sair mahlukatı ihata etmesi gibi herhangi bir şey O'nu içine alamaz, ihata edemez. Bilakis ilmi, kudreti, kahrı ve saltanatı ile O her şeyi ihata eder; gökte ve yerde O'nun ilminden zerre miktarı bir şey bile gizli kalmaz.."[4]


[1] Buradaki "ayrı" kelimesi "farklı" anlamında değil, "munfasıl, mahlukata bitişik olmayan" anlamındadır.

[2] Bkz. İbn Ebi'l-İzz, Şerhu'l-Akîdeti't-Tahâviyye, 219.

[3] el-Meydânî, Şerhu'l-Akîdeti't-Tahâviyye, 75.

[4] Hasan Kâfî el-Akhisârî el-Bosnevî, Nûru'l-Yakîn fî Usûli'd-Dîn, 157.


Bir önceki yazıdan devam:

Boşlukta bir yer tutmak, belli bir yönde bulunmak, belli bir özgül ağırlığı, sınırları, uzuvları bulunmak … gibi mahlukata/cisimlere mahsus özelliklerin Allah Teala'ya izafesinden sakınılması gerektiği konusunda sadece İmam Ebû Hanîfe değil, diğer büyük imamlar da hassas davranmışlardır. Bir önceki yazıda naklettiğim gibi, "Allah Teala mahlukatından ayrı bir varlığa sahiptir ve bu anlamda Allah Teala için bir sınır tayin etmemek O'nun varlığını nefyetmek olur" diyen İbn Ebi'l-İzz ve aynı çizgideki "Selefîler"in aksine, dört mezhep imamından nakledeceğim ifadeler, bu meselede teşbih ve tecsimden şiddetle kaçınılması gerektiğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

İmam Ebû Hanîfe'nin tavrını bir önceki yazıda kısmen yansıtmaya çalışmıştım. Allah Teala'nın Arş'a istivası meselesindeki tavrı da aynı paraleldedir: "Allah Teala, kendisi için bir ihtiyaç ve (Arş'ın üzerine) istikrar (yerleşme, mekân tutma) olmaksızın Arş'a istiva etmiştir. O, Arş'ı da diğer mahlukatı da korumaktadır. Eğer (Arş'a ve bir yerde yerleşip mekân tutmaya) muhtaç olsaydı, tıpkı mahluklar gibi alemi yoktan var etmeye ve idareye muktedir olamazdı. (Bir mekânda) oturmaya ve karar kılmaya muhtaç olsaydı, Arş'ı yaratmadan önce Allah Teala nerede idi? Yüce Allah bundan münezzehtir."[1]

İmam Mâlik de Allah Teala'nın varlığı için yukarıda zikredilen hususların söz konusu edilemeyeceğini belirtir ve "Sınır tayinine gitmeksizin ve teşbihe düşmeksizin" diyerek genel ilkeyi çizer.[2]

İmam eş-Şâfi'î, kendisine nisbet edilen el-Fıkhu'l-Ekber isimli eserde[3] şöyle der: "Eğer "Allah Teala, "Rahman Arş'a istiva etmiştir" buyurmuştur" denirse şöyle cevap verilir:

"Bu (türlü) ayetler bunlara ve benzerlerine, ilimde derinleşmek arzusunda olmayan kimseleri cevap vermede şaşkınlığa sürükleyen müteşabihattandır. Yani bu kimseler bu türlü ayetleri olduğu gibi kabul edip, araştırma yapmamalı ve bunlar üzerinde konuşmamalıdır. Çünkü kişi ilimde rüsuh (derin kavrayış) sahibi olmadığı zaman şüpheye ve vartaya düşmemekten emin olamaz. Onun, Allah Teala'nın sıfatları hakkında, zikrettiğimiz gibi inanması gerekir. Allah Teala'yı hiçbir mekân ihata edemez. O'nun üzerinden zaman geçmez. O, hudut ve son noktalara sahip olmaktan münezzehtir; mekân ve yönlerden müstağnidir. "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." (42/eş-Şûrâ, 11)[4]

İmam Ahmed b. Hanbel'in görüşü de diğerlerinden farklı değildir. el-Hallâl, onun şöyle dediğini nakletmiştir: "Allah Teala Arş'a, kendisi için bir sınır söz konusu olmaksızın, sıfatsız (keyfiyetsiz) olarak, vasfedilmeyecek bir tarzda, dilediği gibi ve dilediği şekilde istiva etmiştir."[5]

Elbette konu hakkında imamlardan yapılabilecek nakiller bunlardan ibaret değildir. İlgili çalışmalarda detaylı bilgi mevcuttur.[6]

[1] İmam Ebû Hanîfe, el-Vasıyye, 73.

[2] Ebû Bekr b. el-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, IV, 1740.

[3] Bkz. Keşfu'z-Zünûn, II, 1288. Kâtip Çelebi, belirttiğim yerde bu eserin İmam eş-Şâfi'î'ye nisbetindeki şüpheye dikkat çeker. Ancak Fuad Sezgin hoca Târîhu't-Turâs'da (I, 491) Ezher kütüphanesinde bu eserin hicrî 292 yılında istinsah edilmiş bir nüshasının bulunduğunu belirtir ve şöyle der: "Eğer bu tarih doğru ise, söz konusu kitabın eş-Şâfi'î'ye nisbetindeki şüphe ortadan kalkar."

[4] İmam eş-Şâfi'î, el-Fıkhu'l-Ekber, 17.

[5] Bunu el-Kevserî, el-Hallâl'ın es-Sünne'sinden nakletmiştir. Bkz. İbnu'l-Cevzî'nin Def'u Şübehi't-Teşbîh'i, 28 (1 nolu dpnt).

[6] Örnek olarak bkz. Ebubekir Sifil, Çağdaş Dünyada İslamî Duruş, 144 vd.

Kaynak: Milli Gazete, 7-8 Ocak 2006

"Cariye hadisi" üzerine

Dr. Ebubekir Sifil

Soru: "... O halde onu âzad etmeyeyim mi?" dedim. "Bana bir getir hele!'' dedi. Ben de câriyeyi ona getirdim. Ona: "Allah nerde?" diye sordu. Cariye: "Semâda!" diye cevap verdi. Bu sefer: "Ben kimim?" diye sordu. O da: "Sen Resûlullah'sın!'' diye cevap verdi. Bunun üzerine aleyhissalatu vesselam: "Onu âzad et, çünkü mü'mine'dir" buyurdu." Müslim, Mesâcid 33, (537); Ebu Dâvud, Salât 171, (930, 931 ); Nesâî, Sehv 20, (3, 14-1 8).

"Yukarısı bir hadisin son kısmıdır, kaynağıyla beraber görüyorsunuz. Ehl-i Sünnet itikadında Allah'a mekân isnadı caiz değildir, Allah semada demek küfürdür değil mi? Peki Resulullah efendimiz s.a.s "Allah semada" diyen kadına neden bir şey dememiş ve onu mümine diye nitelendirmiştir?

Cevap: Başta Sahabe olmak üzere "Ehl-i Sünnet-i hassa" dediğimiz Selef ulemasının tavrı, müteşabih ayet ve hadislere varit oldukları gibi iman ve anlamlarını Allah Teala'ya havale etmek şeklindedir ve aslolan budur. "Ehl-i Sünnet-i amme" dediğimiz müteahhirun ise, yakin seviyesindeki azalma ve muhtelif cereyanlar sebebiyle imanî meselelerde şüphelerin artması gibi sebepler dolayısıyla bu türlü ayet ve hadisleri muhkem nasslar doğrultusunda ve sahih Arap dilinin ölçüleri içinde tevil etmiştir.

İbn Teymiyye ile başlayan ve kendisine "Selefî" diyen cereyan, müteşabih ayet ve hadislerin anlaşılması konusunda daha farklı bir yol izler ve şöyle der: Bu türlü ayet ve hadislerin anlamı malumdur; ancak "keyfiyeti" bizce bilinmez. Kur'an'da ve hadislerde Allah Teala'nın elinden, yüzünden, inmesinden... bahsedildiğine göre bunların "hakiki anlamda" mevcudiyetine inanır, "nasıl"lığı sorusunu ise, "O'nun uluhiyet, azamet ve şanına layık bir şekilde" diye cevaplarız.

Allah Teala'ya mekân izafesi problemi de bu bağlamda önemli bir yer işgal etmektedir. Gerek yukarıda bir varyantı verilen rivayetten, gerekse "Arş'a istiva" vs. ilgili diğer ayet ve hadislerden hareketle Selefî ekol, Allah Teala'nın (Arş, sema vb.) belli bir mekânda ve dolayısıyla (uluvv/yükseklik, yukarıdalık gibi) belli bir "yönde" bulunduğunu söyler. Bu bağlamda genel muhtevalı eserler yanında İbn Teymiyye'nin "Kitâbu'l-Arş"ı, İbn Kudâme'nin "İsbâtu Sıfeti'l-Uluvv"u ve ez-Zehebî'nin "el-Uluvv li'l-Aliyyi'l-Azîm"i gibi monografiler de mevcuttur.

Allah Teala'ya mekân izafesi, tabiatı gereği müstakil bir mesele olmayıp, beraberinde başka problemleri de getiren son derece temel bir tartışmadır. Arş'ı da, semayı da, diğer mekânları da yaratan Allah Teala olduğuna ve O'nun istivasının "mekân tutmak" anlamına geldiği iddia edildiğine göre, İmam Ebû Hanîfe'nin de dile getirdiği "Allah Teala bu mekânları yaratmadan önce neredeydi?" sorusuna İbn Teymiyye'nin bulduğu cevap, "Arş'ın nev'î kıdemi"dir. Bu, şu demektir: Allah Teala ezelden beri üzerine istiva ettiği Arşlar yaratmaktadır. Yenisini yarattığında bir öncekini yok etmektedir ve bu, ezelden beri böyle devam edegelmektedir. Bu izah tarzının ne kadar problemli olduğu ise açıktır. Zira Allah Teala dışında varlığı ezelî olan bir başka varlık tasavvur edildiğinde, zorunlu olarak o varlığın mevcudiyetinin bir yaratıcının varlığına mütevakkıf bulunmadığını, varlığının zorunlu ("vâcibu'l-vücud") olduğunu söylemiş olursunuz. Bunun ne anlama geldiği ise açıktır...

Bu, meselenin sadece bir yönüdür. Bunun dışında, muzaf mekânın Allah Teala'nın zatını ihata etmesi ya da O'nun azametiyle mütenasip bir azamette olması, "havadis"in (varlığı sonradan olan varlık ve olayların) Allah Teala'ya hululü... gibi meseleler de kaçınılmaz olarak yukarıdaki bakış açısının doğurduğu problemler olarak gündeme gelmiş ve tartışılmıştır.

Benim görebildiğim şudur: Selefî ekol sanki bu meselede yaklaşımının temeline haber-i vahid türü rivayetleri koymuş, muhkem nassları onlar doğrultusunda anlamayı tercih etmiştir. Oysa önemli bir kısmı rivayet tekniği açısından problemli olan bu rivayetlerin titiz bir ayıklamaya tabi tutulması ve sahih olanların muhkem nasslar doğrultusunda anlaşılması gerektiği açıktır.

Hanefî Usulü'nde mukarrer olan "Kur'an'a haber-i vahid ile ziyadenin mümkün olmadığı" ilkesinin önemi de bu noktada ortaya çıkmaktadır. Meselenin temeline tenzih ayetlerinin yerleştirilmesi ve diğer ayet ve hadislerin bu doğrultuda anlaşılması en sağlam yoldur.

"O'nun benzeri hiçbir şey yoktur" ayeti (42/eş-Şûrâ, 11), Allah Teala ile mahlukat arasındaki ontolojik farklılığı dile getiren muhkem bir nass olarak meselenin temelini teşkil etmektedir.

Bunun yanı sıra, "De ki: "Göklerde ve yerde olanlar kimindir?" De ki: "Allah'ındır" (6/el-En'âm, 12) ve "Göklerde ve yerde bulunan herkes Rahman'a kul olarak gelecektir" (19/Meryem, 93) ayetleri, mekânın ve barındırdığı her şeyin; "Gecede ve gündüzde barınan her şey O'nundur" (6/el-En'âm, 13) ayeti de zamanın barındırdığı her şeyin Allah Teala'nın mülkü olduğunu açık biçimde ifade etmektedir.

"O'dur ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş'a istiva etti. Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, ona çıkanı bilir. Nerede olsanız O sizinle beraberdir..." (57/el-Hadîd, 4) ayeti de konumuz bakımından son derece ilgi çekicidir. Zira burada Allah Teala'nın Arş'ı istivası ile "maiyyet" (kullarla birliktelik) bir arada zikredilmiştir. Neden buradaki "maiyyet"i, "ilmi ile kulların yanında olmak, onların her yaptığını görmek, işitmek, bilmek..." diye tevil etmek doğru ve gereklidir de, "istiva"yı "hükümranlığı altına almak" vb. bir şekilde tevil etmek yanlıştır?

Soruda metninin bir kısmı verilen ve literatüre "Eynellah hadisi" veya "cariye hadisi" olarak geçen rivayete dayanarak bir kısım Selefîler işi şu noktaya kadar vardırmıştır: Bir kimsenin mü'min olup olmadığını öğrenmenin yolu, ona "Allah nerededir?" diye sormaktır. Çünkü Efendimiz (s.a.v), rivayette geçen cariyenin mü'min olup olmadığını tahkik etmek için ona böyle sormuştur. Bu sorunun muhatabı olan kişi eğer "Allah göktedir" derse, mü'min olduğuna hükmedilir. Çünkü cariye Allah Teala'nın gökte olduğunu söylemiş, Efendimiz (s.a.v) de bu cevap üzerine –kendisinin kim olduğu sorusuna da doğru cevabı aldıktan sonra– onun mü'min olduğunu söylemiştir.

Bu "tak'îd"in (kaideleştirme) ne kadar sağlıklı olduğunu görmek için bahse konu hadisin durumunu yakından incelemek gerekir. Bunun için hoşgörünüze sığınarak bazı teknik ayrıntılara girmek durumundayım.

Söz konusu hadisin muhtelif Hadis kaynaklarında nakledilen varyantları bir araya getirildiğinde şöyle bir arka planla karşılaşıyoruz: Sahabe'den birisinin, koyunlarını güden bir cariyesi vardır. Koyunlardan birisini kurda kaptırınca kızıp kendisine bir tokat atan sahabî, bilahare Efendimiz (s.a.v)'e gelerek durumu anlatır ve daha önceden bir mü'min cariye azad etme adağı bulunduğunu söyleyerek söz konusu cariyeyi azad etmesi halinde nezrini yerine getirmiş olup olmayacağını sorar. Efendimiz (s.a.v) de cariyeyi kendisine getirmesini söyler. Cariye geldiğinde Efendimiz (s.a.v), mü'min olup olmadığını öğrenmek için kendisine bazı sorular sorar. –Meselenin püf noktası burasıdır.–

Rivayetin bazı varyantlarında Efendimiz (s.a.v)'in cariyeye, "Allah nerededir?" diye sorduğu nakledilmektedir. Cariye bu soruya "Allah göktedir" diye cevap verir. Ardından gelen "Ben kimim?" sorusuna, "Sen Allah'ın Resulüsün" cevabını alınca, efendisine dönerek, "Onu azat edebilirsin; zira mü'mindir" buyurur. (Müslim, "Mesâcid", 33; Ebû Dâvûd, "Salât", 166; en-Nesâî, "Sehv", 20; "el-Muvatta", "Itk", 6; Ahmed b. Hanbel, V, 447-9; İbn Ebî Şeybe, "el-Musannef", VII, 215.)

Bu rivayeti mahrecinden, yani olayın kahramanı sahabî Mu'âviye b. el-Hakem es-Sülemî (r.a)'den nakleden kişi Atâ b. Yesâr'dır. Ancak aynı ravinin, aynı olayı "Allah nerededir?" sorusunun yer almadığı değişik bir lafızla naklettiğini görüyoruz. Buna göre Efendimiz (s.a.v), "Semada kim var?" diye sorarcasına elini yukarıya kaldırarak işaret buyurmuştur. (ez-Zehebî, "el-Uluvv li'l-Aliyyi'l-Azîm", I, 254.)

Yine Atâ b. Yesâr'dan aynı rivayet şu lafızla da rivayet edilmiştir: "Cariyeye "Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik eder misin?" diye sordu. Cariye "Evet" dedi. "Muhammed'in Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna şahitlik eder misin?" diye sordu. Cariye "Evet" dedi..." (Abdürrezzâk, "el-Musannef", IX, 175;)

Aynı lafız, Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe b. Mes'ûd isimli tabiî tarafından, "Ensar'dan bir adamdan" nakledilmiştir. (Ebû Dâvûd, "Eymân", 16; "el-Muvatta", "Itk", 6; Abdürrezzâk, a.g.e., a.y.; Ahmed b. Hanbel, III, 452.)

Her ne kadar bu haliyle zahiren mürsel ise de, bu varyant, mezkûr Ubeydullah'ın Ebû Hureyre (r.a)'den rivayeti olarak muttasıl bir senetle de nakledilmiştir. (Bkz. İbn Abdilberr, "et-Temhîd", IX, 114-5.)

Bu muttasıl senet Ahmed b. Hanbel (II, 291) ve Ebû Dâvûd ("Eymân", 16) tarafından zikredilmiş, ancak metinde Efendimiz (s.a.v)'in cariyeye "Allah nerededir?" diye sorması üzerine cariyenin eliyle yukarıyı işaret ettiği zikredilmiştir. (Ayrıca bkz. Abdürrezzâk, IX, 176; İbn Huzeyme, "Kitâbu't-Tevhîd", 123; el-Beyhakî, "es-Sünenu'l-Kübrâ", VII, 388; ez-Zehebî, a.g.e., I, 260)

Bir diğer varyantta Efendimiz (s.a.v) cariyeye, "Rabbin kim?" diye sormuş, cariye eliyle yukarıyı işaret etmiştir. (İbn Huzeyme, a.g.e., a.y.)

Bir başka varyantta cariye Efendimiz (s.a.v)'in sorularına sadece işaretle cevap vermiştir. Buna göre Efendimiz (s.a.v) "Allah nerededir?" diye sormuş, cariye eliyle yukarıyı işaret etmiş, "Ben kimim?" sorusuna cevaben de cariye, "Sen Allah'ın Resulüsün" anlamında eliyle önce Efendimiz (s.a.v)'i, sonra da yukarıyı işaret etmiştir. (Ebû Dâvûd, "Eymân", 16; Ahmed b. Hanbel, II, 291)

Bütün bu varyantlar bir noktayı açık biçimde göstermektedir: "Eynellah hadisi" veya "cariye hadisi" diye bilinen bu rivayet kesinlikle mana ile aktarılmıştır. Bir diğer deyişle, Efendimiz (s.a.v) ile cariye arasında geçen konuşmanın, raviler tarafından kendi anladıkları lafızlarla aktarılması sonucunda, teknik tabiriyle "ızdırab" dediğimiz durum ortaya çıkmıştır ki, ehlince malum olduğu üzere, senedi sahih de olsa herhangi bir rivayetin metninde bulunan bu tür bir "uyuşmazlık", hadisi sıhhat derecesinden zaaf derecesine düşürür.

Bir an için bu gerçekten sarf-ı nazar edelim ve yukarıda verdiğim arka planını da dikkate alarak söz konusu hadise yakından bakalım: Bu hadiste Efendimiz (s.a.v)'in cariyeye sorduğu sorunun, onun mü'min mi yoksa putperest mi olduğunu ortaya çıkarmaya yönelik olduğu açıktır. Cariyenin, soruya verdiği cevaptan putperest olmadığı ve bir "Allah inancına" sahip olduğu anlaşılmaktadır. "Allah nerede", "Rabbin kim" "Semada kim var"... gibi sorulara kadının verdiği cevap, ya da eliyle yaptığı işaret, herhangi bir puta değil, "Yüce bir Yaratıcı'ya" inandığını ima eder tarzdadır ki, bilgi ve kültür seviyesi düşük bir insanın putperest olmadığını anlamak için bu türlü cevaplarla yetinmek yanlış değildir.

Bir önceki yazıda, Mu'âviye b. el-Hakem (r.a)'den Atâ b. Yesâr kanalıyla nakledilen rivayetin "muzdarib" olduğunu, mana ile rivayet edildiğini, dolayısıyla ihticaca (delil olarak kullanılmaya) elverişli olmadığını ortaya koymaya çalışmıştım. Zikrettiğim hususlardan, mü'min olup olmadığını tesbit için kendisine getirilen cariyeye Efendimiz (s.a.v)'in ne sorduğunu, tek başına o rivayeti veya onun varyantlarından sadece birisini esas alarak ortaya çıkarmak mümkün görünmemektedir. Öyleyse yapılması gereken şey, böyle durumlarda Efendimiz (s.a.v)'in, kendisine getirilen kişiye mü'min olup olmadığını tesbit için ne sorduğunu, benzer vakaları araştırarak tesbit etmektir.

Sahabe'den eş-Şerîd b. Süveyd (r.a)'den nakledilen rivayet bu konuda bize yol gösterici mahiyettedir. Ahmed b. Hanbel (IV, 222, 388-9) ve İbn Hibbân'ın (I, 419) rivayet ettiğine göre eş-Şerîd b., Süveyd (r.a), Efendimiz (s.a.v)'e gelerek, annesinin mü'min bir cariyeyi özgürlüğüne kavuşturmasını vasiyet ettiğini, kendisinin de siyahi bir cariyesi bulunduğunu söyler ve onu azat etmekle bu vasiyeti yerine getirmiş olup olmayacağını sorar. Efendimiz (s.a.v) cariyeyi kendisine getirmesini söyler. Cariye gelince Efendimiz (s.a.v), "Rabbin kim?" diye sorar. Cariye "Allah" der. Ardından "Ben kimim?" diye sorar. Cariye "Allah'ın Resulü'sün" diye cevap verir. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v), cariyeyi getiren sahabîye dönerek, "Onu azat edebilirsin, zira o mü'mindir" buyurur.

Bu rivayette zikredilen soruyu ed-Dârimî ("Nuzûr", 10), hemen aşağıda İbn Ebî Şeybe'den naklen zikredeceğim lafızla sevk etmiştir. Dolayısıyla eş-Şerîd (r.a) rivayetinin de mana ile rivayet edildiğini söylemek mümkündür.

Benzeri bir olay İbn Ebî Şeybe tarafından (VII, 215) rivayet edilmiştir. buna göre bir adam Efendimiz (s.a.v)'e gelerek annesinin mü'min bir köleyi azat borcu (adağı) olduğunu ve kendisinin de bir cariyesi bulunduğunu söyler. Efendimiz (s.a.v) cariyenin kendisine getirilmesini ister. Cariye gelince "Allah'tan başka ilah bulunmadığına ve benim de Allah'ın Resulü olduğuma şahitlik eder misin?" diye sorar. Cariye "Evet" deyince, sahabîye "Onu azat et" buyurur.

Yine benzeri bir olay el-Hâkim tarafından (III, 258) nakledilmiştir. Bu sefer Efendimiz (s.a.v)'e gelen bir kadındır ve yanında siyahî bir cariye vardır. Efendimiz (s.a.v), mü'min olup olmadığını öğrenmek için cariyeye şu soruları sorar: "Rabbin kim? Dinin ne? Ben kimim? Namaz kılıyor musun? Benim Allah katından getirdiklerimin hak olduğunu ikrar ediyor musun?" Cariyenin bütün bu sorulara olumlu cevap vermesi üzerine "Onu azat et" buyurur.

Ramazan hilalini gördüğünü söyleyen bir adamın mü'min olup olmadığını tesbit için Efendimiz (s.a.v) kendisine şöyle sormuştur: "Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in de O'nun kulu ve Resulü olduğuna şahitlik eder misin?" Adam "Evet" deyince oruca başlanmasını emir buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, "Sıyâm", 14; en-Nesâî, "Sıyâm", 8; et-Tirmizî, "Savm", 7; İbn Mâce, "Sıyâm", 6; Abdürrezzâk, VI, 35; İbnu'l-Cârûd, "el-Müntekâ", 157; el-Hâkim, I, 297, 424...)

Efendimiz (s.a.v), Yahudi bir anne-babanın çocuğu ölüm hastalığındayken yanına gitmiş ve kendisine "Allah'tan başka ilah bulunmadığına şahitlik eder misin?" diye sormuş, çocuk "Evet" deyince, "Muhammed'in de Allah'ın Resulü olduğuna şahitlik eder misin?" buyurmuş, çocuk yine "Evet" diye cevap vermişti. Bir süre sonra çocuk vefat ettiğinde Efendimiz (s.a.v) ve Sahabe onu yıkayıp defnettiler. (et-Taberânî, "el-Mu'cemu'l-Kebîr", VIII, 67. el-Heysemî, "Mecma'u'z-Zevâid"de (II, 323) isnadının hasen olduğunu söylemiştir.)

Keza başta el-Buhârî ve Müslim olmak üzere pek çok kaynakta zikredilen İbn Sayyâd kıssasında Efendimiz (s.a.v)'in, İbn Sayyâd'a, "Benim Allah'ın Resulü olduğuma şahitlik eder misin?" diye sorduğu nakledilmiştir.

Bu örnekler, Efendimiz (s.a.v)'in, karşısındaki kişinin mü'min olup olmadığını tesbit için kendisine "Allah nerededir?" diye sormak yerine, Allah Teala'nın birliğine ve kendisinin de O'nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik edip etmediğini sorduğunu göstermektedir. "Eynellah hadisi" veya "cariye hadisi" diye bilinen söz konusu rivayet dışında Efendimiz (s.a.v)'in, muhatabının mü'min olup olmadığını ortaya çıkarmak için kendisine "Allah nerededir?" diye sorduğunun nakledildiği bir başka rivayet bilmiyoruz.

Esasen "Allah inancı" gibi bütün hassasiyetlerin başını teşkil eden bir meselede muhtelif raviler ve kaynaklar tarafından birbirinden oldukça farklı lafızlarla aktarılan "muzdarib" bir rivayettense, muhtelif bağlamlarda varit olmuş yukarıdaki rivayetleri ve benzerlerini esas almak akla da, dinî hassasiyete de, Hadis tekniğine de en uygun olan yoldur.

Kaynak: Milli Gazete, 7, 10, 12 Ağustos 2004

27 Nisan 2008 Pazar

Vehhabilik Sinsice Yayılıyor

Tunuslu Profesörün önemli kitabı:
Vehhabilik İslâm Dünyasını fethediyor

Mehmet Şevket Eygi
27.04.2008


TUNUS Üniversitesi’nde siyası ilimler profesörü, düşünür Hamadî Redissi “Necid Sözleşmesi yahut bir İslâm fırkası nasıl İslâm’ın yerine geçti?” isminde Fransızca bir kitap yayınlamış. (Le Seuil Yayınevi, 329 sayfa) Bu kitabın tanıtımını oumma.com’da okudum. Okuyucularıma oradan naklederek bazı özet bilgiler vermek istiyorum.

“Vehhabilik uzun müddet bir fırka, hattâ asıl İslâm’dan sapmış bir dalalet olarak görülmüş (Vehhabiler 19’uncu asırda İslâm’ın kutsal şehri Mekke’yi tahrip etmişlerdi). İşte bu fırka yavaş yavaş petro-dolarlar sayesinde, İslâm’ın aslına uygun doğru yorumu ve uygulanması olarak kendini kabul ettirmiştir.

“Hamadî Redissi fikirlerini, lafları gevelemeden açıklayan bir kimse. 19’uncu asırda Mekke’yi zaptederler, kutsal bölgedeki Hazret-i Hatice’nin türbesini, Mualla Kabristanı’ndaki diğer İslâm büyüklerinin türbe ve mezarlarını tahrip ederler, Medine’de de Asr-ı Saadet’ten kalan türbeleri ve mezarları yıkıp düzlerler. Peygamberin, Yeşil Kubbe altındaki kabrindeki kıymetli eşyayı yağmalarlar, Peygamberin türbesini ve kabrini yıkamazlar.

“Suudî Arabistan’ın kurucusu Suud, hacıların asırlardan beri türbeye getirmiş oldukları kıymetli taşları, bilezikleri, gerdanlıkları ve diğer değerli eşyayı yağmalar, bu eşyaları 60 deve ile taşıtır. Hamadî Redissi, Necid Sözleşmesi kitabında ‘Nasıl olur da böyle savaşçı ve yağmacı bir fırka, kutsal mekânları ve makamları tahrip etmiş olmasına rağmen, zulm ve gadretmiş olduğu Ehl-i Sünnet Müslümanları tarafından temize çıkarılmıştır.’ diye sorar.”

Yazarın, Vehhabîlere ve Vehhabîliğe sıcak bakmadığı çok kolay anlaşılıyor. Bu kitap ucuz ve kolay şekilde yazılmış bir reddiye değildir. Hamadî Redissi senelerce kitap mütalaa etmiş, kaynakları karıştırmış, bilgi ve belge toplamıştır. Suudî Arabistan’a gitmiş, İngiliz, Alman, Amerikan belgelerine ulaşmıştır. Onun kitabına ad olarak koyduğu Necid Sözleşmesi, bu fırkanın dinî-teolojik kurucusu Muhammed ibn Abdülvehhab’ın (1703-1792), Necidli bir kabile reisi olan İbni Suud ile 1744-1745 yıllarında imzaladığı bir belgedir.

“İbni Abdülvehhab’ın amacı neydi? O Müslümanların İslâm’ı bozduklarını iddia ediyor, bozulmuş İslâm’ın yerine kendisinin gerçek İslâm’ı bildirdiği tezini ileri sürüyordu. Onun İslâm’ı radikal, mutaassıp, çok sert, püriten, sekter ve donmuş bir dindi. 1932’den itibaren Arap Yarımadasına bu mezhep hâkim olmuştur. İkinci Dünya Savaşından sonra petrol zenginliğinin verdiği imkânlarla geleneksel İslâmî anlayış ve meşreplerin aleyhine İslâm dünyasının fethine girişmişlerdir.

“Uzun bir müddet, Ehl-i Sünnet İslâmlığı, Vehhabiliği bir sapıklık olarak görmüş ve onunla çok sert şekilde mücadele etmiştir. Ancak ‘Bu bozuk fırka’ artık temize çıkarılmış ve İslâm dünyasının her yerinde benimsenmeye başlanmıştır.

“Suudî Arabistan, Arap dünyasındaki televizyonların ve internet sitelerinin, yazılı medyanın yüzde 30’una sahip bulunmakta veya kontrol etmektedir. Birçok İslâmî propaganda ve misyonerlik kuruluşları da ona bağlıdır.

“14 Şubat 1945’te ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt ile Kral Abdülaziz bin Suud arasında bir anlaşma yapılmıştı. Buna göre, Suudiler Amerika’nın askerî koruması karşılığında petrollerini vereceklerdi. Kral, Filistin’e Yahudilerin yerleştirilmesine kesinlikle karşıydı. ‘Araplar Avrupa Yahudilerine hiçbir kötülük yapmadılar. Yahudilere kötülük yapanlar, onların mallarını ve canlarını alanlar Hıristiyan Almanlardı. Dolayısıyla faturayı onların ödemesi gerekir!’ demişti. Roosevelt, Krala inanmış görünmüş ve üç söz vermişti: Filistin meselesinin hallini hükümetinin önemli işlerinden biri olarak kabul etmek, Arapların aleyhine hiçbir şey yapmamak. Hem Araplarla hem Yahudilerle görüşmeden bu politikada hiçbir değişikliğe gitmemek... Lakin ABD Başkanı bu görüşmeden iki ay sonra vefat etti. Verilen sözler de tutulmadı. Suudiler açısından İbni Suud’un Roosevelt’e verdiği söze uygun olarak Suudî Arabistan İsraille hiç savaşmadı.”

Vehhabîliğin iki ayrı veçhesi vardır: Dînî ve siyasi. Dini açıdan bu mezhebe ilk reddiyeyi Muhammed İbni Abdülvehhab’ın kardeşi Süleyman İbni Abdülvehhab yazmıştır.

Suudî Arabistan’da şu anda hiçbir eski veya yeni mezar yoktur. Peygamber Efendimizin türbesi dışındaki bütün türbeler temellerine kadar yıkılmıştır. Yazılı bir kabir taşı da kalmamıştır. Hicaz Valisi Eyüp Sabri Paşa “Tarihî Vehhabiyan” adlı kitabında, Vehhabîlerin Resulullah Efendimizin türbesini yıkmak üzere kubbeye elinde kazmayla bir adam çıkardıklarını ve herifin düşüp öldüğünü anlatır. Onların Peygamberimizin türbesini yıkmaktan vazgeçmelerinde, İslâm dünyasının büyük infiali ve protestosu da tesirli olmuştur.

İngiltere Birinci Dünya Savaşı’nda Hicaz Bölgesinde Osmanlılara karşı Şerif Hüseyin’i kışkırtmış, desteklemiş, casus Lawrence’yi o bölgeye büyük miktarda altınla göndermiştir. Necid Bölgesinde de yine Osmanlıya karşı Vehhabîleri ve İbni Suud kabilesine de Sir John Philby’i göndermiştir. Tabii eli boş olarak değil...

Türkiye’de Vehhabîlik yayılıyor mu? Bence yayılıyor, lakin bu isimle değil. Onlar kendilerine Vehhabî denilmesini istemezler, biz Selefiyiz derler.

Ehli Sünnet İslâmlığı ile Vehhabilik arasındaki teolojik ihtilaflar ve tartışmalar daha ziyade akaid/inanç konularındadır. Ehl-i Sünnet uleması bu fırkaya karşı hayli reddiye yazmıştır.

İşin bir de siyasi tarafı var. Onu da tarihçiler ele almıştır. Bizim toplumumuz okumayan, araştırmayan, incelemeyen, hafızasını büyük ölçüde yitirmiş bir toplum olduğu için bu konularda yeterli bilgi ve kültür sahibi değildir.

14 Nisan 2008 Pazartesi

İbni Teymiyye'nin Fena-i Nar Görüşü



















İBN TEYMİYYE VE İBNU'L-KAYYIM'IN CEHENNEM'İN EBEDİLİĞİ MESELESİNDEKİ GÖRÜŞÜNÜN TESBİTİ

Ebubekir SİFİL

Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi merhumun, Cehennem azabının kâfir ve müşrikler için ebedi değil geçici olduğunu savunan Kazan'lı Musa Carullah Bigiyef'e[1] reddiyesinden[2] sonra bu batıl davanın Kur'an ile temellendirilmesinin mümkün olmadığı, en küçük bir şüpheye mahal bırakmayacak tarzda tescillenmişti.[3]

Ancak mezkûr reddiye, bütün ihtişam ve nefasetine rağmen, Cehennem azabının kâfir ve müşrikler için ebedi olmadığını savunanların ileri sürdüğü merviyyat üzerinde –son derece isabetli tesbitler sunmakla birlikte– alabildiğine kısa durduğu için, meselenin bu yönü bakımından takviyeye muhtaçtır.

Hemen aşağıda değinileceği üzere konunun bu yönünü de Muhammed b. İsmail es-San'ânî, Ref'u'l-Estâr isimli eseriyle büyük ölçüde ikmal etmiştir..

Bu yazının amacı ise, İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'ın, kâfir ve müşrikler için Cehennem azabının ebedi olmadığı görüşünü benimseyip benimsemediği tartışmasını bir sonuca bağlamaktır.[4]

İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'ın konuyla ilgili görüşü

"İbnu'l-Vezîr" diye bilinen, el-Avâsım sahibi Muhammed b. İbrahim el-Yemânî[5], Sübülü's-Selâm sahibi Muhammed b. İsmail es-San'ânî[6] ve Zâhid el-Kevserî, kâfir ve müşrikler için Cehennem hayatının sonsuz olmadığı görüşünü İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'a nisbet etmiştir.[7]

DİA'daki "Cehennem" maddesinin "Kelam" ilmiyle ilgili kısmının[8] müellifi Bekir Topaloğlu, "İbn Teymiyye ve onun yolunu benimseyenlerden oluşan bir grup âlim..." diyerek aynı şekilde davranmıştır.[9]

Aynı kaynaktaki "Azap" maddesinin yazarı Yusuf Şevki Yavuz'un da bu görüşü İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'a nisbet ettiği görülmektedir.[10]

Bu listeyi birkaç katı artırmak mümkün olmakla birlikte, öteden beri yaygın olarak benimsenen kanaatin, İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'ın Cehennem hayatının son bulacağı görüşünü benimsediği doğrultusunda olduğunu söylemek için bu kadarını yeterli görüyorum.[11]

Ancak günümüzde konuyla ilgilenen bir kısım araştırmacıların, İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'ın bu görüşte olmadığında ısrar ettiği, tam aksini söylediklerine dair kendi ifadelerinden deliller aktararak isbatlama yoluna gittiği görülmektedir. Meseleyi "problem" haline getiren de bu noktadır.

"Beka-i nar" görüşü

1. İbn Teymiyye


İbn Teymiyye, Mecmû'u'l-Fetâvâ'da, "Yedi şey vardır ki bunlar ölmeyecek, fena bulmayacak ve yokluğu tatmayacaktır: Cehennem ve sakinleri, Levh, Kalem, Kürsi, Arş"[12] şeklindeki rivayetin sahih olup olmadığı tarzındaki bir soruya verdiği cevapta şöyle der:

"Bu haber bu lafızla Hz. Peygamber (s.a.v)'in sözü değildir; o, alimlerden birine ait bir sözdür. Bu Ümmet'in selefi, imamları ve sair Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat şu itikattadır: Mahlukat arasında yok olmayacak ve tamamen fena bulmayacak varlıklar vardır.[13] Cennet, Cehennem, Arş vd. varlıklar böyledir. Mahlukatın tamamının fena bulacağını, Cehm b. Safvân ve Mu'tezile'den ve benzerlerinden kendisine muvafakat edenler gibi bid'atçı Kelamcılar'dan bir grup dışında söyleyen olmamıştır. Bu, Allah'ın Kitabı'na, Resulü'nün Sünneti'ne ve Ümmet'in selefinin ve imamlarının icmaına aykırı batıl bir sözdür. Nitekim bu hususta Cennet ve ehlinin ve daha başka varlıkların bekasına delalet (eden deliller) vardır ki, bu sayfa, bu noktanın zikri için yeterli değildir. Kelamcılar'dan ve Felsefeciler'den çeşitli kesimler, bütün mahlukatın fena bulmasının mümteni (muhal) olduğuna, aklî delillerle istidlal etmiştir. Vallâhu a'lem."[14]

Bu ifadeler esas alındığında İbn Teymiyye'nin, Cehennem'in son bulacağı görüşünde olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir.

Yine bir başka eserinde İmam el-Eş'arî'nin Makâlâtu'l-İslâmiyyîn'inden, herhangi bir itiraz getirmeksizin şöyle bir nakil yapar:

"… Yine şu meselede de iki görüş halinde ihtilaf etmişlerdir: Allah Teala'nın fiilleri için bir son var mıdır, yoksa O'nun fiillerinin sonu yok mudur? el-Cehm b. Safvân şöyle demiştir: "Allah'ın malumat ve makduratının bir son noktası ve sınırı, fiillerinin de bir sonu vardır. Cennet ve Cehennem fena bulacak, içindekiler de yok olacaktır. Tâ ki Allah, tıpkı el-Evvel olup, (ezelde) kendisiyle birlikte herhangi bir şey bulunmadığı gibi, (bütün mahlukat yok olduktan sonra da) el-Âhir (en son kalan) olacak ve O'nunla birlikte herhangi bir şey bulunmayacaktır." Buna karşılık Ehl-i İslam bir bütün olarak şöyle demiştir: "Cennet ve Cehennem'in sonu yoktur. Bu ikisi baki kalmaya devam edecektir. Aynı şekilde cennetlikler Cennet'te nimetlenmeye, cehennemlikler de Cehennem'de azap görmeye sürekli olarak devam edecektir. Bunun bir sonu yoktur. Allah'ın malumat ve makduratı için de bir son nokta ve sınır mevcut değildir."[15]

İbn Hazm, üzerinde icma bulunan meseleleri zikretmek maksadıyla kaleme aldığı Merâtibu'l-İcmâ'da "beka-i nar" meselesini de zikretmiş ve şöyle demiştir: "… Cehennem'in hak olduğunda, buranın ebedî bir azap yurdu olduğunda, kendisinin de içindekilerin de sonsuz ve ebedî olarak devam edip, fena bulmayacağında ittifak etmişlerdir…"[16]

Bu esere Nakdu Merâtibi'l-İcmâ' adıyla bir tenkit yazmış olan İbn Teymiyye'nin, yukarıdaki satırlar hakkında tek kelime etmemiş olması da bu konuda farklı düşünmediğini gösteren önemli bir noktadır.

2. İbnu'l-Kayyım

İbnu'l-Kayyım da el-Vâbilu's-Sayyib'inde şöyle demiştir: "İnsanlar, "herhangi bir pisliğin çirkinleştirmediği/bulaşmadığı temiz", "kendisinde hiçbir temizlik olmayan pis" ve "kendilerinde hem pislik, hem de temizlik bulunanlar" şeklinde üç tabaka olduğuna göre, bunların kalacakları yerler de üç çeşit olacaktır: Mahza temizlerin yurdu ve mahza pislerin yurdu. Bu iki yurt fena bulmayacaktır. Üçüncüsü ise kendisinde hem pislik, hem de temizlik bulunanların yurdudur ki, fena bulacaktır. Bu, (mü'min olan) isyankârların yurdudur. Zira Cehennem'de muvahhitlerin isyankârlarından kimse kalmayacak ve onlar cezaları miktarınca azaplandırıldıktan sonra ateşten çıkarılıp Cennet'e sokulacaklardır. Geriye mahza temizlerin ve mahza pislerin yurtlarından başkası kalmayacaktır..."[17]

Bütün bunlar İbn Teymiyye ve gözde öğrencisi İbnu'l-Kayyım'ın "fena-i nar" görüşünü kesinlikle benimsemediğini göstermektedir. Öyleyse onların bu görüşte olduğu kanaatinin yaygınlık kazanmasını nasıl izah edebiliriz?

"Fena-i nar" görüşü

Nâsıruddîn el-Albânî, Hanbelî mezhebine mensup Hadis hafızlarından "İbnu'l-Mibred"[18] veya İbn Abdilhâdî diye bilinen Cemâluddîn b. Hasan'ın (909/1503) Fihrist'inde İbn Teymiyye'nin, Cennet ve Cehennem'in fena bulacağı görüşüne reddiye mahiyetinde bir eseri bulunduğunun zikredildiğini söyler.[19] Aynı bilgiye es-Safedî'nin el-Vâfî bi'l-Vefeyât'ında da rastlıyoruz[20] ki bu eser, er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr ve Beyânu'l-Akvâl fî Zâlik ismiyle neşredilen risale olmalıdır.[21]

Takiyyüddîn es-Sübkî'nin (756/1355) el-İ'tibâr bi Bekâi'l-Cenneti ve'n-Nâr adlı risalesini[22] neşreden Tâhâ ed-Düsûkî Hubeyşî, bu eserin sonunda "Mülhak" ünvanıyla yer verdiği bölümde[23], İbn Teymiyye'nin bir risalesinden bazı pasajlar aktaran bir yazma risaleden söz eder. M. Nâsıruddîn el-Albânî tarafından tahkik edildiğini belirttiği bu üç sayfalık risale –yine el-Albânî'den naklen belirttiği gibi– İbn Teymiyye'nin, "Cennet ve Cehennem'in son bulacağı görüşüne" reddiye olarak kaleme alınmıştır.

Nitekim risalenin tanıtım cümlesi, "Şeyhülislam Ahmed b. Teymiyye –Allah ona rahmet eylesin–, Cennet ve Cehennem'in son bulacağı görüşüne reddiye olarak kaleme aldığı risalede şöyle dedi:…" tarzındadır.

Bu teşhis cümlesi, söz konusu risalenin, yukarıda mezkûr er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr veya onun bir parçası olup olmadığı hakkında fikir vermek için yeterli değilse de, risalenin "mülhak" kısmında verilen metni, onun, er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr'dan aktarılan bazı bölümlerden ibaret olduğunu göstermektedir.

İstihale süreci

Esas meseleye geçmeden önce, burada okuyucuyu yanılgıya sevk edebilecek bir noktaya dikkat çekmek gerekiyor: İbn Teymiyye, Cennet ve Cehennem'in ikisinin de yok olacağını söylememektedir. Dolayısıyla onun, bu görüşü savunan el-Cehm b. Safvân ve daha başkalarının karşısında yer alması ve bu müddeaya reddiye mahiyetinde görüş beyan edip eser yazmış olması son derece normaldir. Bu itibarla onun bu konuda yazıp söylediklerinin "er-Redd ale'l-Kâilîne bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nar" (Cennet ve Cehennem'in (her ikisinin de) son bulacağını söyleyenlere reddiye) başlığı altında toplanmasında ve takdiminde şaşılacak bir durum yoktur.

Bizim meselemiz ise İbn Teymiyye'nin, sadece Cehennem'in son bulacağını söyleyip söylemediğidir. Bir diğer ifadeyle onun, Cennet ve Cehennem'in son bulacağını söyleyen el-Cehm b. Safvân ve benzerlerine reddiye yazarken, sadece Cehennem'in son bulacağı görüşünü savunabileceğine, zira bu ikisinin birbirinden ayrı değerlendirilmesi gerektiğine dikkat edilmelidir.

el-Cehm b. Safvân, Cennet ve Cehennem'in yok olacağı görüşünü, "hâdis olanın ebedî olamayacağı" kazıyyesiyle temellendirmekte,[24] İbn Teymiyye ise daha farklı bir zeminde hareket etmektedir.

Muhtevasından biraz sonra bahsedeceğim er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr'a geçmeden önce, bu risalenin İbn Teymiyye'ye aidiyeti üzerinde de durmamız gerekiyor.

İbnu'l-Kayyım bu meseleyi, etraflıca ele aldığı başlıca eserlerinden birisi olan Şifâu'l-Alîl'de[25] enine boyuna tartışıp, karşıt deliller arasından kâfir ve müşriklerin Cehennem'de uzun bir azap süreciyle "temizlendikten" sonra azabın sona ereceği görüşünü, "Mahza şer için ve Yaratıcı'sının bekasınca devam edecek olan azap için bazı nefisler yaratmak, hikmet ve rahmete uygunluğu açık olmayan bir husustur. Her ne kadar ilahî kudretin şümulüne girse de, bu meselenin hikmet ve rahmetin şümulüne girdiği açık değildir. Akıllıların aklının tökezlediği bu meselede nazarın vardığı netice budur" sözleriyle ortaya koyduktan sonra şöyle der:

"Ben bu meseleyi Şeyhülislam'a[26] (Allah onun ruhunu takdis eylesin) sorduğumda, "Bu, azim ve büyük bir meseledir" demiş ve herhangi bir cevap vermemişti. Aradan bir zaman geçtikten sonra Abd b. Humeyd el-Keşşî'nin tefsirinde yukarıda zikrettiğim rivayetlerden bazılarını gördüm. Bu eseri kendisine gönderdim. O sırada kendisi son meclisinde idi ("ve huve fî meclisihi'l-ahîr"). Rivayetlerin zikredildiği yere bir işaret koydum ve kitabı kendisiyle gönderdiğim kişiye, "Burası ona müşkil gelmiş; ne olduğunu bilememiş" demesini söyledim. Bunun üzerine bu konudaki meşhur eserini yazdı. Allah'ın rahmeti onun üzerine olsun..."

İbnu'l-Kayyım'ın burada sözünü ettiği "meşhur eser" hangisidir? er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr mıdır, yoksa aksi istikamette kaleme alınmış bir başka kitap mıdır?

Şu an için elimizde bulunan malzeme bizi, bu "meşhur" eserin, yukarıda zikri geçen er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr olduğunu söylemeye icbar ediyor. Zira İbn Teymiyye'nin, münhasıran Cehennem hayatının son bulacağı görüşüne reddiye mahiyetinde bir eser kaleme aldığına dair herhangi bir malumata rastlanabilmiş değildir.

İbnu'l-Kayyım'ın yukarıda iktibas ettiğim ifadelerinde geçen "son meclis" tabirini, İbn Teymiyye'nin 726/1325 yılında Şam kalesindeki "mecburi ikamet"inden[27] hemen önceki dönem olarak anlayabilir miyiz? Bu süreçteki "mecburi ikamet"i esnasında İbn Teymiyye'nin kitap yazmasına ve fetva vermesine imkân tanınmadığına göre, şu anda elimizdeki bilgiler doğrultusunda, konuyla ilgili müstakil telifinin belirlediğimiz zaman diliminde kaleme alındığını söylemek mümkün görünüyor…

Buna göre İbn Teymiyye, önceleri "beka-i nar" görüşünde iken bilahare bu konuda bir tereddüt safhası geçirmiş olmalıdır. İbnu'l-Kayyım'ın sorusuna "Bu, azim ve büyük bir meseledir" demekle yetinmesini, bu tereddüt sürecinin devam ettiği bir safhaya ait bir tavır olarak okumak yanlış olmasa gerek...

Risalenin İbn Teymiyye'ye aidiyeti

Nitekim İbnu'l-Kayyım'ın, Hâdi'l-Ervâh'ta meseleyi Şifâu'l-Alîl'e kıyasla daha geniş bir şekilde işlemesinden ve kâfir ve müşriklerin azabının sonlu olduğu görüşünü daha detaylı delillendirmeye çalışmasından, sadece kendisinin bu meseledeki kanaatinin pekiştiğini değil, aynı zamanda İbn Teymiyye'nin görüşünün de onunkiyle aynı doğrultuda istikrar bulduğunu gösterdiği sonucunu çıkarabiliriz.

İbnu'l-Kayyım'ın bu eserinde İbn Teymiyye'den yaptığı uzun alıntı, ilgi çekici biçimde Abd b. Humeyd'in tefsirinden iktibaslar içermekte ve orada yer alan rivayetler konusunda hocasının yorumlarını ihtiva etmektedir.

İbnu'l-Kayyım, önceleri bu noktada iken bilahare Şifâu'l-Alîl'in telifi öncesinde bir tereddüt süreci yaşamış, hatta kâfir ve müşriklerin azabının sonlu olduğu görüşüne meyletmekle birlikte kesin bir şey söylemekten kaçınmış ve nihayet Hâdi'l-Ervâh'ın telifi aşamasında bu meyil "tercih"e dönüşmüş ve pekişmiş olmalıdır.

Nitekim el-Kasîdetu'n-Nûniyye'de[28] –yukarıda görüşünü özetle verdiğim– el-Cehm b. Safvân'ı eleştirirken, sadece Cennet ve içindekilerin fena bulmayacağını söylemekle yetinmesi de bu tesbiti doğrulayan bir tavırdır.

Bu meseleyi en fazla detaylandırdığı Hâdi'l-Ervâh'ta hocasından, aykırı bir görüş nakletmek şöyle dursun, malum görüşü destekler mahiyette iktibasta bulunması, İbn Teymiyye'nin de bu meselede aynı şekilde düşündüğünü ortaya koyan önemli bir göstergedir.

Mezkûr eserinde, Cehennem'in ebedî/sonsuz olup olmadığı konusundaki görüşleri 7 madde halinde zikrettikten sonra sözlerini şöyle sürdürür:

"Şeyhülislam şöyle dedi: "Bu görüş[29] Ömer, İbn Mes'ûd, Ebû Hureyre, Ebû Sa'îd ve daha başkalarından nakledilmiştir. Abd b. Humeyd –ki Hadis ulemasının büyüklerindendir–, meşhur tefsirinde şöyle rivayet etmiştir: "Bize Süleyman b. Harb... el-Hasan'ın şöyle dediğini tahdis etti: "Ömer şöyle demiştir: "Ateş ehli ateşte "Âlic" (denen mevki)'in kumları miktarınca..."

"(Yine Abd b. Humeyd) şöyle demiştir: "Bize Haccâc b. Minhâl... el-Hasan'ın şöyle dediğini tahdis etti: "Ömer şöyle demiştir..."[30]

"Bunu, Hadis hafızı imamlardan ve Sünnet ulemasından olan Abd (b. Humeyd), şu iki büyük zattan rivayet etmiştir: Süleyman b. Harb ve Haccâc b. Minhâl. (...)

"Her ne kadar el-Hasan (el-Basrî) Ömer'den birşey işitmemiş ise de, bu rivayeti bazı Tabiun'dan rivayet etmiştir. Eğer bu söz el-Hasan nazarında sahih olmasaydı, onu rivayet etmez ve "Ömer şöyle dedi..." tarzında kesin bir ifade kullanmazdı. (...)

"Yine şöyle dedi: "Şüphe yok ki bu sözü Ömer'den naklen söyleyen ve ondan rivayet edenler, ateş ehli olan "Cehennemlikler" tabirini ancak (kâfir ve müşrikleri anlatan) bir "cins isim" olarak ifade etmek istemiştir. Günahları sebebiyle ateşe girecek olanlara gelince, bu rivayeti nakledenler de, başkaları da bunların Cehennem'den (belli bir süre azap gördükten sonra) çıkarılacaklarını, ne Âlic'in kumları miktarınca, ne de buna yakın bir zaman için orada kalacaklarını bilmektedirler.

"Ateş ehli tabiri, Muvahhitler'e değil, onların dışındakilere mahsus bir ifadedir..."

Sorun, "Şeyhülislam şöyle dedi..." diye başlayarak bu minval üzere uzayıp giden ifadelerin kime ait olduğu noktasında düğümlenmektedir. İlgili bahsin sonuna kadar herhangi bir yerde İbn Teymiyye'nin sözlerinin nerede bittiği konusunda hiçbir tasrihat veya işaret mevcut değildir.

Ancak er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr'la karşılaştırma yapıldığında yukarıdaki ifadelerin İbnu'l-Kayyım tarafından İbn Teymiyye'den aynen alıntılandığı ve yer yer aralara kendi ifadelerinin girdiği açıkça görülmektedir.

el-Albânî'nin itirafı

İbn Ebi'l-İzz tarafından şerh edilen el-Akîdetu't-Tahâviyye'deki[31] hadislerin tahricini yapan el-Albânî, yukarıda bir kısmını naklettiğim sözleri İbnu'l-Kayyım'a nisbet ederek eleştiri konusu yaparken[32] Nakdu Ta'lîkâti'l-Albânî adlı tenkidinde İsmail Muhammed el-Ensârî buna itiraz ederek, bu sözlerin İbnu'l-Kayyım'a değil İbn Teymiyye'ye ait olduğunu söyler. [33]

Burada her ikisinin de kısmen haklı olduğu ortaya çıkmaktadır. Zira nakledilen ifadeler yüzde yüz oranında ne İbn Teymiyye'ye, ne de İbnu'l-Kayyım'a aittir. Yukarıda da belirttiğim gibi İbnu'l-Kayyım, hocasından yaptığı alıntıların sonuna kendi ifadelerini eklemiş ve onun yazdıklarına katkıda bulunarak "fena-i nar" görüşünün delillerini detaylandırmıştır.

Şu kadar ki, er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr'ın henüz neşredilmediği döneme ait olan bu tartışmada el-Albânî, İbn Teymiyye'yi "fena-i nar" görüşünden tebrie etmekte isabetli değildir.

Nitekim aradan uzun yıllar geçtikten sonra, Muhammed b. İsmail es-San'ânî'nin Ref'u'l-Estâr'ına yazdığı takdim yazısında[34] hem İbn Teymiyye'nin, hem de İbnu'l-Kayyım'ın "fena-i nar" görüşünde olduğunu tasrih edecek ve şöyle diyecektir:

"Bundan 20 yıl önce Silsiletu'l-Ahâdîsi'd-Da'îfe'de (II, 71-5) o ikisinin (İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'ın), bazılarını "fena-i nar" görüşüne delil olarak kullandıkları bir kısım merfu ve mevkuf rivayetlerin tahrici münasebetiyle onların bu görüşüne red sadedinde kısaca değinmiştim.[35] Orada bu rivayetlerin zaafını da beyan etmiştim. İbnu'l-Kayyım'ın, Cehennem'in hiç son bulmayacağı şeklinde bir görüşü daha vardır.[36] İbn Teymiyye'nin de Cennet ve Cehennem'in son bulacağını söyleyenlere reddiye sadedinde bir eseri (kaide) mevcuttur.

"O zaman İbn Teymiyye'nin, İbnu'l-Kayyım'ın bu ikinci görüşünü paylaştığını sanmıştım.[37] (Ancak Ref'u'l-Estâr'da gördüm ki) Müellif es-San'ânî, İbnu'l-Kayyım'dan yaptığı nakille, yukarıda işaret edilen reddiyenin[38], Cehennem'in son bulacağını söyleyenlere değil, sadece Cennet'in son bulacağını söyleyen Cehmîler'e reddiye mahiyetinde olduğunu beyan etmekte ve kendisi, yani İbn Teymiyye de Cehennem'in son bulacağını söylemektedir. Hatta sadece bunu söylemekle kalmamakta, Cehennem son bulduktan sonra cehennemliklerin, altından ırmaklar akan cennetlere gideceğini de ileri sürmektedir…"[39]

İbn Teymiyye tam olarak ne diyor?

el-Albânî gibi "sıkı" bir selefînin bile katılmadığı bir görüşün İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'a nisbeti, bu iki alimin bağlılarınca elbette refleksif bir tepkiyle reddedilecektir. Nitekim sadece onların bu konuda yazdıklarından haberdar olmayanların kaynak sorması değil, onların bu görüşüne muttali olanların da ısrarla tevil yoluna gitmesi gösteriyor ki "fena-i nar" görüşü "tevessül" vb. diğer meseleler gibi değildir.

Tevilcilerin, "Onların "fena-i nar" görüşünün delillerini detaylı olarak zikretmiş olması, bu görüşü benimsediklerini göstermez" tarzındaki itirazı, aşağıda bizzat İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'dan alıntılanan ifadeler tarafından boşa çıkarılmaktadır.

Ancak alıntılara geçmeden önce bir hususu belirtelim: Onların bu meseleyi ele alış tarzının "objektiflik"ten çok öte bir tavrı yansıtması, hatta bu meselede "taraf" olduklarını göstermesi, tevilcilerin yaptığının "suyu yokuşa akıtmaya çalışmak"tan farksız olduğunu ortaya koyuyor.

Zira eğer İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'ın ileri sürdüğü gibi "fena-i nar" konusunda Selef arasında gerçekten görüş ayrılığı var ise, yapılması gereken, her iki tarafın delillerini zikrederek takdiri okuyucuya bırakmaktır. Ancak böyle yapmayıp da sadece "fena-i nar" görüşünün delilleri üzerinde durmuş, "beka-i nar"ın delillerini ise sadece "çürütmek" maksadıyla zikretmiş iseler, burada tevilcilerin boşuna tekellüfte bulunduğunu söyleme zaruretiyle karşı karşıya bulunuyoruz demektir…

İbn Teymiyye bu meseleyi, adı geçen eserinin 52 ila 87. sayfaları arasında ele almış ve şöyle demiştir:

"… Cehennem'in son bulacağı görüşüne gelince, bu konuda selef ve halef ulemasından maruf iki görüş vardır ve Tabiun ile daha sonra gelenlerin bu konudaki anlaşmazlıkları malumdur. (…) Cehennem'de bulunanların azabının gelip dayanacağı bir son sınır olduğunu ve azabın Cennet nimetleri gibi daimi olmadığını söyleyenler, bununla Cehennem'in son bulacağını kasdetmiş olabilecekleri gibi, cehennemliklerin (bir gün) buradan çıkacağını ve orada hiç kimsenin kalmayacağını da kasdetmiş olabilirler. Ancak şöyle de denebilir: Onlar bununla, azap devam ettiği halde cehennemliklerin buradan çıkacağını değil, Cehennem'in azabının sona ereceğini, onun yok olmasının bu anlamda olduğunu kasdetmişlerdir.

"Bu görüş Hz. Ömer, İbn Mes'ûd, Ebû Sa'îd el-Hudrî ve daha başkalarından nakledilmiştir…"

İbn Teymiyye daha sonra Hz. Ömer (r.a)'den nakledilen rivayeti zikredip sıhhat değerlendirmesi yaptıktan sonra sözlerini şöyle sürdürür:

"… Buradaki "ehl-i cehennem" ifadesi, cehennemlikleri anlatır. Zira bunlar orada ne ölecek, ne de dirilecektir. (Yine rivayette geçen), "oradan çıkarlar" ifadesi, "Cehennem'in azabı sona erip kesildikten sonra buradan çıkarlar" demektir. Böylece onlar Cehennem'den çıkmış olmamaktadır. Aksine Allah Teala'nın haber verdiği gibi onlar orada "kalıcı"dırlar; ancak ömrü sona erdiği ve tıpkı dünyanın son bulması gibi Cehennem de son bulduğu zaman artık orada azap kalmaz.

"Şöyle ki, alem yok olmayacaktır; arzda bulunan Cehennem de tamamen fena bulmayacaktır. Ancak onun son bulması, halinin değişmesi ve bir halden diğerine geçip değişmesi şeklinde olacaktır."[40]

Müteakiben Abdullah b. Mes'ûd (r.)'dan, "Cehennem'e öyle bir zaman gelecek ki, içinde hiç kimse bulunmayacak. Bu, cehennemliklerin, orada "ahkâb"[41] süresince kaldıktan sonra olacaktır" şeklindeki sözünü nakleder ve "Bunlar kâfirlerdir. Ebû Hureyre'den de benzeri bir söz nakledilmiştir" der.

Burada anlatılanların günahkâr mü'minler olamayacağı görüşünü delillendirmek için bazı ayetler zikrettikten sonra da şöyle der: "Sahabe'den buna aykırı meşhur bir naklin mevcudiyetine rastlamadım."

"… (Allah Teala Cennet nimetleri hakkında "kesintisiz bir lütuf…" buyurduğu halde) Cehennemlikler(in akıbeti) hakkında ne dilediğini haber vermemiştir. Sünnet ve Hadis uleması bu konuda Sahabe ve Tabiun'dan çeşitli rivayetler nakletmiştir. (…) Şu halde Cehennem'in son bulacağına Kitap, Sünnet ve Sahabe akvaliyle ihticac edil(ebil)irken, Cehennem'in baki olacağını söyleyenlerin elinde ne Kitap, ne Sünnet, ne de Sahabe akvalinden bir delil vardır!" (…)

"Cehennem'in devamlı olacağını söyleyenlerin (bunu isbat etmek için başvurduğu) 4[42] yol vardır" diyerek sürdürdüğü bahiste sözü, Cennet'in devamlılığı ile Cehennem'in devamlılığı arasındaki farka getirir, Cennet'in devamlılığının kesintisiz ve ebedi olduğunu, Cehennem'in devamlılığının ise birgün son bulacak bir devamlılık olup ebedi olmadığını isbata yönelir ve bilahare İbnu'l-Kayyım tarafından Hâdi'l-Ervâh'ta tekrarlanacak aklî istidlal tarzı ile sözlerini sürdürür.

Son sözleri söylediği kısımda Cehmiyye'nin Cennet ve Cehennem'in ikisinin de yok olacağı iddiasına kısaca değinir ve bunun niçin itibara alınabilecek bir görüş olmadığına anlatır, sonra da şöyle der :

"Fena bulmak, sadece Cehennem içindir. Bu, Ehl-i Sünnet'in isbat ettiği görüştür. Cehennem'in yok olması, bir halden başka bir hale geçerek değişmesi anlamındadır, yoksa el-Cehm'in dediği gibi tamamen yok edilmesi anlamında değildir…"

Burada tümüyle zikredilmesi mümkün olmayacak kadar uzun bir yer tutan bu bahisten net olarak anlaşılmaktadır ki İbn Teymiyye, kâfir ve müşrikler için Cehennem azabının sonsuz olmayacağı, azapta çok uzun zaman kalsalar da oradan çıkacakları bir günün mutlaka geleceği görüşünü benimsemiş ve hiçbir yoruma mahal bırakmayacak tarzda savunmuştur.

Konuyla ilgili olarak ileri sürdüğü delillerin tartışması ise ayrı bir makalenin konusudur.


------------------------------------------------------------

[1] Rahmet-i İlahiye Bürhanları, Orenburg-1911.

Ayrıca bu eser, aynı müellifin İnsanların Akide-i İlahiyelerine Bir Nazar'ı ve İdil-Ural müftüsü Rızaeddin b. Fahreddin'in Carullah'ı desteklemek amacıyla kaleme aldığı Rahmet-i İlahiye Meselesi adlı risale ile birlikte Hikmet Akpur tarafından sadeleştirilerek Çıkış Yolu -Evrensel Kurtuluş- adıyla basılmıştır. (İstanbul-1991)

[2] Yeni İslam Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyesi, İstanbul-1337.

Bu eser de, biri latinize edilmiş (Bedir Yayınevi, İstanbul-1998), diğeri Carullah'ın mezkûr iki risalesi ile birlikte Ömer H. Özalp tarafından sadeleştirilmiş olarak (Pınar yayınları, İstanbul-1996) neşredilmiştir.

[3] Takiyyüddîn Ali b. Abdilkâfî es-Sübkî'nin el-İ'tibâr bi Bekâi'l-Cenneti ve'n-Nâr'ı ile "el-Emîr" diye bilinen Muhammed b. İsmail es-San'ânî'nin Ref'u'l-Estâr li İbtâli Edilleti'l-Kâilîne bi Fenâi'n-Nâr'ı bu meselede İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'a reddiye olarak kaleme alınmış iki meşhur çalışmadır.

[4] DİA'da da belirtildiği gibi İbnu'l-Vezîr ve İsmail Hakkı İzmirli'nin de Cehennem azabının fena bulacağı görüşünü benimsediği bilinmektedir. Çağdaş araştırmacılardan Yusuf el-Karadâvî de bu isimlere eklenmelidir. el-Karadâvî'nin konu hakkındaki görüşü için aşağıdaki adrese bakılabilir: http://www.qaradawi.net/site/topics/article.asp?cu_no=2&item_no=3728&version=1&template_id=187&parent_id=18

[5] Îsâru'l-Hakk, 203.

[6] Ref'u'l-Estâr, muhtelif yerler.

[7] Mesela bkz. Te'nîbu'l-Hatîb, 147; Makâlât, 450.

[8] VII, 232.

[9] Ancak "Cehennem" maddesinin sonunda verilen bibliyografyada Mecmû'u'l-Fetâvâ'sına yapılan atıflarda belirtilen yerlerde İbn Teymiyye'nin bu doğrultuda herhangi bir ifadesi mevcut değildir. Bu atıflar, ilgili maddenin başka yerlerinde zikredilen hususlarla bağlantılı olarak yapılmış olmalıdır.

[10] IV, 305.

Mecm'u'l-Fetâvâ için bir önceki dipnotta söylenenler, mezkûr eserin bu maddenin sonundaki bibliyografyada zikredilen cilt ve sayfa numaraları için de geçerlidir.

[11] Çağdaş araştırmacılardan Ali el-Harbî, Keşfu'l-Estâr li İbtâli İddi'âi Fenâi'n-Nâr adlı çalışmasında İbn Teymiyye'nin Cehennem hayatının son bulacağı görüşünde olmadığını ve bu görüşü savunan herhangi bir eser yazmadığını, dolayısıyla bu konudaki risaleyi ona nisbet eden İbnu'l-Kayyım ve İbnu'l-Vezîr'in hatalı olduğunu söylerken, Abdülkerîm Sâlih el-Humeyd, el-Kavlu'l-Muhtâr li Beyâni Fenâi'n-Nâr'ında İbnn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'ın bu görüşü benimsediğini belirterek, hem onları hem de bu görüşü savunmaya çalışmıştır.

[12] Baş tarafta "yedi" rakamı zikredildiği halde metin içinde zikredilenlerin eksik olduğu dikkat çekmektedir.

[13] Bu ifadenin anlamı, ileride er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr'dan yapacağım alıntı ile vuzuha kavuşacaktır.

[14] İbn Teymiyye, Mecmû'u'l-Fetâvâ, XVIII, 307.

[15] İbn Teymiyye, Der'u Te'ârudi'l-Akl ve'n-Nakl, I, 406. Alıntı için bkz. el-Eş'arî, Makâlâtu'l-İslâmiyyîn, 164.

[16] İbn Hazm, Merâtibu'l-İcmâ', 268.

[17] el-Vâbilu's-Sayyib, 25.

[18] "Müberrid" olarak okunması hatalıdır.

[19] Silsiletu'l-Ahâdîsi'd-Da'îfe ve'l-Mevdû'a, II, 75.

[20] es-Safedî, el-Vâfî, VII, 26.

[21] er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr ve Beyânu'l-Akvâl fî Zâlik, (Muhammed b. Abdillah es-Semherî tahkikiyle), Dâru Belensiye, Riyad-1415/1995.

[22] es-Sübkî'nin mezkûr eserini neşreden Hubeyşî'nin, bu eserin İbn Teymiyye'ye değil de İbnu'l-Kayyım'a reddiye olarak kaleme alındığını söylemesi isabetli değildir. (Bkz. el-İ'tibâr, 4-5) Zira İbnu'l-Kayyım'ın konuyla ilgili olarask kmuhtelif eserlerinde yazdıkları, İbn Teymiyye'nin ilgili risalesindeki argümanların geliştirilmesinden ibarettir.

[23] Takıyyüddîn es-Sübkî, el-İ'tibâr bi Bekâi'l-Cenneti ve'n-Nâr, ("Mülhak"), 90 vd.

[24] Dolayısıyla sadece Cennet ve Cehennem'in değil, hâdis olan bütün varlıkların bir gün fena bulacağını söylemektedir.

[25] İbnu'l-Kayyım, Şifâu'l-Alîl, 264.

[26] Hocası İbn Teymiyye.

[27] Bkz. İbn Kesîr, el-Bidâye, XIV, 127 vd.

[28] el-Kâfiyetu'ş-Şâfiye adıyla da bilinir, I, 39 vd.

[29] Cehennem azabının kâfir ve müşrikler için de sonlu olduğu görüşü.

[30] Bu rivayetlerin metin ve senetleri üzerinde detaylı olarak durulacaktır.

[31] el-Kevserî merhum (el-Hâvî, 37, dpnt.), 6/13. asır ulemasından Ebû Şucâ'/Ebu'l-Fedâil Bekbers (Baybars) b. Yalınkılıç en-Nâsırî'ye ait olan en-Nûru'l-Lâmi' ve'l-Bürhânu's-Sâtı' adlı eserin el-Akîdetu't-Tahâviyye üzerine yazılmış en meşhur şerhlerden birisi olduğunu söyler.

Bu eser üzerine kaleme alınmış diğer şerhler için bkz. el-Kevserî, el-Hâvî, a.y.; DİA, II, 260.

[32]el-Akîdetu't-Tahâviyye, 428 vd.

[33] İsmail Muhammed el-Ensârî, Nakdu Ta'lîkâti'l-Albânî, 132 vd.

[34] Ref'u'l-Estâr, 7.

[35] Oysa Silsiletu'l-Ahâdîsi'd-Da'îfe'de (II, 71 vd.) fena-i nar görüşünü sadece İbnu'l-Kayyım'a nisbet ettiği görülmektedir.

[36] Bu ifade, İbnu'l-Kayyım'ın, yukarıda değindiğim istihaleden önceki görüşüne atıf yapmaktadır ki, el-Vâbilu's-Sayyib'den naklen yukarıda vermiştim.

[37] İbn Teymiyye'nin bu eserini görmediği anlaşılıyor.

[38] er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr kastediliyor.

[39] Görünen o ki, bu görüşe İbn Teymiyye'nin de iştirak ettiği noktasında el-Albânî önceleri olumsuz düşünmektedir. Tıpkı el-Akîdetu't-Tahâviyye'nin İbn Ebi'l-İzz şerhindeki hadislerin tahricini yaptığı dönemde olduğu gibi, Silsiletu'l-Ahâdîsi'Da'îfe'nin kaleme alınış sürecinde de böyle düşündüğü anlaşılmaktadır. Ancak Ref'u'l-Estâr'a muttali olduktan sonra bu görüşü değişmiştir.

[40] Böylece İbn Teymiyye'nin yukarıda Mecmû'u'l-Fetâvâ'dan naklettiğim ifadesinin anlamı daha net olarak ortaya çıkmaktadır.

[41] Bu kelime "hukb"un çoğuludur. Tefsirlerde "hukb"un ifade ettiği zaman diliminin miktarı hakkında muhtelif rakamlar verilmiştir.

[42] İbnu'l-Kayyım Hâdi'l-Ervâh'ta bunu 6'ya çıkarmıştır.

Kaynak: İnkişaf Dergisi, No: 7

Kasîde-i Nûniyye, es-Seyfü’s-Sakîl ve Tekmile’si Işığında İbn Teymiyye

Hüseyin Avni KANSIZOĞLU


Bu makalede inşâellah, İmâm Takıyyüddîn es-Sübkî’nin, İbn-Kayyim el-Cevziyye’nin yazdığı Kasîde-i Nûniyye’ye reddiye/cevâb olarak kaleme aldığı es-Seyfü’s-Sakîl isimli eserini tanımaya çalışacağız. Yazımız bir mukaddime, beş fasıl ve bir hâtime/netîce çerçevesinde olacaktır.

Mukaddime, İbn-i Teymiyye’yi tanıtma sadedinde ve neden İbn-i Kayyim ve Nûniyye’sini ele aldığımız ile alakalı olacaktır. Birinci fasıl, İbn-i Teymiyye, ikinci fasıl, İbn-i Kayyim ve Nûniyye’si, üçüncü fasıl, İmam Sübki ve es-ٍٍٍِSeyfü’s-Sakîl’i, dördüncü fasıl, İmam Kevserî ve es-Seyfu’s-Sakîl’e yazdığı Tekmile, beşinci fasıl, Kasîde-i Nûniyye, Es-Seyfü’s- Sakîl ve es-Seyfu’s-Sakîl Tekmile’sindeki bahislerden bir takımı, hâtime de ise, İslâmî meselelerdeki tefrit ve gevşeklik ile, insafı yok eden ifrat arasındaki i’tidâl ve istikâmetin ancak, îman gayreti, din asabiyyeti, üstün himmet, akıl, idrak, firâset, muhakkıklık, ve mudekkıklik ile kazanılacağı, hakkındadır.

Asıl maksadımız, kitabın son derece mühim ve hassas olan bahislerinden bir kısmını sergilemek olduğundan, ilk dört fasılda çok kısa atıflarda bulunmakla yetineceğiz.

Kasîde-i Nûniyye’nin, tam ismi “El-Kâfiye ve’ş-Şâfiye Lî’ntisâri’l-Firkati’n-Nâciyeh”dir. Bu, İbn-i Kayyım el-Cevziyye’ye âit akîdeye dair yazılan bir kitaptır. “Es-Seyfü’s-Sakîl”, İmam Sübkî tarafından sözü geçen Kasîde-i Nûniyye’ye karşı yazılan bir reddiyedir. “Tekmile” de, İmam Zâhid-i Kevserî tarafından Es-Seyfü’s-Sakîl üzerine yazılan bir eserdir.

MUKADDİME

Neden İbn-i Kayyim ve Kasîde-i Nûniyye’si ?


İbn-i Teymiyye’yi anlatma sadedinde neden İbn-i Kayyim ve Nûniyyesini ele aldık?

İbn-i Kayyım’ın, eserlerinin en büyük kısmı, İbn-i Kesîr’in de ifâde ettiği gibi, Şeyhinin, yani İbn-i Teymiyye’nin sözünden alınmadır. (İbn-i Kayyim) o sözlerde tasarruflarda bulunur. O’nun bu hususta güçlü bir melekesi vardır. Şeyhinin tek kaldığı meselelerde hep dendene yapar/gürültü çıkarır, o görüşlere yardım eder, onlara delil bulur…[1]

İbn-i Kesîr de, İbn-i Teymiyye’nin talebelerindendir. Bu sebeple onun şu şehâdeti mühimdir.

İbn-i Hacer, Ed-Dürerül-Kâmine’de şöyle der: İbn-i Teymiyye sevgisi ona galip geldi. O kadar ki, görüşlerinin hiç birinin dışına çıkmazdı. Aksine hepsinde ona yardımcı olurdu. İbn-i Teymiyye’nin kitablarını tehzîb eden, ilmini yayan başkası değil, İbn-i Kayyim’dır.[2]

İbn-i Teymiyye ile İbn-i Kayyım’in eserlerini okuyan her ilim sahibi bunu kâbul eder. Dolayısıyla, denilebilir ki, İbn-i Kayyim’ın eserleri, İbn-i Teymiyye’nin eserlerinin tehzibi, ayıklanması, şerhi, îzâhı ve delillendirilmesini ihtiva eden geniş bir mecmuadır. Akîde ve fıkıhtaki şâz görüşlerinden hiç birisinde ona muhalefet edemeyecek derecede onu taklîd etmekten geri kalmayan kör bir taklitçi, “ona gölgesinden daha çok tâbi olan” sadık bir havârîdir. Bu yüzden “İbn-i Teymiyye’yi anlamak, İbn-i Kayyım’i tanımaktan geçer” veya “İbn-i Kayyım bilinmeden, tanınmadan, İbn-i Teymiyye yeterince anlaşılamaz” dense yeridir.

İbn-i Kayyim’in bilhassa akîde tarafını en açık bir şekilde sergileyen eseri ise, O’nun Kasîde-i Nûniyye’sidir. İşte bu yüzden Kasîde-i Nûniyye’nin ilmî bir mercekle tedkîk, tahkîk ve tahlîl edilmesi îcâb eder. Böylece, İbn-i Teymiyye’nin tanınmasına mühim bir katkı hasıl olacaktır. Bu da, bizce en kâmil manada, -Allahu a’lem- ancak Es-Seyfu’s-Sakîl ve Tekmile’si ışığında olabilir.

BİRİNCİ FASIL

İbn-i Teymiyye Kimdir?


İsmi, Ahmed b. Abdü’l-Halîm İbn-i Abdillâh b. Ebi’l Kâsım ibn-i Hadır en-Nemîrî el-Harrânî ed-Dimeşkî el-Hanbelî, Takiyyüddîn ibnü Teymiyye’dir. Harrân’da[3] doğdu (661 H.) Babası onu Dimeşk’e götürdü. Orada yerleşti ve meşhur oldu. Verdiği bir fetvadan dolayı Mısır’a çağrıldı. Oraya gitti… Orada bir müddet hapse atıldı. Sonra, İskenderiyye’ye nakledildi. Sonra, serbest bırakıldı ve 712’de Dimeşk’e gitti. 720 tarihinde orada tutuklandı. 728 senesinde, Dimeşk kalesinde tutuklu iken öldü.

İbn-i Teymiyye, Felsefe ve Mantık ilimlerinde araştırması çok olan birisiydi. Lisânı fasîh idi. Yirmi yaşına varmadan ders okuttu ve fetva verdi. Eserleri çoktur.

Hâsılı O, yedinci asır Hanbelî fıkıh ve hadîs âlimlerinden, şâz görüşleri bol olan birisidir. Şâzlarının bol oluşunun da, değişik sebebleri vardır. Bunlar, akîde, fıkıh ve üslûb olmak üzere üç tanedir.

Mîzâc ve ahlâkı çerçevesinde doğan ve gelişen üslûbuyla, olması îcâb eden veya olabilecekten daha fazla bir cesâret, hiç olmaması lâzım gelen tepeden bakma, boyundan büyük olan nice büyüklere karşı, akıl almaz bir saldırganlık, acelecilik, muğalata ve benzeri sebeblerden doğan bıktırıcı tekrarlar, çekilmez tenâkuzlar sergilemiştir. Tenâkuz ve tekrarları çizildiği takdirde yazdıklarının neredeyse dörtte biri bile kalmayacaktır. Kitablarını aklı havada bir kara sevdalı edasıyla değil de, bir ilim adamı ciddiyeti ile okuyacak olan her kes bu hakikati görebilecektir. “İktizâ”sı, “Kâidetün Celîle”si, “Furkan”ı, “Ubûdiyye”si, Akîdeye dâir kitabları, Fetâvâ’sının akîdeyle alakalı kısımları, birindeki cümleleri diğerinde biraz değiştirilen, zaman zaman da hiç değiştirilmeden aynen tekrarlanan sözlerden meydana gelen cinsindendir.

Yerine göre zâhiri, yerine göre filozof, yerine göre de Ehl-i Sünnet vasfıyla temâyüz etmiştir. Ne zaman ve nerede hangi cepheden olması lâzım geldiğini buna kanaat getirdiyse, o tâifenin düşünce ve müdafaalarıyla karşı tarafa saldırmış ve esasen başkalarına âid olan malzemeleri kendine mâlederek, onların kendi tahkiki olduğu zannını uyandırmıştır.

Yerine göre Ehl-i Sünnet olup Ehl-i Bidata karşı, zaman zaman Ehl-i Bid’at fikrinden yana olup Ehl-i Sünnete karşı, bazen de felsefecilerden yana olup diğerlerine karşı amansız bir muharebe vermiş ve nihayet ilim adamlığını, muztarib mütefekkirliği (!) içinde kurban etmiştir.

Bütün bunlar, ele alacağımız meselelerde yeterince açıklık kazanacağı için, söylediklerimizi burada delillendirmeye lüzum görmedik.

Bu makalemizde sözü edilen şahsın “akîde” tarafını en açık ve çıplak bir biçimde ortaya koyan bir kitabı ele alacağız; Kasîde-i Nûniyye…

İKİNCİ FASIL

İbnü’l-Kayyim Ve Nûniyye’si


İbn-i Kayyîm ve Kasîde-i Nûniyye’si ile alakalı faslı inşâellah sekiz “bahis”te ele alacağız...

Birinci Bahis

İbn-i Kayyîm’ın Hâl Tercemesi


İbn-i Kayyim Muhammed b. Ebi Bekr b. Eyyüb b. Saîd ez-Zer’î, sonra Dimeşkî, Şemsüddîn Ebû Abdillâh b. Kayyim el-Cevziyye (d: 691, ö:751) [4]

Zehebî, “el-Mu’cemu’l-Muhtass”ta İbn-i Kayyim hakkında şöyle demektedir: Hadis ve bir takım Hadis ricâli ilmiyle meşgul oldu. Fıkıhla da meşgul olur ve takririni iyi yapardı. Nahivle meşgul olur, onu öğretirdi. İki asılda da meşgul olurdu. Halîl (İbrahim) aleyhisselâm’ın kabrini ziyaret etmek için yolculuk yapmaya karşı olan inkarı yüzünden bir müddet hapsedildi. Sonra ilimle meşgul olmak için meclisin baş köşesine oturdu ve ilmi yaydı. Lâkin O, görüşünü beğenen, her meselede çok cüretli olan biridir.

İbn-i Hacer, ed-Dürerü’l-Kâmine’de şöyle demektedir: O’na, İbn-i Teymiyye sevgisi gâlip geldi. O kadar ki, O’nun sözlerinin (görüş ve fetvâlarının) hiç birinden dışarı çıkmaz, hatta bunların tamamında ona yardımcı olurdu. İbn-i Teymiyye’nin kitablarını tehzîb eden (ayıklayan) ve ilmini yayan O’dur. Zelîl hâle düşürüldükten, kuru hurma dalı ile ona vurularak deve üzerinde dolandırıldıktan sonra İbn-i Teymiyye ile beraber tutuklandı. İbn-i Teymiyye ölünce tutukluluktan kurtarıldı. İbn-i Teymiyye’nin fetvâları sebebiyle bir başka defa da imtihan geçirdi. Asrın(ın) âlimleri aleyhinde konuşur, onlar da onun aleyhinde konuşurdu.[5]

İmâm Kevserî meâlen ve hulâsa olarak şöyle diyor: İbn-i Kayyim yaşarken de öldükten sonra da, Şeyhini bütün şâz/doğru olana muhâlif görüşlerinde ta’kib ediyor, ona uyuyor, onu hak ve batılda kör bir taklîd ile taklîd ediyordu. Her ne kadar kendini (iddialarına) delîl getiriyor gibi gösterse de, bu “yapmacık deliller ileri sürme”si, Şeyhinin dediklerini, şazlarını tekrarlamaktan başka bir şey değildi. Bütün işi, karıştırmak, hile yapmak ve şu sapık düşünceleri müdâfâadan ibaretti. O kadar ki, ömrünü Şeyhinin yalnız kaldığı düşünceler etrafında gürültü çıkarmakla tüketti… Her ne kadar mantıkçı ve felsefecilerin görüşlerini bol bol aktarsa da, aklî ilimlerden nasibi yoktu. Düşüşünün ve çelişkisinin nerelere vardığı, “ Şifâu’l-Alîl”ini ve “Nûniyye”sini okuyana açıkça gözükecektir. "Hâlik"[6] ravileri methetmesi de, ricâl ilminin olmadığının delillerindendir. Ne Hüseynî, ne İbn-i Fehd ve ne de Süyûtî “Tabakatü’l-Huffâz”a yazdıkları Zeyl’ler’de O’nu “(hadis) hafızlar(ı)” arasında saymadılar. “Zâdü’l-Meâd” ve başka kitaplarındaki, okuyanların hoşuna giden “hadisle alakalı bahisler”, yanında bulunan, hadis âlimlerine âit kıymetli eserlerden araklamadır, kesilip alınmadır. Kutbuddîn el-Halebî’nin “El-Mevridü’l-Henî Siyerü Abdi’l-Ğenî”si ve benzeri eserleri gibi. İbn-i Hazm’ın “el-Muhallâ”sı ve “el-İhkâm”ı, İbn-i Abdi’l-Berr’in “et-Temhîd”i olmasaydı, “İ’lamü’l-Muvakkıîn”deki tafralara ve muğalâtalara imkân bulamazdı. Şeyhi ile beraber nice defa tevbeye çağrıldı ve tazir gördü…[7]

İkinci Bahis

İbn-i Kayyim’in Kasîde-i Nûniyye’si


Akîde’de, “Nûniyye” ismiyle meşhûr -benim bildiğim- iki kasîde vardır. Birincisi, İbn-i Kayyim’ın “El-Kâfiyetü’ş-Şâfiye fi’l-İntisarı li’l-Fırkati’n-Nâciyeh” ismini verdiği kasîde, ikincisi de Fâtih devri ulemasından Hızır Bey b. Celâl’in [8] “Ucâletü leyletin ev leyleteyni” isimli “Kasîde-i Nûniyye”sidir. Bu ikincisi, Ehl-i Sünnet çizgisinde yazılan kıymetli bir eserdir ki, üzerine güzel şerhler ve haşiyeler yapılmıştır; Hayâlî, Uryanîzâde ve Dâvûd-i Karsî’nîn eserleri bunlardandır. Osmanlının son devri ulemâsından olan Manastır’lı İsmâil Hakkı Efendi, Hızır Bey’in bu “Nûniyye”sini İslâm harflerimizle Türkçeye terceme edip şerh etmiştir.

Bizim sadedinde olduğumuz “Kasîde-i Nûniyye” ise, İbn-i Kayyim’in “Kâfiye..”sidir. Beytler halinde yazılan bu “Nûniyye” 5949 beytten meydana gelmiştir.[9]

Doktor Muhammed Halîl Herrâs’ın bu “Nûniyye” üzerine yazdığı iki ciltlik şerhi, Dârü’l Kütübi’l-İlmiyye tarafından basılmıştır. Herrâs’ın ifâdesine göre, bu akîde üzerine, iki küçük çalışmanın dışında, kayda değer şerh veya haşiye yazılmamıştır. Doktor Şârih’in şerhi ise, aslı gibi ilmî yanı bulunmayan ve bağışlayın “cazgır üslûbu”yla yazılan bir şerhtir.

İbn-i Kayyim’in, iddialarına delil olarak getirdiği âyetler ile bir takım “sahîh”, yahud “hasen” hadislerin “delâlet cihetlerinin/taraflarının ne olduğu”, bir çok hadisin de, erbâbınca, “zayıf” veya “uydurma” damgası yemesi, O’nu hiç mi hiç alâkadar etmemiş! Muhtemelen, bir sıkıntıya düşmemek için de, -bir talebe tarzıyla bile olsa- hadis tahriçlerine kitabın hiçbir yerinde asla teşebbüs etmemiş, “uydurma” rivâyetler karşısında lâl ü ebkem olmayı nasılsa becerebilmiştir.

Hâfız Süyûtî’nin Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’în husûsiyetleri ve fazîletleri mevzuundaki “el-Hasâisü’l-Kübrâ” isimli kıymetli bir eseri vardır. Bu eser, umûmiyetle fazîletlerle alâkalı olduğundan, ona, “uydurma olduğunda ittifak bulunmayan” zayıf rivâyetleri de koymuştur. Doktorumuz, bunun üzerine yazdığı sözüm ona tahkîkte ve ta’liklerde çoğu kez, ilmî edeb ve terbiye sınırlarını aşmış, hitab üslûbu yanında bir çok “hasen”, hatta “sahîh” rivâyete gelişigüzel bir biçimde “uydurma” damgasını vurabilecek kadar “kritikçi” olmuştur. Hâlbuki aynı doktorumuz, İbn-i Kayyim’in “akâid”inde delil getirdiği “zayıf” hatta “uydurma” rivâyetlerine kör olabilmiştir. “Nûniyye”ye reddiye olarak yazılan “es-Seyfü’s-Sakîl” ile “Tekmile”si veya -varsa- herhangi bir başka reddiye, hesâba katılmadan ve cevablandırılmadan yazılan bir şerh ne kadar ilmî olabilir? Muhakkık ve müdekkık bir âlimin, herhangi bir hususta, müctehidlik seviyesinde ve büyük bir muhaddis olan İmâm Sübkî’nin, muhaddisliğini düşmanlarının bile kabul ve teslim etmek zorunda kaldığı allâme Kevserî’nin reddiyelerini nasıl hesaba katmaz?!. İlim adamı, da’vâsının/tezinin aleyhinde söylenen ve yazılanları bulup çürütmeden, bir ilmî eser, nasıl yazabilir?! Yoksa, birilerinin gözü açılıp hakîkatleri görmesinden mi korkulmaktadır?!!

Hâsılı, sözünü ettiğimiz şu “şerh” de, manzûm olarak yazılan “Nûniyye”nin nesir kalıbıyla ifade edilmesinin yanında, muârızlarına karşı bir takım “hakâret”lerden başka bir şey bulundurmamaktadır. İkisi de “hakk”larla “bâtıl”ların paçal edildiği lâf harmanı…

Vâkıa, asrımız Ezher âlimlerinden (!) olan Şârih’in bu tavrını garipsemiş de değiliz.

Üçüncü Bahis

İbn-i Kayyim’in Nûniyye’deki Üslûbu


İbn-i Kayyim’in üslûbu, kavgacı, sataşmacı, karalayıcı, aceleci, muğâlâtacı ve saldırgandır. İlmî değil, “ideolojik”tir. Zehebî’nin, bir mektubunda İbn-i Teymiyye’ye, “Haccâc’ın kılıcıyla İbn-i Hazm’ın dili iki öz kardeşti. Billâhi sen o ikisiyle kardeş oldun” dediği gibi, İbn-i Kayyim’in dili, Haccâc’ın kılıcı gibiydi. Onda ilmî vakar ve ağırlığı bulamazsınız. Kendisi gibi “teşbîh” ve “tecsîm” inancında olmayanlar, “Allah’ı, (hâşâ) belli bir yön veya mekâna yerleştirmeyenler”, ya “Allahtan korkmayanlar”, ya “kalbinde zerre kadar îmân bulunmayanlar”, ya “Kurânı yalanlayanlar”, ya “Sünnet’i inkâr edenler” veya “Cengiz han’ın ordusu’nun askerleri”dirler. Bu tarz üslûbu hemen hemen her eserinde hâkim olmakla berâber, “Nûniyye”sinde çok açık ve nettir. Nitekim bu dediğimiz dördüncü fasıldaki kendi ifâdelerinde görülecektir.

Dördüncü Bahis

İbn-i Kayyim’in Nakillerindeki Îlmî Emâneti


İbn-i Kayyim âlimlerden yaptığı nakillerde de yeter miktarda güvenilebilecek bir kimse değildir. Zîra yine meselelerde de göreceğimiz gibi, İmâm Sübkî ve imâm Kevserî, İbn-i Kayyim’in gerek Mu’tezile gerek Cebriye ve gerekse Eş’ariye tâifelerinden yaptığı bir çok nakil için “bu yalandır”, “iftirâdır”, “onlar böyle dememişlerdir”, “aksine onlar, şöyle söylemişlerdir” demektedirler. Başka kitablarında da, meselâ “tevessül” hakkında dört mezheb imamından doğru olmayan nakillerde bulunduğu Ehl-i ilim tarafından isbât edilmiştir.

Beşinci Bahis

İbn-i Kayyim’n Âlimlerin Sözlerini Anlayabilme Seviyesi


İmâm Sübkî ve İmâm Kevserî’nin cevâblarından da açıkça anlaşılmaktadır ki, İbn-i Kayyim, ulemânın sözlerini anlayabilecek seviyede değildir. Âlimler bir söz söylerken O, çoğu kez, bu sözü yanlış anlayıp münâkaşasını tamamen o meseleye ecnebî/yabancı bir sâhada yürütmektedir. “Allah’ın fâil olub olmadığı” mevzuunda görüleceği gibi… O’nun hakkındaki bu “anlayamama” tesbîti, hatt-i zâtında hakkında yapılan bir hüsn-i zanndır. Aksi halde, ortada, “hâinlik” veyâ “muğâlata” bahis mevzuu olacaktı.

Altıncı Bahis

İbn-i Kayyim’in İlmî Derinliği


İbn-i Kayyim, sadedinde olduğumuz kitabında “hâtıbu’l-leyl” yani gecenin karanlığında odun toplayan adam suretindedir. Dolayısıyla karanlıkta, odun yerine yılanı yakalayıp almaktadır. O, akîdede, rahatlıkla, “zayıf”, hatta “uydurma” hadisleri delil olarak ileri sürebilmektedir. Nûniyye’sinde, kılı kırka yaran bir “munekkıd hadis hafızı” ile değil de, âdeta “hurafeci vâizler” gibi bir tiple karşı karşıyasınız. Nitekim bu, getirdiği “zayıf”, hatta “uydurma” hadisleri ileride sergilediğimizde açıkça görülecektir.

Yedinci Bahis

İbn-i Kayyim’in Muârızlarının Delîl ve Cevâblarına Yer Verib Vermediği


İbn-i Kayyim bunu asla yapmaz. O, tâbilerinin kafasını karıştırmaktan şiddetle korkan sahte şeyhler gibi, muârızlarının delillerinden ve cevablarından, hatta mücerred sözlerinden onları çok sakınır. Çürütmek için bile onları ağzına almamaya çalışır. Çizgisinden gidenlerin de tamamının tarzı hemen hemen böyledir.

Sekizinci Bahis

Kasîde-i Nûniyye’nin İbn-i Kayyim’in Son Görüşleri Olup Olmadığı


İbn-i Kayyim bu akîdesinden ömrünün sonunda dönmüş olamaz mı? İnşâellah Ehl-i Sünnet akîdesine dönmüştür. Biz, dediklerimizi, aktardığımız sözleriyle sınırlı olarak diyoruz. Hâtimesine/son nefesine dâir şehâdette bulunmuyoruz. Ancak, İbn-i Receb el- Hanbelî’nin “Tabakâtü’l-Hanâbile” sinde naklettiğine göre O, İbn-i Kayyim'e ölümünden bir sene gibi bir zaman önce devam etmiş ve bu Nûniyye'yi İbn-i Kayyim’den o zaman işitmiştir.[10]

ÜÇÜNCÜ FASIL

Sübkî ve Es-Seyfü’s-Sakîl’i


Bu faslı, inşâellah dört “bahis”te ele alacağız.

Birinci Bahis

İmâm Sübkî’nin Hal Tercemesi ve İlmî Seviyesi


Ali b. Abdi’l-Kâfî b. Alî b. Temmâm es-Sübkî el-Ensârî. Hadîs hâfızlarından, müfessirlerden ve münâzaracılardan biri… Zehebînin de ifâdesiyle asrının Şeyhu’l İslâmı… Allâme Kevserîn’in tabiriyle devrinin en büyük münâzaracısı… Tabakâtü’ş-Şâfiiyye sâhibi Tâcüddîn es- Sübkî’nın babası… Hicrî 683 senesinde Sübk’te doğdu. Sübk’ten Kâhire’ye, sonra da Şâm’a gitti. Hicrî 739 senesinde Şâm kadılığını üstlendi. Sonra hasta oldu ve Kâhireye döndü. 756 senesinde Kâhire de öldü.

Ulemânın O’na olan medih ve senâları saymakla bitmez. Zehebî “Zeylü’l-İber”de[11] O’ndan “şeyhul-İslâm” ve benzeri medih sözleriyle bahseder: “El-Mu’cemu’l-Muhtass”ta da, “allâme”, “fakîh”, “muhaddîs”, “hâfız”, “fahru’l-ulemâ”, “takıyyü’d-dîn”, “Sâdık”, “mütesebbit”, “hayırlı”, “mütevâzi”, “sîret ve ahlâkı güzel”, “ilim kablarından biri”… Fıkhı bilir takrîr eder, hadîs ilmini bilir tahrîr eder, usûl ilmini bilir ve okutur, Arapçayı bilir tahkîk ederdi. Sağlam eseler yazmıştır.[12] Zehebî onu öven bir şiirinde kendilerini köleye O’nu da efendiye (veya pâdişâha) benzetir. “İlimde” Mâlik gibi seviyeye nâil olduğunu, “hukümlerde, en üstün hüküm veren”, “hıfz ve nakd”de İbn-i Maîn, “fetvâlar”da Süfyân ve Mâlik, “Münâzarada ve araştırmada” Fahru’d-dîn(-i Râzî), “nahiv”de de Müberrid ve İbn-i Mâlik gibi olduğunu, söyler.[13] Usûlcu İsnevî, “gördüğümüz âlimlerin en üstün nazar sâhibi, ilimleri en çok toplayanı, ince meselelerde en güzel konuşanı….” olduğunu anlatır.[14] Hepsi kıymetli bir çok eseri vardır. Es-Seyfü’l-Meslûl’ün Muhakkık’ı, O’nun 211 eserini sayar. [15]

İkinci Bahis

İmâm Sübkî’nin Şu Reddiyedeki Mazereti


İmâm Sübkî bu hususta kısaca şöyle diyor: “Bu kasîdenin sâhibi Nâzım (eserini şiir vezniyle yazan İbn-i Kayyım), hakkında konuşacağımdan aşağı mertebededir. Ancak bu hususta kendime İmâmu’l-Haremeyn’i nümûne aldım. O ‘Nakzu Kitâbi’s-Siczî’ isimli eserini yazdı. Bu Siczî, ‘Muhtasaru’l-Beyân’ ismi verilen bir kitabı bulunan hadis âlimidir. İmâmu’l-Haremeyn bu kitabı Mekke’de buldu. Bu kitabda, bir takım meseleler vardı ki birisi ‘Kurân’ın harflerden ve seslerden ibâret olduğu’ dur.”

Sübkî, İmâmu’l-Haremeyn’in, Siczî için, “câhil”, “hafif akıllı”, “câhilliğinde ısrarlı”, “ahmak”, “şaşı”, “mel’ûn”, “kovulan”, “sapık”, “Allah’ın la’netleri üzerine olsun” gibi benzeri sözler sarfettiğini ifade etti. [16]

İmâm Sübkî, kendi ta’biriyle “bu câhil (İbn-i Kayyim) ile istemeye istemeye konuşmak” husûsunda İmâmu’l-Haremeyn’e uyduğunu ifâde ettikten sonra, İbnü’l-Kayyim’in, Siczî’nin onda biri olamayacağını, lâkin, insanın Müslümanların akîdelerini korumak için câhiller ve bidatçılarla da tartışmak zorunda kaldığını, söylüyor ve şöyle devâm ediyor: Münâkaşam, keşke bir âlimle veya bir zâhidle, yahud dinini ve haysiyetini iyi koruyanla, hakka yönelenle olaydı… Ancak bu, kaçınılması zor, hatta imkânsız bir imtihandır, musîbettir…

Üçüncü Bahis

İmâm Sübkî’nin Üslûb
u

İmâm Sübkî, allâme Kevserî’nin de ifâde ettiği gibi, yazılarında ve sözlerinde son derece nezîh bir üslüb sâhibidir. Tâcüddîn es-Sübkî anlatıyor: Evimizin dehlizinde/bodrumunda oturuyordum. Bir köpek çıktı geldi. Ona, “oşt! köpoğlu köpek” dedim. Babam, evin içinden, beni azarladı. O, “köpoğlu köpek” değil midir? dedim. Câizliğin şartı, “tahkîr kasdı olmamak”tır, dedi. [17]

Ne var ki O, İbn-i Kayyim’in çıldırtan hakâretleri karşısında “baklayı dilinin altından çıkarma”ya ihtiyâc duyuyor ve neredeyse İmâmu’l-Haremeyn seviyesinde ifâdeler kullanmaya kendini mecbûr hissediyor.

Dördüncü Bahis

İmâm Sübkî’nin Cevablarının Kısa oluşunun Sebebi


İmâm Kevserî’nin anlattığına göre, İmâm Sübkî çoğu yerde batıllığı apaçık olan sözlere cevâb vermeye lüzüm görmez. Bazen, “görüyorsunuz” ve “gördüğünüz gibi” ifadelerle iktifâ eder. Bazen de çok kısa bir atıfda bulunur. Hâsılı O, sıkıcı bir münâkaşada, sâdece çok mecbur kaldığı yerlerde vecîz konuşup teferruatı ehl-i ilmin bilgisi ve anlayışına havale ediyor, mühim noktalara dikkatleri çekmeyi hedefliyor. Yüzlerce beyti okuduktan sonra, “meselede bir şey kazandırmayacak faydasız boş sözler…” demekle iktifâ ediyor. Hâsılı, denilebilir ki, zâmânının üstün ilim seviyesi bu gibi îcâzları kaldırıyor ve hafîf tenbîh ve îkâzları yeterli kılıyordu. Belki de, Allah celle celâlühû bazı fazîletleri başkalarına sakladığından dolayı hal böyle oldu. Bu da İmâm Kevserî’ye nasib oldu. Allahu a’lem.

DÖRDÜNCÜ FASIL

Zâhid-i Kevserî ve Tekmilesi


Bu faslı da inşâellâh dört “bahis”te yazacağız.

Birinci Bahis

İmâm Kevserî’nin Hâl Tercemesi


Muhammed Zâhid b. Hasen b. Alî el-Kevserî Hanefî bir fakîh (ve muhaddis ve de kelâmcı). Çerkes asıllıdır. Hadis, Kelâm, Fıkıh, Edebiyât ve Siyerle meşgûliyyeti vardı. Hicrî 1296 senesinde doğmuştur. İstanbul Fâtih medresesinde fıkıh tahsîlini yaptı ve orada ders okuttu. Birinci Cihan harbi sırasında, medresedeki ders saatlerinin çoğunda dînî derslerin yerine yeni ilimleri yerleştiren İttihâtçılara karşı geldiği için, onların sıkıştırmalarına marûz kaldı. Cumhûriyet’in kurulmasından sonra tutuklanmak istenince, 1341/1922 senesinde gemilerden biri ile Mısır’ın İskenderiye şehrine gitti. Bir zaman Mısırla Şam arasında gitti geldi. Sonra Kahire’ye yerleşti. Mısır’da, arşivdeki Türkçe vesîkaları Arapçaya tercüme vazifesi aldı. Arabça Türkçe, Farsça ve Çerkesçe’yi iyi biliyordu. Hicrî 1371 senesinde Kahire’de öldü. Rahimehullâh…

Hindistân Pâkistân, Mısır, Sûriye, Yemen Mağrîb, ve dünyânın diğer değişik memleketlerindeki büyük âlimlerin üstün medih, takdîr ve hayranlıklarına mazhar olmuş, düşmanları bile ilmî üstünlüğünü itirâfa mecbûr kalmıştır. Küfür ve bid’at cebhesinin korkulu rüyâsı haline gelmiş, “tecdîd” perdesi altında İslâm’ı tahrîf etmeye kalkışân küfür cebhesinin soluğunu kesmiştir. Hâsılı O, mektebleşen, eskilerin ifâdesiyle, “Ferîdü asrihî” “vehîdü dehrihî” “berekütü’l-asr”, “nâdiretü’z-zemân”, “âyetün min âyâti’llâh”[18] denilebilecek, -şimdilerde moda olan naylon müceddidlerden değil de-, hakîkî manâsıyla bir müceddid idi. Tefsîr Usûlu, Fıkıh, Hadîs, Ricâl ve felsefe sâhasında yazdığı, telif, ta’lîk, tahkîk, cevâb ve takdîmleri çoktur. Bunlar elliyi aşar.

İkinci Bahis

İmâm Kevserî’nin Es-Seyfü’s-Sakîl’i İlim Dünyâsına Kazandırması


Bir yanda, devletler gücü ile, Müslümanlar arasında “selefîlik” zarfında “teşbîh” ve “tecsîm” inancı yerleştirildi, geliştirildi ve kollandı. Öte yanda da, çağdaş nebbâşlarca mezarından çıkarılan “Mu’tezile” düşünceleriyle Müslümanların, kafası iyiden iyiye karıştırıldı. Biri “aklı kullanmayan veya kullanamayan akılsızlar”, diğeri de “rasyonalist/akılcı akılsızlar” olan şu iki zümreye, Ümmet’in boğazı sıktırıldı. Aslında biribirine taban tabana zıt gibi görünen şu iki anlayış sahiblerinin ortak yanları, “Ehl-i Sünnet” inancındaki bütün bir Ümmet’e karşı olmak ve onun vahdetini yok etmektır. Şu “akılcı akılsızlar”ın zaman zaman İbn-i Teymiyye ve İbn-i Kayyımlerin arkalarına sığınmaları, onları beğendikleri ve kabûllendiklerinden değil, Ehl-i Sünnet muarızlarını tepelemek maksadıyladır. Sonra da onları da tepelerler, olur biter.

İşte, İmâm Kevserî’nin şu hakîki tecdîd çalışmaları, bu oyunun üzerindeki örtünün kaldırılmasından başka bir şey değildir. Es-Seyfü’s-Sakîl’in tahkik, ta’lik ve ilâvelerle neşredilmesi işte bu maksada ma’tuftur. Kevserî… eserleri ve makâleleriyle hakikati ortaya koyan adamdır. Güney Amerika’dan gelib de, Mescid-i Nebî aleyhissalâtü vesselâm’da bana Kevserî'yi soran genç âlimler, bu mayanın tuttuğunu göstermektedir. Nâmütenâhî hamdolsun…

Üçüncü Bahis

İmâm Kevserî ve Es-Seyfü’s-Sakîl


İmam Kevserî’nin “Tebdîdü’z-Zalâmi’l-Muhayyim min Nûniyyeti İbni’l-Kayyim” ismini verdiği Tekmilesi, Sübkî’nin eserini onlarca kat değerli kılmıştır. Sübkî’nin işâret ettiklerini O, açıkça ifâde etmiştir. İmâm Sübkî’nin, devrinin şartlarına göre lüzûm görmediği veya hiç göremediği için işâret etmediği bir çok noktaya da Kevserî, lüzûmuna binâen “Tekmile”sinde açıklık getirmiştir.

Dördüncü Bahis

İmâm Kevserînin Üslûbu


Kevserî’nin uslûbunun sert olduğunu söyleyenler var. Her insâf sâhibi bilir ve kabûl eder ki, şu “sert/ağır olduğu” söylenen sözler, muârızlarca sarf edilen sözler yanında yıkanmış sözlerdir.

Kevseri, İmâm Ebû Hanîfe’ye yakıştırılan, “papaz”, “zındık”, ”mürted” ve benzerî süflî ifâdeleri ihtivâ eden rivayetler için “mahfûz olan bunlardır” diyen Hatîbi Bağdâdî’ye, O’na, “Muğîsü’l-Halk”de, olmadık hakaretleri yapan Cüveynî’ye ne diyecekti? Öte yanda, Mücessime ve Müşebbihe itikâdlarıyla İmân’ı ve İslâm’ı dinamitleyenlere ne söyleyecekti? “Bence, bu dedikleriniz doğru olmayabilir, ne buyurursunuz efendim” mi diyecekti? “Bu hakaretleriniz belki de ayıb olabilir…” deseydi çelebiliği zede alır mıydı ne dersiniz?


BEŞİNCİ FASIL

Kasîde-i Nûniyye’nin Mevzu ve Bahislerinin Bir Kısmı


Biz bu bölümde önce İbn-i Kayyim’in görüşlerinden bir kısmını “bahis” “bahis” verecek, sonra da Sübki ve Kevseri’nin tenkitleri ışığında onları tahlil edeceğiz. İbn-i Kayyim, düşüncelerini, hayali bir “karşılıklı konuşma” şekliyle yazıyor. Bu karşılıklı konuşma (diyalog) meclisini toplayan meclis reisi ise ya kendisi veya şeyhidir.

Birinci Bahis

Allah’ın Kelâmı


İbn-i Kayyim: Sıfatları ve ulüvv’u/Allah teâlâ’nın maddî olarak yüksekte olduğunu kabûl edenle, muattıl arasında müzakere meclisini topladı… Müsbit’in sözlerinden biri de, (كهيعص, حمعسق, ق, ن ) “ayetlerin yazı ve seslerinin” gerçekten Allah’ın kelâmı olduğu ve ‘Allah’ın, Sahabe’nin işittiği Kurân’la konuştuğu’dur.

Sübkî: Bununla (İbn Kayyim’in) murâdı ‘Allah’ın kelâmının harf ve ses olduğu’dur. Bu câhil, Allah’ın kelâmı ile ona delâlet eden lafzın arasını ayırmıyor.

Kevserî: İbn-i Kayyim, sadece o kadar değil, “Kelâm-ı Lafzî” ile “Kelâm’ı Nefsî” arasını da ayıramıyor. “Rûhu’l-Meânî” tefsirinin başlarında, “Kelâm-ı Nefsî” hususunda latîf ve uzun bir îzâh vardır. Öyle ki, tereddüt sâhibine hiçbir şek bırakmayacaktır. Âlûsî burada “Kelâm-i Nefsî” hakkındaki sözüne son verdikten sonra şöyle demiştir:

Bu izahı kim kavradıysa, ondan bu babdaki (Kelâm-i İlâhî mevzuundaki) içinden çıkılmaz gibi gözüken problemler savulmuş oldu ve gördü ki, İbn-i Teymiyye, İbn-i Kayyim, İbn-i Kudâme, İbn-i Kadı el-Cebel, Tûfî, İbn-i Nasr es-Siczî ve emsallerinin teşnî’leri kapı zırıltısı ve sinek vızıltısıdır… Fikirleri inhiraf etti. Görüşleri karmakarışık oldu ve Ümmetin alimleri ve imamların büyükleri aleyhlerine konuştular ve kınamada ileri gittiler. Düşüncesizlikle, akletmemekle ve haddi aşmakla, suçlamada ölçüyü kaçırdılar, ileri gittiler.

İbn-i Kayyim: “Allah semâvâtın üstündedir.”.

Sübkî: O’na, “Allah ve Resûlü, hangi ayet ya da hadiste ‘Allah semâvâtın üstündedir’, buyurdu?” denilir. Halbuki sözünün başında “Rabbimizin dediğini diyoruz” demiştin. Rabbimiz nerede, “O mahlükatı’ndan bâindir (ayrıdır). Mahlûkatında onun zatından hiçbir şey yoktur. Zatında da mahlûkatından hiçbir şey yoktur” dedi?

Sen, Allahın demediğini O’nun “dediği”ne nisbet ettin.

İbn-i Kayyim: Muattıl (sıfatları kabul etmeyen) bunu müsbitten duyunca sustu, bunu içine attı ve şeytanlarıyla baş başa kaldı. Kimileri kimilerine…vahyetti…

Sübkî: Onun bütün bunlarla anlatmak istediği, Allah-u a’lem Eşariyye, Şafiiyye, Mâlikiyye ve Hanefiyye taifeleridirler ki, onlar, İbn-i Teymiyye’ye karşıdırlar. “Muattıla” diye isim verdikleri de onlardır. “Müsbit” ile muradı İbn-i Teymiyye’dir.

İbn-i Kayyim: Bunlar, “Muattıl”, “Müşebbih” ve “Muvahhid” için verilen güzel misallerdir.

Sübkî: “Muattıl” ile kasdettiği, Eşarîler Cemaati, “Muvahhid” ile kasdettiği kendisi ve taifesidir. “Müşebbih” ise, O’na göre mevcüd değildir. Muarızlarının “Müşebbih” ile kasdettikleri, O ve taifesi, “Muvahhid” ile kasdettikleri, kendileri, “Muattıl” ise Onlara göre yoktur. Zira, Muattıl yaratıcıyı (sıfatlarını) inkâr edendir. Müşebbih de Allah’ı yaratıklarına benzetendir. Görünürde buna hükmeden yoksa da, bunu, yani “benzetme”yi lâzım getiren şeylere hükmeden vardır.

Şunda hiçbir şek yoktur ki, kendisi için, “benzetmenin lâzım gelmesi”, düşmanları için “(sıfatları) nefyetmenin lazım gelmesi”nden daha açıktır. İnsan kendini imtihan etse, Eşarî’nin Muattıl olmadığında (ama bu adamın) Müşebbih olduğunda hiç şüphe etmez. Diliyle bunu inkâr etmesi onu kurtarmaz. O “Allahı yaratıklarına benzetenin küfre girdiğini” kendi nefsi aleyhine itiraf etti…

İbn-i Kayyim: Cehm ve yandaşları Allah’ın sıfatlarını inkâr ettiler. Hatta O’nu en üstün semalardan nefyettiler (göklerde O yoktur dediler). Arş’ı Rahmandan boşalttılar. (Allah Arş’ta değildir dediler).

Sübkî: Cehm çok seneler önce geçti gitti. Bu gün onun mezhebinde bilinen bir kimse de mevcûd değildir. Böylece bilindi ki; İbn-i Kayyim’ın “Cehmiyye” ile muradı Şafiî’ler, Malikî’ler, Hanefî’ler ve Hanbelî Fâdıllarından olan Eşarîler’dir. Öyleyse, Manzûme sahibinin ıstılahı bilinsin. Cehmiyye’ye nisbet ettiği her bir şeyle kastı onlardır.

Bu hususta Mu’tezile de Eşariyye görüşündedirler. Ancak onlardan bu memleketlerde bulunan yoktur. Varsa da görünmemektedirler. Öyleyse, Kasîde’nin sahibinin bu kasidede bahsettiği, Eşariyye mezhebinde olanlardır.

İbn-i Kayyim: Onlara göre, “kul fail değildir”. Aksine kulun fiili göz kapaklarının hareket etmesi gibidir.

Sübkî: “Kul onlara göre fail değildir” sözünde bu cahil yalan söyledi. Lâkin bununla onların muradı “Kul fiilini yaratmaz. Yaratıcı değildir. Kulların fiillerini yaratan Allah sübhânehû’dur”. Bu yüzden bu cahil bununla onların “kul fail değildir” dediklerine inandı. “Kulun hâlık olmadığı” doğrudur. “Fâil olmadığı” da bâtıldır. Fail, fiil kendisiyle kâim olan, hâlık da fiili var edendir. Fiili yoktan var eden ancak Allah’dır. “Göz kapaklarının hareket etmesi gibi” sözü ondan sadır olan büyük bir câhilliktir. Zira O, cebir ile Eşarî mezhebini ayırmadı. Sonra, “Allah kulu kendi fiili olmayan bir işle Cehennem ateşine atacak” dedi. Bu câhil câhilliği ve yalanına devam etti. Sonra “lâkin onları Allah kendi fiilleri ile cezalandıracak” dedikten sonra “Zulüm ise onlara göre bizzat imkansız, bir şeydir” dedi. Ardından, “(böyleyken, Allah) o (zulümden) nasıl tenzih edilir ve bu tenzih nasıl medih olur” dedi.

Deriz ki: Ey câhil Allah’a ve kullarına karşı cüretkâr davrandın da fiil ile yaratmayı ayırt etmedin. Câhilliğinle ikisinin de bir olduğunu ve kulun fiiliyle cezalandırılmayacağını zannettin ve “bu akıl sahiplerince akla sığmayan bir şeydir” dedin. Sen, Rubûbiyyet hükümlerini akletmekten uzak olmana rağmen, sende hangi akıl var da, onunla akledeceksin?!.

Kevserî; Bu kasîde sahibi hakkında en azından söylenebilecek olan “câhil olduğu” dur. Şifâu’l-Alîl de, kulun kesbi hakkında anlattıklarını okuduğunda, onu, İmâmül Harameyn’in el-Akîdetü’n-Nizamiyyesi’nden kulların fiilleri hakkında söylediğini nakledip de sonuna kadar onu takip eder halde bulacaksın. Sonra dönüp “Cebr”in en aşağı mertebesine düşer. Ardından Mu’tezileyi nihâi mertebede yerer. Sonra onu, cüretkârlıkta onları geri bırakır halde görürsün. Hasılı Onu, insanların görüşlerini, anlamadan bir araya toplayan ve cin çarpmış gibi aklı fesada uğramış biri olarak bulursun.

İkinci Bahis

Allahın Fiilleri Muallel midirler?


İbn-i Kayyim: Keza, (Muattıl) Allah’ın emrinin ve ıtkânının/(muhkem yapmasının) gayesi olan “hikmet” için, “yoktur” dediler.

Sübkî: Alimlere karşı şu cüretkârlığı’na, yalan ve iftirasına bakın!….

Kevserî: Bunu, mümin fırkalar arasında söyleyen, hiç bir kimse yoktur. Onlar dinden bizzarûre/kaçınılmaz olarak, Allah’ın, “Azîz ve Hakîm” olduğunu bilmişlerdir.

“Allah sübhânehû ve teâlâ’nın fiillerinin, maksadlarla sebeblendirilemeyeceği”ne gelince, bunun, “hikmeti, inkâr etmek”le alakası yoktur. Aksine bu, öyle bir hüküm vermekten korkmak ve sakınmak kabilinden bir şeydir.

“Allah’ı, bir iş yapmaya sevk eden maksad (ve hikmet) varmış ta, o (maksad ve hikmet) olmasa, sanki Allah o işi yapmayacakmış”, gibi bir hükme varmaktan korkuyorlar. Çünki, Kitab ve Sünnet’te böyle bir söz kullanıldığının gelmediği ve yine bunda başkasıyla kemâl talebi bulunduğu için, bunun sakınılacak ve kaçınılacak şeylerden olması gizli değildir.

Muhakkık fıkıh âlimlerinin, -biz onları anlatsak da anlatmasak da,- kurallara dönecek olan hikmetler ve maslahatların var olduğuna hükmetmelerine gelince; bunda korkacak bir şey yoktur. Aksine bu katıksız bir doğrudur. Bu, Allah’ın “(kendi) ihtiyar(ı/irâde ve seçimi) ile iş yapan olduğu”na inananlara göredir. Nitekim hak olan da budur.

Allah’ı vaciblik yoluyla iş yapan bir varlık olarak kabul edenlere gelince… Onlar ortada ne bir maksad ne de bir hikmet tasavvur etmezler. Burada vaciblik ile murad edilen mahmul şartıyla zaruret değildir.

Garibdir ki, İbn-i Kayyim, vacibliğe kaildir. O kadar ki, sen onu “öncesi olmayan hâdisler/sonradan olma şeyler” fikrini savunur halde görürsün. Bununla beraber bunların (olanların) maksadlarla illetlenmiş/sebeblendirilmiş olduğu kanaatinde olur. Bu birbirini yalanlayan şahadetlerden başka bir şey değildir.

İbn-i Kayyim: Cehm ve taraftarları Allah’ın muattal olduğuna, sonradan değişikliğe uğrayarak, Deyyân (Allah) ile kaim bir emir olmaksızın Allah’ın kâdir olduğu şey haline geldiğine hükmettiler.

Sübkî: Maksadı “Allah’ın ezelden beri bir iş yapmakta olduğu”dur. Bu, “âlemin kadîm ve ezelî” olduğunu lazım getirir. Bu ise küfürdür.

Kevserî: Bu lâzım getirme “açıktır”. “Mezhebin lâzımı Mezheb değildir” şeklinde söylenen söz, lüzûm (açık) olmadığı yerlerdedir. Öyleyse, akıllı olanın mezhebinin lâzım getirdiği, onun için mezhebtir. “Açık lâzım”ını inkâr ile beraber, “lâzım”ın “melzûm”una (ayrılmayıp yapıştığı, beraber olduğu şeye) hükmeden, “bu lâzım”ı kendisi için mezheb saymaz. Lâkin bu inkâr onu akıllılar rütbesinden düşürür. “Mezhebin lâzımı” hakkındaki tahkik (işin hakikatının ortaya konması) işte budur. O halde, küfrü, “açık bir luzûm” ile lâzım getirecek şeye inanan kimsenin işi “kafir” veya “akılsız bir yaratık” olmak arasında deverân eder.[19]

Üçüncü Bahis

Hâşâ Allah’ın Maddi Olarak Yüksekte Olduğu İddiası


İbn-i Kayyim: Sonra bir gurup geldi, Allah’ın sıfatlarını yalanlamayı, tenzih kalıbı içerisinde gizledi ve şöyle dedi: “Allah içimizde değil, kâinattan hariç de değildir”. Hatta, “Kainâttan ayrı değil, içinde değil, aynı değil, göklerin ve Arşın üstünde ne Rab vardır ne Rahmân. Arşın üstünde ilâh yok. Orada yokluktan başka bir şey yok. Aksine Arşın Rabbinden olan payı yeryüzünün ve binaların temellerinin payıdır. Arşın üstünde olsa şu cisimler gibi olur” dedi.

Kevserî: Anlattığı kimseler, her bir mücessim ve sapığın düşmanları olan Ehl-i Sünnet’tir. Allah, âlemin içindedir denilmez. Nitekim dışındadır da denilmediği gibi. Allah Arşın üstünde istikrar etti/yerleşti de denilmez. Çünki bu inançlar, ne Kitab’da ne de Sünet’te gelmedi. Zira bunlar cisimlerin şânıdır. Kim Allah’ın âlemin içinde ve dışında olduğuna ve Allah’ın (bir yerde) yerleştiğine cevaz verirse o putperesttir. Ehl-i Sünnet’i bu inançlarında kesin (akli) deliller ve ayetler, teyid etmektedir. Bu hususta “Müşebbihe”nin elinde (değil delîl) şübheye benzer bir şey (bile) yoktur. Nitekim, şu sapık Nâzım’a rağmen, bu gelecektir.

İbn-i Kayyim: Üstün ilim sahiblerinden biri, “Beni Yunus aleyhisselâm’a üstün tutmayın” hadisi hakkında, “denizin derinliklerindeki Yunus aleyhisselâm ile göklere çıkıp yedi gök tabakasını aşan Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ikisi oralarda Rablerine yakınlıkta birdirler”, diyor. Ey Sünnet yolundaki kimse! İlâhı’na hamdet. Değilmi ki seni iftiracının tahrifinden korudu. Vallahi! Rabbinden korkan, imanı olan bu te’vîle razı olmaz. Bu, hakîkaten dinden çıkmanın ta kendisidir. Hatta bu katıksız bir tahrif, en soğuk bir hezeyandır….. Böyle teviller dinleri ifsâd etti.

Sübkî: İşaret ettiği üstün kimseler…….. dır. Sözü edilen hadisi, söylediği şekilde tefsir etmesi sahihtir. Bu tefsiri, ondan önce İmam Mâlik yapmıştır. Bunu, fakih, imam, İskenderiye Kadısı, müfessir, nahivci, usulcu, hatîb, edîb ve bir çok ilimde mutehassıs Nâsıruddîn İbnü Münîr el-Mâlikî “El-Müktefâ fi Şerefi’l Mustafâ” isimli eserinde, Allah için cihet olup olmayacağını söylerken hikaye etti ve şöyle dedi: İşte bu manada Mâlik (r.h.) Nebi sallallhualeyhivesellem’in “Beni Yunus b. Metta’ya üstün tutmayın” sözünde işaret etti ve şöyle dedi: (Hadisde) Yunus aleyhisselamın hususiyetle zikredilmesi ancak şundandır; Nebi sallallhu aleyhi vesellem Arşa yükseltilmiş, Yunus aleyhisselam da denizin dibine inmiş olmasına rağmen Allah’a nisbetleri birdir. Eğer üstünlük nisbetle olsaydı, Nebi aleyhisselam Yunus b. Metta’dan mekan bakımından üstün olur ve “O’nu üstün tutmayı” yasaklamazdı. Sonra Fakîh Nâsuriddîn faziletin rutbeyle olduğunu açıklamaya başladı… Mâlik şu hadis’i, bu herifin “ilhaddır/dinden çıkmaktır” dediği sözle tefsir etmektedir. Öyleyse, Mulhid o’dur. Allah’ın la’neti üzerine olsun.

Kevserî: Sübkî’nin kitabında sözü edilen “Fâzıl/üstün”ün kim olduğu belli değil, çünki orası Es-Seyfü’s-Sakîl’de yazılı değildir. Fâdıl İmâmu’l-Haremeyn’dır. Bazıları, İmamul-Haremeyn’in talebelerinden, onlar da İmamul-Haremeyn’den şu sözü nakletmiştir. Bunlardan biri de İbn-i Ferah el-Kurtubî’dir. O, “Tezkire”sinde, Kadı Ebu Bekir b. Arabî’den O, İmamul Haremeyn’in bir çok talebesinden onlar da İmam Harameyn’den rivayet ettiler:

Bir ihtiyaç sahibi, İmamu’l-Harameyn’e geldi ve borcundan şikayet etti. İmam, “Belki Allah bir kapı açacak” diyerek, O’na beklemesini işâret etti. O esnada bir zengin geldi ve O’na “Allah’ın yönden münezzeh olduğu”nun delilini”(nin ne olduğunu) sordu. İmamu’l Harameyn, “bunun delilleri cidden çoktur. Bunlardan biri de Nebi Aleyhisselâm’ın, ‘kendisinin Yunus Aleyhisselâm‘a üstün tutulmasını’ yasaklamasıdır”, dedi. Bunun, “hangi bakımdan Allah’ın cihetten/yönden münezzeh olduğuna delâlet ettiğini” anlamak, oradakilere zor geldi. İçlerinden biri bu yasaklamanın “tenzîh”e nasıl delalet edeceğini sordu. İmamu’l-Harameyn, şu ihtiyacı olanın isteğini karşılarsan, söylerim, dedi ve ihtiyaç sahibini gösterdi. O kişi, hacet sahibinin borcunu üstlendi. İmam bunun üzerine şu cevabı verdi: Bu hadis göstermektedir ki, Nebi Aleyhisselâm Sidretü’l-Müntehâ’da iken, denizin içindeki balığın karnında bulunan Yunus Aleyhisselâm’dan Allah’a daha yakın değildir. Bu da gösteriyor ki, Allah yönlerden münezzehtir. Yoksa, “üstün tutmaktan yasaklamak” doğru olmazdı. Oradakiler bu cevabı son derece güzel buldular.

İmam Buharî’nin rivâyeti, “Sizden biriniz sakın, benim Yunus b. Metta’dan daha hayırlı olduğumu söylemesin” şeklindedir. Mana aynıdır. Bu hadisi Kadı Iyâd Şifâ-i Şerîf’de Müellif’in lafzı gibi zikretmiştir.

Allah’a yön tayin etmeye “küfür” ıtlak eden kimseler, imâm’lar arasında son derece çoktur. Allah’ın cihetten münezzeh olduğunun delillerinden biride “kulun Allah’a en yakın olduğu vakit secdede olduğu andır.” hadisidir. Bu hadisi Nesâî ve başkaları rivayet ettiler.

İbn-i Kayyim: Mezheblerini Kuran’a dayandırıp hadise yapışanlar taifesi şöyle dedi; Senin aradığın Allah, kulları üstündedir. Semanın üstündedir. Her mekânın üstündedir. O’dur hakîkaten Arşın üstünde istivâ eden. Her güzel söz sâdece O’na yükselir. Şükrân sâhibinin ameli sâdece O’na yükseltilir. Rûh (olan Cebrâil) ve melekler O’ndan iner, O’na çıkar. İsteyenlerin elleri sâdece O’na yönelir. Resûlüllah sâdece O’na çıktı. Mesîh aleyhisselâm hakîkaten O’na yükseltilmiştir. Her bir mü’minin rûhu sâdece O’na yükselir. Lâkin onlardan ta’tîl sâhibleri (Allahın zâtını yahud sıfatlarını inkâr edenler) câhillik ve hizlân Allahın yardımından mahrum olup perişan olmak) hastalığıyla hasta oan kimseler hâline geldiler.

Kevserî: Kurandaki ilâhî kelam şudur: ’O’dur kulları üstünde kâhir olan’. Allah, Kıptîler hakkında, ‘Şübhesiz biz (Kıptîler), onlar (İsrâil oğulları) üzerinde kâhirleriz’ buyurmaktadır. Bir cismin, başka bir cisim üzerine binmesi mümkin olmasına rağmen, (bu âyetten), Kıptîlerin Benî İsrâîl’in omuzları üzerine bindiğini anlamak, haya perdesini yırtmak olan işlerdendir. Ya bu, cisimden ve cisimle alakalı olan şeylerden münezzeh olan Hak Teâla hakkında nasıl düşünebilir?. Allah’ın “mekan üstünlüğü” ile kulların üstünde olduğuna itibar etmek, ayetle alakası olmayan bir ilhattır, haktan dönmektir. Allah’ın zâtının göklerden birinden ve her bir mekandan üstün olduğuna itibar etmek de aynı derecede sapıklıktır. Kurân’da bunu zayıf bir zanla gösteren ayet nerede?… İstivâ ile, Mücessime’nin Şeyhi Mukatıl b. Süleymân’a uyarak “istikrar”/yerleşmek murad ediyor idiyse, ayet bu hususta susmuş bir şey dememiştir.

Arazların ve manaların Allah’a yükselmesi bunun (madde olmayan şeylerin yükselmesini) “kabul etmek”ten mecâz olduğu ilk bakışta anlaşılacak olan delillerdendir. Meleklerin göklerden inmeleri ve göklere çıkmalarından ne olmuş? İsteyen kulların kasdı başkasına değil de, sadece Allah’adır. Lâkin elleri semaya kaldırmalarında Allah’ın zatının semada karar kıldığıyla, alakası olmayan bir şeydir. Bu sadece duanın kıblesi ve nurların, yağmurların ve bereketlerin indiği yer olmasındandır: “Semadadır rızkınız”[20] Başın yönü zaman zaman değişen şeylerdendir. Nitekim bunu medreselerdeki küçük talebeler bilirler. Nâzımın ma’bûd’u sürekli bir yerden bir yere intikal halinde midir?... Yer yüzünün diğer yerlerindeki dua edenlerin hali ne olacaktır? Bu, her tarafı kaplayan (koyu) bir cahilliktir.

Nebi Aleyhisselâm’ın İsrâsı (daha doğrusu Mi’râc’ı) Allah’ın mekanını kaplamak için değildir. Allah’ı mekandan tenzih ederiz. Aksine O’nu (Nebî sallallahu aleyhi ve selemi) Rabbi, en büyük ayetlerini O’na göstermek için gece götürdü (ve miraca çıkardı). Nitekim Kurân bunu ifade etti.

İsa Aleyhisselâm’ın makamı Mi’râc hadisesinden ortaya çıkmaktadır. Yazıklar olsun Nâzım’a!.. Sünnet’in ne de şaşırtıcı mertebede cahili imiş!. Evet Hiristiyanlar arasında “Oğul”un semaya çıkarıldığını “Baba”sının yanında “oturduğunu” iddia edenler vardır. Ruhların semaya çıkışını tecsime elverişli gören kimdir?.

İbn-i Kayyim: Benimle beraber yolculuk eden Cengizhan’ın ordusu olan Cehm’in talebelerine, Sünnet taraftarları hakkında sordum; kimdir şunlar? Şöyle dedi(ler): Müşebbihe, Mücessime!.. Sözlerini dinleme. Onlara lâ’net et. Kanlarının dökülmesi hükmünü ver. Onlar Cehmîdirler ve Hıristiyanlar’dan sapıktırlar. Onlarla “Allah dedi” “Resûlü dedi” sözleriyle mücadele etme. Onlardır o söze evlâ olanlar, en lâyık olanlar. Onlarla imtihan olursan, hadisleri ve Kurân’ı tev’il ve ilhad için, yalanlama üzerine muğalata yap.

Kevserî: Bak şu Haşevî’ye! Nasıl da Allah’ı cisim ve cisimle alakalı şeylerden tenzîh eden Ehl-i Sünnet’i Cengizhan’ın taraftarları yapıyor!…

Hâtime

İslâmî meselelerdeki tefrit ve gevşeklik ile, insafı yok eden ifrat arasındaki i’tidâl ve istikâmet ancak, îman gayreti, din asabiyyeti, üstün himmet, akıl, idrak, firâset, muhakkıklık, ve mudekkıklik ile kazanılabilir…..

Aktaramadığımız uydurma yahut zayıf veya manası tahrif edilmiş hasen ve sahih hadis, imamlara iftirâ, “İcmâ” idiaları ile ispât edilmeye çalışılan haşa “Allah’ın mekanı”, “yukarda olması” gibi Firavun itikadı nevinden i’tikadlar, siyasi güçle Müslümanlara kabullendirilmeye çalışılmaktadır. Böyle bir zamanda çok dikkatli ve gayretli çalışmalarla oynanan oyununun üzerindeki sis perdesini def’ etmek lazımdır.

İmâm Kevserî âbidevî eserleriyle buna en ileri seviyede muvaffak olmuştur. Mesele, onun yazdıklarını eli yüzü düzgün bir şekilde Türkçeye kazandırmaktan ibarettir. Bu arada itidâl ve istikâmeti de elden bırakmamak elzemdir. Yok etmeniz gerekenleri, yok edeyim derken saklamak zorunda olduklarınızı da kollamak ve kaybetmemeye mecbursunuz. Karşılıklı tarafların mevzuu ile alakalı olarak birbirlerine yazmış olduğu eserleri, erbabı olanların bulup bir mudakkık ve muhakkık gözüyle sabırla okuması, avam için anlaşılır bir halde yeniden yazıp izah etmeleri gerekir. İlm-i Kelâm müderrislerinin Allah’ın sıfatları, sıfat ayetleri ve sıfat hadisleri bahsini yeniden geniş mulâhazalarla ortaya koymaları icap etmektedir. Sözü edilen şu muzırr akideler Türkçeye tamamıyla çevrilmiştir. Uyuşuk uyuşuk durmanın bir manası yoktur. Vesselâm….

--------------------------------------------------------------

[1] Kevserî’nin takdiminden:15

[2] Kevserînin takdiminden:15

[3] Dicle ve Fırat arasında bir şehir. İslam tarihçilerinin "el-Cezîre" adını verdikleri Yukarı Mezopotamya'nın Diyâr-ı mudar denilen kısmında, Şanlıurfa'nın 45 km. kadar güneydoğusunda bulunmaktadır.

[4] Hâdi’l-Ervâh mukaddimesi. Mektebetü ve Nehdatü’l Hadîse. Mekke-i Mükerreme. Sûku’l- leyl, 3. baskı:1392-1972

[5] Kevserî es-Seyfü’-Sakîl takdîmi:15

[6] En ağır şekilde cerh edilmiş raviler için kullanılan bir tabirdir. Böyle ravilerin rivayetleri hiçbir surette alınmaz.

[7] Takdîm: 14

[8] Ö:863

[9] Es-Seyfu’s-Sakîl Nâşiri : 8

[10] İbn-i Receb, Zeylu Tabakâti'l-Hanâbile, 4/448.

[11] 204den naklen, es-Seyfü’l-Meslûl tahkî’i:43,44. Dârü’l-Feth, Ummân-Ürdün.2000, 1. baskı

[12] 116’dan naklen, aynı yer:60

[13] Tabakâtü’ş-Şâfiiyye’den naklen, aynı yer:60-61

[14] Aynı yer:56.

[15] Aynı yer:67-78.

[16] Es-Seyfü’s-Sakîl:26-27.

[17] Şerh-i İhyâ, 8/566’dan nakleden Ebû Ğudde, Er-Ref’ ve’t-Tekmîl hâşiyesi:46. Mektebetü Matbûâti’l- İslâmiyye. 2. baskı.

[18] Asrının biriciği, zamanının tek adamı, asrın bereketi, zamanın çok zor bulunur adamı, Büyüklüğü ile, Allahın nâmütenâhî olan yüceliğinin alâmeti.

[19] Yani, insanın Allah’ın “ezelden beri iş yapmakta, yani yaratmakta olduğu”na inanması “yaratılanların kadim olduğu”nu açıkça vasıtasız lazım getirir. “Alemin kadîm olması” inancı “Allah’ın ezelde yaratması” inancından ayrılmayacak bir inançtır. Akıllılarca “Allah’ın ezelde yaratması”na inanıp ta “alemin kadîm olduğu”na inanmamak olacak şey değildir.

Bir görüşün bir başka görüşe lüzûmu, yani yapışıp ondan ayrılmaması, bazen “açık” yani vasıtasız olur. Meselâ siz, bir varlık için, “ezelîdir” derseniz, onun için “kadîmdir” demeniz, açık, olarak “lâzım” olur. Bir yanda, bir şey için “ezelde yaratıldı” deyip de öte yanda, “Kadîm değildir” diyemezsiniz. Kezâ, “Allah’ın uzuv manasında eli var” diyen, öte tarafta “Allah cisim değildir” diyemez. Çünki, “Uzuv olmak”, “cisim olmayı” vâsıtasız ve açık olarak lâzım getirir. Zîra “cisim olmak”, “organ olma”ya lâzımdır, ondan ayrılmaz. Sizin bir düşünceniz ikinci bir düşünceyi, o da üçüncü bir şeyi lâzım getirirse, birinci şeyin, ikinci şey vâsıtasıyla üçüncü şeyi lâzım getirmesine “açık olmayan” lüzûm derler ki, bu, size aid “mezheb” olmaz.

[20] Zâriyât:22.

Kaynak: İnkişaf Dergisi, No: 7

Yazıların Kaynakları

Bu sayfadaki yazılar genel olarak şu iki kategoriden birine girmektedir:
1. Gazete, dergi veya kitaplardan alınmış kısımlar veya makaleler. Bunların yazarları ve hangi kaynaktan alındığı açıkca belirtilmiştir. İstifadeli olduğunu ve mühim bilgiler ihtiva ettiğini düşündüğüm yazıları -muhtevalarını değiştirmeden- buraya aldım. Bu tür yazılarda ifade edilen görüşler yazarlarına aittir.
2. Kendi araştırmalarıma dayanan, çeşitli kitaplardan ve makalelerden istifade edilerek derlenmiş yazılar. İstifade edilen kaynaklar listelendikten sonra genellikle "Hazırlayan: Murat Yazıcı" ifadesi yazının sonuna eklenmiştir.
Bu sayfadaki yazıların mühim bir kısmını çeşitli forumlarda yayınlamıştım. Bu tür yazılarımı düzeltmeler ve ilaveler yaparak burada toparladım. Gerektiğinde eski yazılara yeni belge ve bilgiler ekliyorum.
Not: Sayfanın sol üst köşesindeki rakam, 3 Ocak 2009'dan bu yana bu sayfanın kaç kere görüntülendiğini göstermektedir. Bu rakama blog yöneticisinin girişleri dahil değildir.

Yazıların Kullanım ve Dağıtımı Hakkında

Bu sayfadaki yazıları kopyalayabilir ve kullanabilirsiniz. Buradaki herhangi bir yazıyı başka bir sitede yayınlarsanız, bu sayfaya ( http://muratyazici.blogspot.com/ ) bağlantı vermenizi rica ederim. Zamanla ilave başlıklar eklemenin yanı sıra, mevcut başlıklara da yeni belgeler eklemeyi planlıyorum. Bu sayfaya bağlantı verildiği takdirde, her okuyucu ilgilendiği yazının en yeni haline ulaşma imkânına sahip olacaktır.