Ehl-i Sünnet Müdafaası

Ehl-i Sünnet Müdafaası

Bu sayfayı hazırlamaktaki maksadım "Ehl-i sünnetin müdafaası" için bir bilgi ve belge bankası meydana getirmektir. Faydalı olacağı ümidi ile başladım. Allahü teâlâ hâlis niyet, hayırlı netice ve muvaffakıyet nasib etsin. Bu sayfayı ziyaret eden kardeşlerimden hayır dualarını istirham ederim. (Daha fazla bilgi için sayfanın altına bakınız.)

Tüm Yazılar

30 Haziran 2007 Cumartesi

İbni Teymiyye Hakkında Günümüz Kaynaklarından İktibaslar

Molla Sadreddin Yüksel diyor ki:

Türkiye'de bilhassa İstanbul'da kupkuru, tam manasıyla cahil yeni bir gurup türemiştir. Bu gurup kendine selefi ismini vererek, Allahü teâlâya -haşa- cisim ve mekan isnad edecek kadar ileriye giden İbni Teymiyye ve haleflerini örnek aldığını iftiharla söylemektedir. Mezhepleri ve müctehidleri reddediyorlar. (Makaleler, Madve Yayınları: 11, Ekim 1985; s.7)

Ubeydullah Küçük diyor ki:

Şeytani ihtilaf yangınını İslam dünyasında ilk çıkartan hain, yahudi dönmesi İbn Sebe'dir. Farmason ve anarşist Afgani, onun çömezi mason Abduh, onun tilmizi İngiliz maşası Reşid Rıza ve günümüzdeki takipçileri de yakıcı ve yıkıcı ihtilaflar çıkartmışlardır. Haşa, "Allah semadadır" diyen İbn Teymiyye, Müslümanları müşrik ilan eden M. bin Abdülvehhab da bu uğursuz kafiledendir. Her müslüman rahmani çeşitlilik ile şeytani ihtilaflar arasındaki farkı bilmelidir....İbni Teymiyye birçok noktalarda aşırı gitmiş, "gulüvv"a sapmış, İslam'ı daraltmış, tecsim (antropomorfizm) girdabına batmış, ezici çoğunluk tarafından reddedilmiş, şaibeli bir kimsedir, kılavuz olamaz. (Bedir Yayınevi'nin Kitabül-Kebair kitabına yapılan 8. Ek, s.287-288)

İhsan Şenocak şu bilgileri veriyor:

İslam düşünce tarihinde hakkında en çok söz söylenen isimlerden birisi olan Harranlı İbn Teymiyye, Eşariler başta olmak üzere Ehl-i Sünnet hassasiyetine sahip kelamcılara sert eleştirelerde bulunmuş, ulemanın hazır bulunduğu muhakemelerde sorgulanıp teşbih akidesinden ve icmaya aykırı fetvalarından dolayı defaatle cezalandırılmıştır. Müteşabihatı tefsir ederken ayetlere zahiri anlamlarını veren, semada yerleşme, bir yere oturma, hareket etme gibi insanlara ait fiilleri Allahü teâlâya isnat eden İbn Teymiyye, Sünnet ve Cemaat Akidesini benimseyen alimler tarafından tenkit edilmiş, görüşleri hakkında çok sayıda reddiye kaleme alınmıştır. (İnkişaf Dergisi, No:7)

Ali Nar diyor ki:

"İbni Teymiyye aşırılıklara düştü. Fıkıh mezheblerini, Ehl-i Tariki ağır tenkidde bulundu. Hatta teşbih [Allahü teâlâyı cisim ve mahluklara benzetme] inancına tutuldu... Hasılı, devrindeki ve sonraki Ulema onun birçok yönden ilmiyle saptığı kanaatine vardı." (İmam-Hatib Liseleri İçin İlm-i Kelâm Dersleri, Selâm Yayınları, İstanbul, 1984, s. 57)

Abdurrahman Güzel şu bilgileri veriyor:

"Bazı felsefeciler ile İbn-i Teymiyye ve gölgeleri İbn-i Kayyım ve diğerleri, "bazı hâdislerin/sonradan yaratılan eşyânın/varlıkların aynı zamanda Kadîm/ezelî olduğunu", yani onların hem “yaratılmış” hem de “kadîm” ve “ezelî” olduğunu iddia etmişlerdir. Allah celle celâlühû’yu hâşâ hiçbir zaman koltuksuz bırakmamak için Arş'ın aynı zamanda hem mahlûk yani yaratılmış hem de kadîm olduğunu iddia etmişlerdir. Bir yandan felsefecilere karşı nasslardan yana mücâdele ettiklerini iddia edip mü’minleri yanıltırlarken diğer yanda felsefecilerin kuyruklarına takılmışlardır. Halbuki böyle bir iddia saçma bir iddiadır. Bir şeyin, hem “hâdis” olması hem de “evveli olmayan”/“Kadîm” olması İmkânsızdır. Geniş bilgi için, İmâm Sübkî'nin "es-Seyfu’s-Sakîl”ine ve ona İmâm Kevserî tarafından yazılan hâşiyesi “Tebdîdü’z-Zalâmi’l-Muhayyim”e bakılsın." (Guraba Dergisi, 5. sayı)

Bu konuyu daha iyi anlamak için, Dr. Ebubekir Sifil'in açıklamalarını nakletmek faydalı olacaktır. İbni Teymiyye diyor ki:

"Arş'ı istiva, keyfiyetsiz bir şekilde Allahü teâlânın bir sıfatıdır. Kişinin buna iman etmesi ve bunun bilgisini Allah'a havale etmesi gerekir." (Mecmu'u'l-Fetava, XVI, 400)

İbni Teymiyye'nin kitaplarını tedkik edenler, mesela Dr. Ebubekir Sifil diyor ki:

"İbni Teymiyye sözü bu noktada bırakmış ve tevile sapmamış olsaydı, hem kendisiyle çelişmemiş olur, hem de itiraza muhatab olmaktan kurtulurdu. Ne var ki böyle yapmamış ve tevile bizzat kendisi başvurmuştur." (İslam ve Modern Çağ, Kayıhan Yayınları, c.1, s. 74)

Mesela, istiva konusunu işlediği yerlerden birisinde, bu kelimenin ["istevâ alâ" ifadesinin] bir tek mânâsı bulunduğunu söyler ve şöyle der:

"Hz. Peygamber [aleyhisselam], üzerine binmek için hayvanın yanına geldi; ayağını üzengiye koyduğu zaman 'Bismillah' dedi. Hayvanın sırtına oturduğu ["istevâ alâ zahrinâ"] zaman 'Elhamdülillah' dedi. İbni Ömer de şöyle demiştir: Resulullah [aleyhisselam] bineğine bindiği zaman... ["istevâ alâ ba'îrihî] Bu mânâ, iki hususu ihtiva eder: İstiva edenin, istiva ettiği şeyden yüksekte olması ve onunla aynı seviyede olması. Bir şeyden aşağı seviyede olanın durumu hakkında 'istevâ aleyhi' denmez." (Mecmu'u'l-Fetava, XVII, 375)

İbni Teymiyye'ye göre, Allahü teâlânın Arş'ı istivası onun üzerinde bulunması mânâsında olduğunu göre, burada şöyle bir problem ortaya çıkmaktadır: Allahü teâlânın varlığı ezelî olduğuna göre, Arş'ı yaratmadan önce Allahü teâlâ neredeydi?

İmam-ı a'zam Ebû Hanîfe (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu konuda şunları söylemektedir:

"Allahü teâlâ, kendisi için bir ihtiyaç ve (Arş'ın üzerine) istikrar (yerleşme, mekân tutma) olmaksızın Arş'a istiva etmiştir. O, Arş'ı da diğer mahlukatı da korumaktadır. Eğer (Arş'a ve bir yerde yerleşip mekân tutmaya) muhtaç olsaydı, tıpkı mahluklar gibi alemi yoktan var etmeye ve idareye muktedir olamazdı. (Bir mekânda) oturmaya ve karar kılmaya muhtaç olsaydı, Arş'ı yaratmadan önce Allahü teâlâ nerede idi? Yüce Allah bundan münezzehtir." (İmam Ebû Hanîfe, el-Vasıyye, 73.)

"Arş'ı yaratmadan önce Allahü teâlâ neredeydi?" sorusuna İbni Teymiyye'nin bulduğu cevabın "Arş'ın nev'î kıdemi" olduğunu görüyoruz:

Selefî ekol, Allahü Teâlâ'nın (Arş, sema vb.) belli bir mekânda ve dolayısıyla (uluvv/yükseklik, yukarıdalık gibi) belli bir "yönde" bulunduğunu söyler. Bu bağlamda genel muhtevalı eserler yanında İbn Teymiyye'nin "Kitâbu'l-Arş"ı, İbn Kudâme'nin "İsbâtu Sıfeti'l-Uluvv"u ve ez-Zehebî'nin "el-Uluvv li'l-Aliyyi'l-Azîm"i gibi monografiler de mevcuttur. Allahü Teâlâ'ya mekân izafesi, tabiatı gereği müstakil bir mesele olmayıp, beraberinde başka problemleri de getiren son derece temel bir tartışmadır. Arş'ı da, semayı da, diğer mekânları da yaratan Allahü Teâlâ olduğuna ve O'nun istivasının "mekân tutmak" anlamına geldiği iddia edildiğine göre, İmam Ebû Hanîfe'nin de dile getirdiği "Allahü Teâlâ bu mekânları yaratmadan önce neredeydi?" sorusuna İbn Teymiyye'nin bulduğu cevap, "Arş'ın nev'î kıdemi"dir. Bu, şu demektir: Allahü Teâlâ ezelden beri üzerine istiva ettiği Arşlar yaratmaktadır. Yenisini yarattığında bir öncekini yok etmektedir ve bu, ezelden beri böyle devam edegelmektedir. Bu izah tarzının ne kadar problemli olduğu ise açıktır. Zira Allahü Teâlâ dışında varlığı ezelî olan bir başka varlık tasavvur edildiğinde, zorunlu olarak o varlığın mevcudiyetinin bir yaratıcının varlığına mütevakkıf bulunmadığını, varlığının zorunlu ("vâcibu'l-vücud") olduğunu söylemiş olursunuz. Bunun ne anlama geldiği ise açıktır...(Dr. E. Sifil, Milli Gazete, 7 Ağustos 2004)

"Muhammed Abduh da bu ifade üzerine yazdığı ta'likte şunları söyler: (Bunun sebebi İbni Teymiyye'nin, ayet ve hadislerin zahiri ifadelerini esas alan ve Allahü Teâlânın Arş'a oturmak suretiyle istiva ettiğini söyleyen Hanbelilerden olmasıdır. Kendisine, Allahü Teâlâ ezeli olduğu için O'nun mekanının da ezeli olması gerektiği için bu görüşün Arş'ın ezeli olmasını icabettirdiği, Arş'ın ezeli olmasının ise onun görüşüne aykırı olduğu söylenerek itiraz edilince, "Arş nev' olarak kadimdir" demiştir. Bu şu demektir: Allahü Teâlâ, ezelden ebede kadar bir Arş'ı yok ederken diğerini yaratır ki, Allahü Teâlânın istivası ezeli ve ebedi olsun....)" (İslam ve Modern Çağ, Kayıhan Yayınları, c.1, s. 76.)

İbni Teymiyye'nin talebesi İbn-i Kayyım şöyle der: "Cehm ve taraftarları Allah’ın muattal olduğuna, sonradan değişikliğe uğrayarak, Deyyân (Allah) ile kaim bir emir olmaksızın Allah’ın kâdir olduğu şey haline geldiğine hükmettiler." (Kasîde-i Nûniyye) Bunun hakkında İmam-ı Sübkî diyor ki: "Maksadı “Allah’ın ezelden beri bir iş yapmakta olduğu”dur. Bu, “âlemin kadîm ve ezelî” olduğunu lazım getirir. Bu ise küfürdür."(es-Seyfü’-Sakîl) Hüseyin Avni Kansızoğlu şu açıklamayı yapıyor: "Yani, insanın Allah’ın “ezelden beri iş yapmakta, yani yaratmakta olduğu”na inanması “yaratılanların kadim olduğu”nu açıkça vasıtasız lazım getirir. “Alemin kadîm olması” inancı “Allah’ın ezelde yaratması” inancından ayrılmayacak bir inançtır. Akıllılarca “Allah’ın ezelde yaratması”na inanıp ta “alemin kadîm olduğu”na inanmamak olacak şey değildir. Bir görüşün bir başka görüşe lüzûmu, yani yapışıp ondan ayrılmaması, bazen “açık” yani vasıtasız olur. Meselâ siz, bir varlık için, “ezelîdir” derseniz, onun için “kadîmdir” demeniz, açık, olarak “lâzım” olur. Bir yanda, bir şey için “ezelde yaratıldı” deyip de öte yanda, “Kadîm değildir” diyemezsiniz. Kezâ, “Allah’ın uzuv manasında eli var” diyen, öte tarafta “Allah cisim değildir” diyemez. Çünki, “Uzuv olmak”, “cisim olmayı” vâsıtasız ve açık olarak lâzım getirir..." (İnkişaf Dergisi, No: 7)

Muhammed Önder diyor ki:

"İbn Kudâme haberi sıfatların manalarının bilinemeyeceğini, bununla uğraşılmaması gerektiğini, bu tavrın Kitap, Sünnet ve İcma ile sabit ve Selef’in tavrı olduğunu söylemektedir. Bu tesbit Mâtürîdîler ve Eş’arîlerin Selef’in mezhebi hakkındaki tesbitinin aynısıdır. İbn Kudâme eğer Hanbelîleri temsil yetki ve otoritesinde bir ilim adamıysa, söyledikleri, İbn Teymiyye ve talebelerinin Selef-i sâlihîne nisbet ettikleri haberi sıfatların manaları bilinir, Selef de biliyordu; tezlerinin hatalı olduğunu göstermede önemli bir rol oynayacaktır. Halbuki İbn Teymiyye ve onun görüşlerini benimseyenler, haberi sıfatların manalarının bilineceği anlayışının Selef’in mezhebi olduğunu savunagelmişlerdir. İbn Teymiyye’yi, Allah vardı Allah’la birlikte hiçbir varlık yoktu, rivayetini inkara götüren, Allah’la birlikte (havadis la evvele leha, yani) ezelden beri hâdis/sonradan olma varlıklar vardı, dedirten, Allah arşa hakîkaten (mekân tutma manasında) istiva etmiştir, “Allah, kesintisiz yaratmanın halk sıfatında kemal olması boyutuyla muhtar değildir, sürekli yaratmaktadır,” anlayışına sürükleyen, Allah’ın varlığının isbatında kullanılan hûdus delilini inkar ettiren, Allah’ın muhalefetün lil havadis diye bir sıfatı olamaz noktasına getiren ve neticede defalarca küfürden tevbe ettirilmesine zemin hazırlayan, müminlerin arasında hak kasdıyla da olsa fitne çıkarma durumunda bırakan bu yanlışıdır. O’na Mâtürîdîler ve Eş'arîleri ehli sünnet dışı ilan ettiren ve günümüzde Ehl-i Sünnet Müslümanları arasındaki ihtilafa en temel sebep teşkil eden, onun açtığı bu hatalı çığırdır." (Guraba Dergisi, Sayı: 2)

Recep Yıldız'ın değerlendirmesi şöyle:

Benimsediği usul ve hadiselere yaklaşım tarzı itibariyle bakıldığında İbn Teymiyye’nin seleficiliği ile ulemanın usul ve üslubu arasında tevhit kabul etmez farklar vardır. Bu durumda Onun için insanlara doğru bilgiyi aktaran bir bilgi kaynağı, sapmalarına mani olan bir yol gösterici gibi anlamlara gelen alim ünvanını kullanmak güç bir hal almaktadır. Zira O doğrudan ziyade yanlış bilgiye kaynaklık yapmaktadır. İbn Teymiyye ile başlayan anlayışın müntesipleri, geçtiğimiz yüzyılda “hareket” çapında temsil imkanına ulaşmış, günümüzde ise Sünnet ve Cemaat akidesine sahip alimleri şirk ve küfürle itham eder bir işleve kavuşmuşlardır. Yeni selefiler olarak adlandırılabilecek bu grup İbn Teymiyye gibi tahkik edilmeyen bilgilerle kendileri dışındaki her alimi bidat, şirk ve küfürle itham etmektedir. “Ehl-i Sünnet” akidesine sahip alimleri “ehl-i zeyğ” olarak tanıtan grup, insanların doğru bilginin kaynağına ulaşmalarına engel olmaktadır. Günümüz akademisyenlerinin zihinlerinde oluşan istifhamların önemli bir bölümü söz konusu grubun bilgi tahrifatı ile yakından ilişkilidir. (İnkişaf Dergisi, Sayı:7, Ekim-Aralık 2006)

Aynı dergide, Halit İstanbullu şu bilgileri veriyor:

Hicri sekizinci asırda yaşayan İbn Teymiyye’nin (v. 728/1328) “ehl-i sünnet kelamına” karşı yönelttiği eleştirileri ve “selef akidesi” başlığı altında “Haşviyye” ile örtüşen görüşleri eski ihtilafların tekrar canlanmasına yol açtığı gibi, günümüzde “selefîyye” olarak isimlendiren ve söz konusu yaklaşımın müdafaasını yapan bir hareketin doğmasına da yol açmıştır. Düşünce ve meyilleri ile “cemaat-ı kübra”dan ayrılan, hatta mizaç ve ahlaki kriterleri itibariyle de farklılık gösteren bu yeni oluşumun selef-i salihinin devamı olduğunu söylemek ilmi verilerle çelişmektedir. Zira varlığını, bid'at olarak nitelediği söz ve fiilleri yok etmek üzerine bina eden bu yeni mezhebin bizzat kendisi bid'attır. Selefilerin mezhepleri devre dışı bırakarak selefe ulaşma gayretleri ise hem sahih senet sistemine engel teşkil etmekte, hem de onların oluşmasını gerekli kılan unsurlara karşı Müslümanları savunmasız bir konuma getirmektedir. Selefiler kendileri gibi düşünmeyen Müslümanları; “Cebrail risaleti Ali’den kaydırıp Muhammed’e verdi” diyen ve bu yüzden “Cebrail’e söven” “Gulat-ı şia” ile eşdeğer görmekte ve onların adı olan “ehl-i zeyğ” kelimesini Maturidi ve Eşariler için de kullanmaktadır. Tanımlanan anlamda selefiyye’nin kurucusu İbn Teymiyye’dir. Yaşadığı dönemde büyük bir şöhrete kavuşan İbn Teymiyye, Takiyyuddin es-Sübki, İbn Cehbel gibi alimlerin görüşlerini tenkit etmeleri üzerine itibar kaybına uğramış, İbn Kayyım el-Cevziyye (v. 751/1350), İbnu’l-Vezir (v. 840/1436) ve Şevkani’nin (1250/1834) gayretleriyle ancak unutulmaktan kurtulabilmiştir. (İnkişaf Dergisi, No:7)

Hüseyin Avni Kansızoğlu diyor ki:

Mîzâc ve ahlâkı çerçevesinde doğan ve gelişen üslûbuyla, olması îcâb eden veya olabilecekten daha fazla bir cesâret, hiç olmaması lâzım gelen tepeden bakma, boyundan büyük olan nice büyüklere karşı, akıl almaz bir saldırganlık, acelecilik, muğalata ve benzeri sebeblerden doğan bıktırıcı tekrarlar, çekilmez tenâkuzlar sergilemiştir. Tenâkuz ve tekrarları çizildiği takdirde yazdıklarının neredeyse dörtte biri bile kalmayacaktır. Kitablarını aklı havada bir kara sevdalı edasıyla değil de, bir ilim adamı ciddiyeti ile okuyacak olan herkes bu hakikati görebilecektir. “İktizâ”sı, “Kâidetün Celîle”si, “Furkan”ı, “Ubûdiyye”si, Akîdeye dâir kitabları, Fetâvâ’sının akîdeyle alakalı kısımları, birindeki cümleleri diğerinde biraz değiştirilen, zaman zaman da hiç değiştirilmeden aynen tekrarlanan sözlerden meydana gelen cinsindendir. (İnkişaf Dergisi, No: 7)

Ebubekir Sifil diyor ki:

Net olarak anlaşılmaktadır ki İbn Teymiyye, kâfir ve müşrikler için Cehennem azabının sonsuz olmayacağı, azapta çok uzun zaman kalsalar da oradan çıkacakları bir günün mutlaka geleceği görüşünü benimsemiş ve hiçbir yoruma mahal bırakmayacak tarzda savunmuştur. (İnkişaf Dergisi, No:7)

Cennet ve cehennem hayatının ebediliği, Kur'an, Sünnet ve İcma ile sabit zarurat-ı diniyyedendir. Konuyla ilgili ayet ve hadisler burada zikredilemeyecek kadar fazladır. Ümmet seleften halefe bu itikat üzere icma edegelmiştir. İbn Hazm, "Merâtibu'l-İcma"da cennet ve cehennemin ebedî olduğu konusunda icma edildiğini ve bu icmaa muhalefet edenlerin küfründe icma bulunduğunu söyler. (Milli Gazete, 24 Temmuz 2004)

"Ebediyet" kelimesi etrafındaki tartışma İbn Teymiyye ve talebesi İbnu'l-Kayyım ile başlamıştır. Evveliyatında Cehm b. Safvan'ın hem cennetin hem de cehennemin son bulacağı görüşü dışında bu kelimeyi cehennemin sonluluğu anlamında tartışan olmamıştır. Cehennemin ebedi olmadığını söylemenin küfür olduğunu ben söylemiyorum. Ehl-i Sünnet alimlerinin eserlerinde bu mesele hakkında oldukça açık beyan ve hükümler var. Hadi'l-Ervah ve içindeki deliller okunmuş ve gerekli şekilde cevaplandırılmıştır. Hatta bu, daha İbnu'l-Kayyım hayattayken yapılmıştır. Pek çok alim tarafından "müçtehid" olduğu söylenen Takiyyüddin es-Sübkî, el-İ'tibâr bi Bekâi'l-Cenneti ve'n-Nâr" adlı eserinde Hadi'l-Ervâh'taki hatalı yaklaşımı açık biçimde gözler önüne sermiştir. Ondan yüzyıllar sonra Muhammed b. İsmail el-Emîr, "Ref’ul-Estâr" adlı reddiye ile meselenin üstüne bir kere daha gitmiştir. Bu ikinci eser, sıkı bir Selefî ve İbn Teymiyye takipçisi olan el-Albânî tarafından tahkik ve neşredilmiştir. el-Albânî de orada İbn Teymiyye ve öğrencisinin hatalı olduğunu açık bir şekilde itiraf etmektedir. (Milli Gazete, 30 Aralık 2007)

Uludağ Üniversitesi'nden Dr. Veysel Kaya şöyle diyor:

Yalnız, bu satırların yazarına göre İbn Teymiyye ve öğrencisinin [İbn Kayyım'ın] Cehennem azabının sonlu olduğu yönündeki kanaatleri son derece açık iken, … selefi çizgideki bazı yazarların, İbn Teymiyye’nin böyle bir şeye kail “olamayacağı”, onun bu izahlarının kendi görüşü olmayıp başkalarından aktarma olduğunu kanıtlamak için harcadıkları çaba hayret vericidir. İbn Kayyım el-Cevziyye’nin aktardığına göre, kendisi hocası İbn Teymiyye’ye cehennemin sonsuzluğu konusunu sormuş, İbn Teymiyye de problemin büyük ve oldukça müşkül olduğunu ima etmiş; daha sonraları da öğrencisinin bu isteğine istinaden söz konusu risalesini [İbn Teymiyye, er-Redd ‘alâ men kâle bifenâi’l-cenne ve’n-nâr ve beyânü’l-akvâl fî zâlik (nşr. Muhammed b. Abdillah es-Semherî), Riyad: Daru Belensiyeti’r-Riyad 1995.] kaleme almıştır. İbn Kayyım, Şifâ’ü’l-‘alîl fî mesâ’ili’kadâ’ ve’l-kader ve’l-hikme ve’t-ta‘lîl, Beyrut ts., s. 435. İbn Kayyım, Şifâ’ü’l-‘alîl’inde de Hâdî’l-ervâh’taki görüşlerini benzer bir tarzda aktarmaktadır: Şifâ’ü’l-‘alîl, s. 416-436. Her iki eser arasında bu konu bağlamında önemli sayılacak bir fark mevcut değildir. (Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 18, Sayı: 1, 2009. s.532)

Mehmed Şevket Eygi diyor ki:

"Müslüman halkın bir kısmının kafası allak bullak. Doğrusu çok üzücü, çok kahr edici, çok düşündürücü bir haldeyiz. Sahte müctehidler, bid'adçiler şazz fikir ve görüşlerle halkın zihinlerini karıştırıyor. Şazz "Kaide (kural) dışı olan, istisna teşkil eden, genel görüşten ayrı olan" demektir. Bu şazz fikir ve görüşlerden biri de İbn Teymiyye'nin ortaya attığı "Cehennemin ebedî olmadığı" iddiasıdır. Bu iddia Kur'ân'ın açık ayetlerine, Sünnete, icmâ-i ümmete, cumhur-i ulemânın görüşüne aykırıdır. İbn Teymiyye'nin bu konudaki aykırı görüşü ictihad değil, kuruntudan ibarettir." (Milli Gazete, 30 Ekim 2009)

Ömer Nasuhi Bilmen diyor ki:

"Filhakika İbni Teymiyye bazı itikadî ve amelî mes'elelerde büyük müctehidlere hatta sahabeye muhalefet etmiş; bu hususta hakka isabet edemediği birçok alimlerin tenkidleri ile sübut bulmuştur. Ulemadan bazılarına göre İbni Teymiyye mücessimedendir. Yani Allahü teâlânın bir cihette bulunduğuna, Arş-ı â'lânın nevîi itibariyle kadîm olduğuna kaani, kabirleri ziyarete muhalif, bir mecliste üç talâkla boşanan kadının ancak bir defa boş olacağına kaaildir...İlk zamanlar Celâl Kaznivî, Konevî ve Cerîrî gibi birçok ulema İbni Teymiyye'yi pek ziyade medh-ü senada bulunmuşlar ve adeta onun hizbini teşkil etmişlerse de, onun te'vil götürmez sözü karşısında birer birer kendisinden yüz çevirmişlerdir. Hatta Zehebî kendisine nasihatta bulunmuş, bir müddet muhalifleriyle aralarını düzeltmeye çalışmış, neticede o da kendisinden bir hayli inhiraf etmiştir." (Ahmed Davudoğlu'ndan naklen: Bkz. Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri, 5. Baskı, Huzur Yayınevi, İstanbul 1989, sayfa 47.)

Ali Eren diyor ki:

İbni Teymiyye’nin ihdas ettiği Ehl-i Sünnet’e ters düşen nice meseleler var ki, Asr-ı Saaadet’ten sonra 8 asır boyunca kimse bu meseleleri ortaya atmamıştır. Îbni Teymiyye, bu aykırı tavrıyla sadece bir mezhebi hedef almamış Ehl-i Sünnet’in tamamına ters düşmüştür. Ters düştü demek bile meseleyi hafife almak olur. Çünkü o, ters düşmek şöyle dursun, Eş’arî ve Mâtüridî itikâdına sahip bütün müslümanları sapıklar zümresi olarak kabul etmiştir. O, Ehl-i Sünnet itikadına sahip olan müslümanların icmâ halinde kabul ettiği meseleleri sapıklık kabul ederek, en ileri sapıklık derecesine kendisi ulaşmıştır. Ibni Teymiyye sadece itikad imamlarına dil uzatmamış, kendisini Asr-ı Saâdet’den kendi zamanına kadar gelip geçen bu ümmetin tamamının imamı gibi görmüş ve bu ümmetin zihninde mûtenâ bir makama sahip olan sofi, âbid-zâhid ve velileri tekfîre kadar gitmiştir. İslam âlimlerine hakaret nazarıyla bakmakta bir mahzur görmezken kendisini de Allah Resûlü’nün sözlerini ve sâlihlerin hayat tarzını en iyi anlayan kişi olarak görmüştür. İbni Teymiyye’nin en çok aleyhinde bulunduğu âlimler, ilim ve amelde en ileri olan âlimlerdir. Hangi imam daha çok şöhrete, ilim ve amele sahip, tahkik ve tetkiki geniş ve ümmetin ekseriyeti tarafından biliniyor ve üstünlüğü kabul ediliyorsa, İbni Teymiyye ona daha çok düşman olmuş, ona daha çok saldırmış, maalesef o zat İbni Teymiyye’nin en acı tenkidine maruz kalmaktan kurtulamamıştır. Ne var ki, her şeyin bir alıcısı olacağından bu tînette bulunan bir kişinin peşinden gidenler de elbette bulunacaktır ve olmuştur. (Guraba Dergisi, No: 9, Aralık 2008)

Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil diyor ki:

"İbni Teymiye, zamanında iki Müslüman devletin arasını açtığı gibi sonrasında da fikirleri İslam dünyasını korkunç bölünme ve parçalanmalara itti. Osmanlı Devleti içinde en büyük yarayı açan Vehhabi hareketi ondan etkilendi. Vehhabiler, Ehl-i Sünnetin hamisi ve yayıcısı Osmanlı Devleti’ne vurup zayıflatırlarken İngilizlerle gönül birliği içinde hareket ediyorlardı." (Türkiye Gazetesi, 6 Mayıs 2022)

Ezher Üniversitesi âlimlerinden ve “Tathîr-ül-Fuâd min denis-il-i’tikâd” adlı eserin sâhibi Muhammed Bahît el-Mutiî, Takıyyüddîn Sübkî’nin yazmış olduğu “Şifâ-üs-sikâm fî ziyâreti hayr-il-enâm” adlı eseri tanıtırken şöyle demektedir:

"Bu asırda İbn-i Teymiyye’nin bozuk sözlerini taklid eden ba’zı kimseler çıkıp, müslümanlar arasında bunları yaymaya, hattâ bunun için onun Vâsıta adlı eserini basdırıp neşretmeye başladılar. Vâsıta denilen bu kitap; Kitap, sünnet ve müslümanların akîdelerine ters düşen, İbn-i Teymiyye’nin ortaya çıkardığı bid’atleri ihtivâ etmektedir. Bu kimseler, bu hareketleri ile, uyumakta olan bir fitneyi uyandırdılar."

Muhammed Yusuf Benurî, m. 1963'de Pakistan'da neşrettiği Me’ârif-üs-sünen kitabının (bu kitap Sünen-i Tirmizî'nin bir şerhidir) 6. cildinin 149. sayfasında şöyle diyor:

"İbni Teymiyye, birçok üsûl ve fürû’ meselesinde Ehl-i sünnet alimlerinden ayrılmış, asrının alimleri ve sonra gelenler, onu red etmişlerdir."

Hazırlayan: Murat Yazıcı

Son değişiklik: 6 Mayıs 2022

29 Haziran 2007 Cuma

"Yalnız Kur'an" diyenler Müslüman değildir

İmam-ı Beyheki Delail kitabında şöyle rivayet eder:

"Eshab-ı kiramdan İmran bin Husayn (Radıyallahü anh), şefaatle ilgili bazı hadisler nakleder. Oradakilerden biri der ki:

- Siz hadisler bildiriyorsunuz, fakat biz bunlarla ilgili Kur’anda bir şey bulamıyoruz.

İmran bin Husayn hazretleri buyurur ki:

- Sen Kur’anı okudun mu?

- Evet.

- Kur’anda sabah namazının farzının iki, akşamınkinin üç, öğle, ikindi ve yatsının farzının ise dört rekat olduğuna rastladın mı?

- Hayır.

- Peki bunları kimden öğrendiniz? Bizden [Eshab-ı kiramdan] öğrenmediniz mi? Biz de Resulullahtan öğrenmedik mi? Peki Kur’anda kırk koyunda bir koyun, şu kadar devede şu kadar, şu kadar paraya şu kadar dirhem zekat düştüğüne rastladın mı?

- Hayır.

- Öyleyse bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrenmediniz mi? Biz de Resulullahtan öğrenmedik mi? Hac suresinde (Eski evi [Kabe’yi] tavaf etsinler) âyetini okumadınız mı? Peki orada Kabe’yi yedi defa tavaf edin diye bir ifadeye rastladınız mı?

- Hayır.

- Allahü teâlânın Kur’anda şöyle buyurduğunu duymadınız mı? (Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa da ondan kaçının.) [Haşr 7]

Hz. İmran daha sonra buyurur ki: Sizin bilmediğiniz bizim Resulullahtan öğrendiğimiz daha çok şey vardır."

Bir âyet-i kerime meali: (Size, âyetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size kitabı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek aranızdan, bir resul gönderdik.) [Bekara 151]

İmam-ı Şafii hazretleri, (Bu âyetteki hikmetten maksat, Resulullahın sünnetidir. Önce Kur’an zikredilmiş, peşinden hikmet bildirilmiştir) buyuruyor.

Kur’an-ı kerim açıklamasız öğrenilseydi, Peygamber efendimize, (tebliğ et yeter) denilirdi, ayrıca (açıkla) denmezdi. Halbuki, açıklanması da emredilmiştir. İki ayet meali şöyledir:

(Kur’anı insanlara açıklayasın diye sana indirdik.) [Nahl 44]

(Biz bu Kitabı, hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir kavme de hidayet ve rahmet olsun diye sana indirdik.) [Nahl 64]

Bu âyet-i kerimeler, açıklamayı gerektiren âyetlerin bulunduğunu gösterdiği gibi, bunu açıklamaya Resulullah efendimizin yetkisi olduğunu da göstermektedir. Kur’an-ı kerimde her bilgi açık değildir. Peygamber efendimiz bunları vahiy ile öğrenmiş ve ümmetine bildirmiştir. İki hadis-i şerif meali de şöyledir:

(Bana Kur’anın misli kadar daha hüküm verildi.) [İ. Ahmed]

(Cebrail aleyhisselam, Kur’an ile beraber açıklaması olan sünneti de getirdi.) [Darimi]

Resulullah efendimizin, Kur’an-ı kerimi açıklayan sünnetine önem vermeyen biri, İmam-ı Şafii hazretlerine der ki:

- Kur’anın bir kelimesini inkâr eden kâfir olur. Öyleyse neye dayanarak, herhangi bir emir hakkında; âyet yok iken “bu farzdır” nasıl denebilir? Şu halde biz bazı hadisleri kabul etmesek ne lazım gelir?

İmam Şafii, Kur’anda geçen “hikmet”in sünnet demek olduğunu ispat ettikten sonra der ki:

- Allahü teâlâ buyuruyor ki: (Resule itaat eden Allah’a itaat etmiş olur.) [Nisa 80] (Hayır Rabbine andolsun ki anlaşmazlıklarda seni hakem kılıp verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.) [Nisa 65] Demek ki Allah’ın hükmünü bildiren Kitap’tan ayrı olarak, Resulullahın hükmü de vardır. Allahü teâlâ yine buyuruyor ki: (Peygamber size neyi verdiyse onu alın, neyi yasakladıysa ondan da sakının!) [Haşr 7] Bu âyet de, Resulullahın emir ve nehyine sarılmanın farz olduğunu bildiriyor.

İmam Şafii hazretleri, Kur’anda bulunan bazı genel hükümlerden sünnet ile özel hükümlerin çıkarıldığını bildirir:

- Namaz kılmanın genel emrinden hayızlı kadınların hariç bırakılması, zekata sadece bazı malların tâbi tutulması, vasiyetin feraiz âyetleriyle nesh edilmesi, miras âyetlerinin bütün anne, baba ve çocuklara şamil olduğu halde, kâfir olanlarına miras verilmeyeceği gibi istisnalara sünnet ile açıklık getirilmiştir.

Bu açıklamalardan sonra insaf ehli olan zat, sünnetin de delil olduğunu kabul eder. Ama yine bazı sorular sorar. Der ki:

- Peki sünnet ile kesin bir haram nasıl mubah kılınabilir?

- Bak şu yanında duran adamın kanına ve malına kimse dokunamaz. İki salih şahit, “Bu kişi falancayı öldürdü ve elindeki malını aldı ve işte yanındaki mal da gasbettiği maldır” dese, bu durumda ne yapılır?

- Kısas olarak öldürülür, malı da asıl sahibinin vârislerine dağıtılır.

- Peki bu şahitlerin yalan söyleme veya yanılma ihtimali var mıdır?

- Elbette vardır.

- Peki, kesinlikle dokunulmaz olan can ve malı nasıl oldu da kesin olmayan iki şahidin sözü ile mubah oldu?

- Çünkü şahitliği kabul etmek de dinin emridir.

- Peki Kur’anda katillikte şahitliğin kabulünü gösteren bir âyet var mı?

- Hayır, Allah’ın diğer emirlerinden kıyas ederek bunu çıkarıyorum.

- Şahitlerin hakiki hallerine yalnız Allahü teâlâ vakıf olduğu halde, zahire göre onları kabul ediyorsun. Biz de muhaddisten zapt, hıfz, adalet, tek kalmama gibi şartları arıyoruz. Yani iki şahitten beklenenden daha fazlasını hadis âliminden istiyoruz. Ancak bu şartlara haiz hadisler delil oluyor. [Sen iki şahit ile, bu şahitlerin yanılma ve yalan söyleme durumları da olabildiği halde, bunlara inandın hüküm verdin, bir cana kıydın. Allahü teâlâ Kur’an-ı kerimde defalarca (Resulüme uyun, getirdiklerini alın, yasak ettiklerinden kaçının, O kendiliğinden konuşmaz, sözleri vahye dayanır, Ona itaat bana itaattir, Sizi sevmemi istiyorsanız Ona tâbi olun, Onun yolu ile benim yolumu ayıranlar kâfirdir) buyuruyor. Sünneti delil almak için, Allahü teâlânın emri ve şahitliği yetmiyor mu?]

İmam-ı Şarani diyor ki:

Ma'lûmdur ki, Sünnet Kitâb üzere kaziyedir. Aksi değildir. Zira sünnet, Kur'ân-ı kerîmdeki icmallerin açıklanmasıdır. Müctehid imamlar, sünnetteki icmalleri bize açıklıyan âlimler olduğu gibi, onlara uyan âlimler de, onların sözlerindeki icmalleri bize açıklarlar ve bu kıyamete kadar böyle devam eder.Üstadım Aliyyülhavas'dan (rahimehullah) duydum. Buyurdu: Sünnet bize Kur'ândaki icmalleri bildirmeseydi, âlimlerden hiçbiri, fıkıhdaki sular ve abdest bahislerindeki hükümleri çıkaramaz, sabah namazının farzının iki, öğle, ikindi ve yatsının farzlarının dört, akşam namazının farzının üç olduğunu, bilemezdi. Aynı şekilde hiçbir kimse kıbleye dönüldükte yapılan düâda, iftitahda ne söyleneceğini bilemezdi. Tekbîrin nasıl olduğunu, rükû' ve sücûd tesbihlerini, ta'dili erkânı, teşehhüde oturdukta ne okunacağını bilemezdi. Aynı şekilde bayram namazlarının nasıl kılınacağını, ay ve güneş tutulması namazlarını, cenaze, yağmur duası namazları gibi daha çok şeyleri kimse bilemezdi. Bunun gibi, zekâtın nisabını, orucun ve haccın şartlarını, alış veriş, nikâh, yaralama, kadılık ve fıkhın diğer bâblarının hüküm ve esaslarını bilen olmazdı. İmrân bin Husayn'e bir kimse, bizimle yalnız Kur'ânla konuş dedikte, İmrân ona: (Sen tam ahmaksın. Kur'ân-ı kerîmde farzların rek'atlarının sayısı açık olarak var mı? Yahud bunda sesli okuyun, diğerinde sessiz deniyor mu?) buyurdu. O kimse hayır dedi. İmrân bu sözü ile onu susturdu.Yine Beyhakî Sünen'inde Müsâfir namazı bölümünde, hazreti Ömerden (radıyallahü anh) bildirir: Hazret-i Ömere yolculukta namazın kasr edilmesi, ya'nî dört rek'atlı farzları iki rek'ât olarak kılmaktan soruldu ve: «Biz, azîz kitabda korku namazını buluyoruz, fakat seferî namazı bulamıyoruz» denildi. Sorana: «Ey kardeşimin oğlu [yeğenim], Allahü teâlâ bize Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Biz bir şey bilmeyiz. Ancak biz, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) yaptığını gördüğümüz şeyi yaparız. O, seferde, 4 rekatlı farzları iki kılardı. Onu teşrî' eden Resûlullahdır (sallallahü aleyhi ve sellem)» buyurdu. Bu sözü iyi düşün. Çünkü çok güzeldir.

İmam-ı Süyuti diyor ki:

"Şunu bilesiniz ki, usül ilminde maruf olan şartları taşıyan -kavlî olsun fiilî olsun- hadisler hüccetdir. Resulullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hadislerini inkar eden kimse küfre girer ve İslam dairesinden çıkar, yahudilerle, hıristiyanlarla veya Allahü teâlânın murad ettiği diğer kâfir fırkalarla beraber haşrolunur." (Miftahu'l-cenne, s.18)

İmam hazretlerinin bu yazısı "yalnız Kur'an" diyerek sünneti inkar edenlerin durumunu açık bir şekilde göstermektedir. Beş vakit namazın kaç rek’at oldukları, her rek’atda kaç secdenin farz olduğu ve daha nice farzlar Kur’ân-ı kerîmde açıkca bildirilmedi. Bu farzları açık olarak, Peygamberimiz bildirmişdir. Peygamberimizin bildirdiği farzlar ve haramlar da, Kur’ân-ı kerîmde açıkca bildirilen farzlar, haramlar gibi kıymetlidirler. Bunlara da inanmıyan, kabul etmeyen dinden çıkar, kâfir olur. Çünkü, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde meâl-i şerîfleri, (Allahı seviyorsanız bana tâbi’ olunuz! Bana tâbi’ olanları Allahü teâlâ sever) ve (Allaha ve Resûle itâ’at ediniz. İtâ’at etmezseniz, Allah kâfirleri elbet sevmez) olan âyet-i kerîmeler vardır.

Mehazlar:

1. İmam-ı Süyuti, Miftahu'l-cenne fi'l-ihticac bi's-sunne (Sünnetin İslamdaki Yeri), Rağbet Yayınları, İst. (Tercüme: Doç Dr. Enbiya Yıldırım)
2. İmam-ı Şarani, Mizan-ül Kübra (Dört Hak Mezhebin Büyük Fıkıh Kitabı), Berekat Yayınevi, İst. (Tercüme: A. Faruk Meyan).

Derleyen: Murat Yazıcı

25 Haziran 2007 Pazartesi

Alimlerin İbni Teymiyye Hakkındaki Sözleri

Hindistan'ın büyük alimlerinden allâme Muhammed Abdurrahman Silhetî, 1882 senesinde basılan kitabında şöyle diyor:

İbni Teymiyye, Vehhabîlerin büyüğü ve öncüsüdür. O şeyh-ül-islam değil, bid'at ve âsâm, yani sapıklık ve günahlar şeyhidir, önderidir. Vehhabîlerin bozuk itikadlarından ilk konuşan odur. Ve aslında, bu bozuk, sapık fırkayı ortaya çıkaran odur. Zamanından Sultan ikinci Mahmud Han zamanına kadar, zikri ve akideleri gizli kaldı. Sultan ikinci Mahmud Han zamanında, Yemen tarafından [Necd'den] Muhammed bin Abdülvehhab isminde biri zuhur etti. İbni Teymiyye'nin ölümü ile yok olan, üzeri örtülen ve İslam memleketlerinde eli kolu bağlı olan bozuk itikadları körükleyip ortaya çıkardı. Yeni bir din yolu tuttu. Ehl-i sünnet vel-Cema'at mezhebine uymayan bir bid'at kampı teşkil etti. (Seyf'ül Ebrar, s.26)

Hindistanlı Ehl-i sünnet alimlerinden Mevlana Muhammed Fadlurresul 1849 senesinde telif ettiği eserinde şöyle diyor:

Biliniz ki bu İbni Teymiyye bed mezheb [yolu kötü], nefsine mağlup, Ehl-i sünnetten hariç bir kimsedir. Allahü teala için cihet [yön] söylenir dedi. İmam-ı Sübkî ona reddiye yazdı. Tabakat-ı Sübkî'de bunlar anlatılmaktadır. Sonradan çıkan bu fırkanın [Vehhabilerin] onunla çok uygunlukları ve ilgileri vardır. (Tashih'ül Mesail, s.44)

İbni Teymiyye'nin Mü'min suresinin 36-37. ayetlerinde geçen Fir'avn'a ait bir sözü delil olarak öne sürerek Allahü teâlâ için cihet isnad ettiği anlaşılıyor: (Fir'avn, Ey Haman, bana yüksek bir kule yap; belki göklerin yollarına erişirim de Musa’nın Tanrısı’nı görürüm! Doğrusu ben onu, yalancı sanıyorum, dedi. Böylece Fir'avn’a, yaptığı kötü iş süslü gösterildi ve yoldan saptırıldı. Fir'avn’un tuzağı tamamen boşa çıktı.) [Mümin 36/37]

İbni Teymiyye'nin çağdaşı olan Ahmed b. Yahya el-Küllabî diyor ki:

"Keşke bilseydim, İbni Teymiyye Fir'avn'un bu sözünden Allahü teâlânın göklerin ve Arşın üzerinde olduğunu nasıl anlamıştır? ... Haydi Fir'avn'un dediğinden böyle anlaşıldığını farzedelim. Peki İbni Teymiyye, nasıl Fir'avn'un zannıyla istidlal eder? ...Demek ki İbni Teymiyye'nin, bu ayetten anladığı mana ve Allah'a cihet olduğuna dair itimad eylediği delil, Fir'avn'un görüşüne göredir. Akidesinde itimad ettiği delil Fir'avn'un zannettiği şey olup o Fir'avn inancının kurucusudur." (Bera’atü’l-Eş’ariyyin min Akaidi’l-Muhâlifin, s.120-121.)

Büyük alim Yusuf-i Nebhanî diyor ki:

"Fir'avniye ismine hak kazanan, Allah'a cisim nisbet etmekte, benzetme yapmakda ve yön isnad etmekte Fir'avn'a muvafık kanaate sahip bulunan Haşviye taifesidir. Yoksa, noksan sıfatlardan münezzeh bulunan Allahü teâlâyı bu gibi şeylerin tamamından tenzih eden Ehl-i sünnet vel-cemaat topluluğu değildir." (Şevahidü'l-Hakk, s.223)

Kâdızade Ahmed Efendi, İmam-ı Birgivî’nin kitabının şerhinde şöyle diyor:

“[Allahü teâlâ] Gökte ve yerde değildir, mekândan münezzehdir. ..Mekân ve zaman O’nun şanına muhaldir. ..Sağda, solda, önde, arkada, üstte ve altta değildir....Allahü teâlâ cisim ve cismanî olmakdan münezzehdir. Bir tarafda [cihette] olmaktan da münezzehdir. ..İbni Teymiyye ve yolundakiler, Allahü teâlâ üst taraftadır dediler.” (Birgivî Vasiyetnamesi Şerhi, s.24).

Ebu Hamid bin Merzuk rahmetullahi aleyh diyor ki:

"Tek taraflı düşünmeyip de İbni Teymiyye'nin ve talebesi İbni Kayyım'ın basılmış eserlerini insaf ile mütalaa eden kimse, içinde bütün bu belalara, yani tecsime, Allah'a cihet isnad edilmesi itikadına ve bu görüşe muhalif olanları tekfir ettiğine ve daha başka çirkin şeylere rastlayacaktır." (Bera’atü’l-Eş’ariyyin min Akaidi’l-Muhâlifin, s. 112)

İbni Teymiyye, İmam Razi'ye reddiye olarak yazdığı kitapda şöyle der: "İyi bilinir ki, Kitab'ta, Sünnet'te ve İcma'da bütün cisimlerin yaratılmış olduğuna veya Allahü teâlânın cisim olmadığına dair bir ifade yoktur. Müslümanların imamlarından hiç biri böyle bir şey söylememiştir. Öyleyse, ben de böyle söylememeyi tercih edersem ["Allah cisim değildir" demezsem], bu beni dinden çıkarmaz." [Halbuki, İmam el-Eşarî rahimehullah tam zıddını söylemektedir: "Ehl-i sünnet ve hadis ehli (Allahü teâlâ cisim değildir) demişlerdir." (Makâlatü’l-İslâmiyyin, s. 211)]. İbni Teymiyye'nin bu sözlerine karşı İmam Muhammed Zâhidü’l Kevserî rahimehullah der ki: "Böyle söylemesi tam arsızlıktır. Allahü teâlânın asla hiç bir şeye benzemediğini ifade eden ayet-i kerimeleri ne yaptı? Her ahmağın aklına gelebilecek her saçmalığın tek tek reddedilmesini mi bekliyor? Allahü teâlânın meâlen (O'nun misli (O'na benzer) hiç bir şey yoktur.) (42:11) buyurması yetmiyor mu? Yoksa, hiç bir rivayet zıddını bildirmediği için birilerinin "Allah şunu yer, şunu çiğner, şunun tadına bakar..." gibi şeyler söylemesini caiz mi görüyor? Bu açığa çıkmış bir küfür ve katıksız tecsimdir." (Makâlatü’l-Kevserî, s.350-353) 

Hâfız İbni Hacer-i Mekkî (Heytemî) diyor ki:

"İbn Teymiyye'nin, "Allah'ın cismi ve ciheti [yönü] ve intikal etmesi [yer değiştirmesi] var olup, boyutu Arş'ın boyutu kadardır, ondan ne daha az, ne de ondan daha büyüktür" demesinden, onun çirkin sözünün açıkca küfür olan bu yalanından Allahü teâlâ uzaktır. Allah onu ve kendisine tabi olanları utandırıp onun itikadında olan zümrenin topunu dağıtıversin." (Fetâvel-hadîsiyye; bkz. Bera’atü’l-Eş’ariyyin min Akaidi’l-Muhâlifin, s.438)

Hâfız İbni Hacer el-Askalânî, Ed-duraru’l-kâmine isimli kitabında, İbni Teymiyye'nin sahabenin büyükleriyle ilgili sözleri hakkında alimlerden bazı nakiller yapmaktadır:

“İbni Teymiyye Ömer ibnu’l-Hattab’a üç talak meselesinde ve Hazret-i Ali'ye de on yedi meselede Kur'anın nassına muhalefet etti diye isnadda bulunmuştur. Hazret-i Ebu Bekir ne dediğini bilen yaşlı birisi olarak müslümanlığı kabul etti, ama Hazret-i Ali çocukken İslamiyeti kabul edip bir kavle göre çocuğun İslamiyeti sahih değildir, demesi ve yine Hazret-i Ali hakkında, kendisi Ebu Cehil'in kızını istemiş ve ölünceye kadar onu severek unutmamıştır, demesi üzerine alimler ona münafıklığı isnad etmişlerdir. İbni Teymiyye Hazret-i Osman hakkında (Osman malı severdi) demiş ve (Peygamberden -aleyhisselam- istigasede bulunulmaz) dediği için ona zındıklık isnad etmişlerdir.” (Bera’atü’l-Eş’ariyyin min Akaidi’l-Muhâlifin, s.410.)

İbn Hacer el-Askalânî (v. 852/1448) İbn Teymiyye’nin, İmâmiyye Şîası’nın otoritelerinden olan İbnü’l-Mutahher el-Hıllî’nin (v. 726/1325) Minhâcü’l-kerâme fî ma’rifeti’l-imâme (Tebriz 1286, Tahran 1298, Kahire 1962) adlı eserine reddiye olarak yazdığı Minhâcü’s-sünne en-nebeviyye fî nakzı kelâmi’ş-şîa ve’l-kaderiyye isimli kitabı üzerine yaptığı değerlendirmede diyor ki:

Telif esnasında kaynağını hatırlayamadığı bazı makbül/sahih hadisleri veya senedi zayıf da olsa bazı mevcut/sabit rivâyetleri mevzu olduğu gerekçesiyle reddetmiştir. İbn Teymiyye, İbnü’l-Mutahher el-Hıllî’nin kullandığı hadislerin büyük bir kısmı mevzu ve çok zayıf olmakla birlikte, onun sözünü çürüteyim (tevhîn) derken bazan Hz. Ali’yi küçük düşürmüş, ifrat ve teşeddüde düşmüştür. (İbn Hacer, Lisân, VI, 319-320; a.mlf., Dürer, I, 71; Leknevî, Ecvibe, s. 174-176.)

Leknevî diyor ki:

İbn Teymiyye, İbnü’l-Cevzî (v. 597/1200) gibi hasen hadisleri mekzûb, birçok zayıf haberi de mevzû kılmış, hatta zayıf veya mevzû oluşu ihtilaf konusu olan birçok haberin, mevzû olmasında ittifak olduğunu iddia etmiştir. (Leknevî, Ecvibe, s. 174)

Zehebi (vefatı m. 1347), İbni Teymiyye'nin talebelerindendir. Çeşitli eserlerinde hocasını abartılı bir şekilde övmüştür. Bununla beraber, İbni Teymiyye hakkında yazdığı biyografide değişik yerlerde şu cümleler mevcuttur:

"İbni Teymiyye ekseri patavatsız ve münakaşacı idi... Bazı iyi bilinen konularda dört mezheb imamına muhalefet etti... Şimdi birkaç senedir bir mezhebe bağlı olmadan fetva veriyor... Bazen yanındaki birine hürmet gösterir, sonra sohbet sırasında ona mükerreren hakaret ederek gücendirirdi... Şiirleri sıradandır... Muhalifleri arasında gücendirdiği ve abartılı bir şekilde iftira ettiği kişiler de vardır. Allahü teâlâ onu ruhundaki kötülükten korusun!" (Bulletin of SOAS, 67, 3 (2004), 321-328.)

Zehebi, Zagalü'l-ilm risalesinde de İbni Teymiyye'de "kibir, ucb, meşihat riyasetine aşırı sevgiyle ulu zatları tahkir etme, büyüklük taslama davası ve gösteriş afeti" olduğunu yazıyor ve hocasına "ilimle böbürlenmekten ve bencillikten kork" diye hitab ediyor. (Bera’atü’l-Eş’ariyyin min Akaidi’l-Muhâlifin, s. 378.)

Ehl-i sünnet alimlerinden Yusuf Nebhanî, Şevahidü'l-Hakk'da diyor ki:

"İbni Teymiyye, dalgaları kıyıyı döven gürültülü bir deniz gibidir. Bazen sahile inci ve mercan bırakır; bazı zamanlarda da taşları ve midye kabuklarını attığı, pislikleri ve hayvan leşlerini bıraktığı olur." (s.46)

İbni Teymiyye'nin yaptığı naklin sahih olmadığını İbni Hacer-i Heytemi, ona karşı yazdığı reddiyelerinde dile getirmiştir. Bu, alimde bulunabilecek ayıpların en kuvvetlisidir. Güveni zayıflatan ve itibarı düşüren huyların en şenii, başkalarından sahih olmayan nakil yapmaktır. İsterse en kuvvetli hadis hafızlarından ve en ileri alimlerden olsun. Hafız Iraki el-Kebir'in onun hakkında söylediği "İbni Teymiyye'nin yaptığı nakillerin bir kısmına itibar olunmaz" sözüne kuvvet kazandırmaktadır. (s. 191)

"Aliyy'ül-kaari Şifa şerhinde diyor ki: Hanbelîlerden İbni Teymiyye, ifrata kaçmış bulunmaktadır. Zira Resulullah aleyhisselam efendimizi ziyaret için yolculuk yapmayı haram saymıştır. Halbuki ziyaretin yakınlık sebebi olduğu bilinmektedir. Onu inkara kalkan üzerine küfür ile hükmolunmuştur. Zira müstehab olduğunda ulemanın icmaı bulunan bir şeyi haram kılmak küfür olur. Bu, mübah olduğunda icma bulunan bir şeyi haram kılmanın da ötesinde bulunmaktadır." (s.188) (*)

"İbni Teymiyye'nin bozucu aklı ile muhalefette bulunduğu her şey, kendi uydurmasıdır. Kendi fasid inanışına göre, def edecek boş bir şüphe bulamadığı zaman "O yalandır" diye başka bir davaya geçer. Onun hakkında "İlmi aklından büyüktür" diyen, insaflı davranmıştır." (s.189)

"Ben, İbni Teymiyye'nin Minhacü's-sünnet kitabında Allahü tealaya cihet [yön] isnadını tafsilatı ile görmüş bulunuyorum... Selef-i salihinden böyle bir söz varid olmamıştır...Bilakis [İbni Teymiyye] onu kendi nefsinden çıkarıp ortaya atmış ve birçok yerde tekrarlayıp durmuştur." (s.203)

"İbni Teymiyye'nin kitapları basılmış bulunduğundan ve onların içinde Ehl-i sünnet inançlarına aykırı meseleler mevcut olduğundan dolayı, alimlere bu meseleleri açıklamaya yönelmek ve bu hususta halkı uyarmak lazımdır" (s.203)

"İbni Teymiyye'nin kelamındaki çekişme ve çelişmeye delalet eden şeylerden birisi de, kitaplarından bir kısmında söylediğinin, diğer eserlerinde ifade ettiğini nakzeder mahıyette olmasıdır. Bu, ya inançlarında hata edip dönüş yapmasından veya ilminin geniş ve eserlerinin çok olup fetvalarını ve ibarelerini yayıp dağıtması sebebiyle, daha evvelki kitaplarında yazdığını unutmasından meydana gelmektedir." (s.222)

(*) Not: İmam-ı Kastalânî, Mevâhib kitabında, "Rasulullahın Kabri Şerifini Ziyaret" kısmında diyor ki: "Kainatın efendisi Muhammed aleyhisselamın mübarek mezarını ziyaret etmek en yüce taat ve en şerefli ibadetlerdendir. Bunun aksine inanan kimse, Hak teala hazretlerine ve Rasulune ve müslüman ümmetine aykırı davranmış ve bu yüzden İslamiyet bağından kopmuş olur. Allah'a sığınırız." (Mevâhibü Ledünniye, c.2, s. 473) Hâfız İbni Hacer el-Askalânî de şöyle yazmıştır: "Bu, İbn Teymiyye'den nakledilen en çirkin ve tepki çeken konu­lardan biridir. Hz. Peygamber'in kabrini ziyaret etmenin meşru olduğuna dair icma bulunduğu iddiasını reddetmek için getirilen delil, Mâlik'in "Hz. Peygam­ber'in kabrini ziyaret ettim" sözünü mekruh saymasıdır. Malikîler'den muhakkik âlimler, İmam Mâlik'in bu sözü söylemeyi edeben mekruh saydığını söylemişler­dir. Kabrin ziyaret edilmesi ise aslında en faziletli amellerden, Yüce Allah'a yak­laştıran en önemli fiillerden olup, bunun meşru olduğu konusunda tartışma söz konusu olmaksızın icma bulunmaktadır." (Fethu'l Bârî, 1989 Baskısı, 3:66)

Ehl-i sünnet âlimlerinin yolundan ayrılarak bozuk bir yol tutan İbn-i Teymiyye’nin talak ve kabir ziyâreti mevzularındaki sapık görüşlerine reddiye olarak yazılan eserlerden biri de Dürret-ül Mudiyye fir-reddi alâ İbn-i Teymiyye ismindeki risaledir. Bu risaleyi yazmak sûretiyle müslümanları îkâz eden Kemâleddîn İbni Zemlikânî rahimehullah buyuruyor ki:

“Âlimler bildirmişlerdir ki, müftînin (fetvâ veren zâtın) şartı, kendilerine mütekaddimîn denilen önce gelen hakîkî İslâm âlimlerinin sözlerine uymayan fetvâ vermemesidir. Şâyet müftî bu kaideye uygun olmayan bir fetvâ verirse kabûl olunmaz, red olunur. Bu hâl, Kitâb, sünnet ve ümmetin icmâ’ına muhalefet etmenin câiz olmadığına delâlet etmektir. Nisa sûresi 115. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Hidâyet yolunu öğrendikten sonra Peygambere uymayıp, mü’minlerin yolundan ayrılanı, saptığı yola sürükleriz ve çok fenâ olan Cehenneme sokarız.” Mü’minlerin yoluna karşı çıkıp onların yolundan başkasına uyanlar bu âyet-i kerîmede şiddetli bir şekilde tehdîd edilmiştir. Ümmetin icmâ’ına karşı gelen, mü’minlerin yolundan başkasına uymuş olur. Öyleyse, böyle bir kimsenin sözüne nasıl i’tibâr olunur?”

İbni Teymiyye, er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr ve Beyânu'l-Akvâl fî Zâlik (Muhammed b. Abdillah es-Semherî tahkikiyle, Dâru Belensiye, Riyad-1415/1995) isimli risalesinde kâfirlerin Cehennemde sonsuz kalacaklarını inkâr etmiştir. Halbuki (Onların azâbları hafîfletilmiyecek, onlara hiç yardım olunmayacakdır) meâlindeki âyet-i kerîme meşhûrdur. Pek çok âlim tarafından müctehid olduğu söylenen Takiyyüddin es-Sübkî rahimehullah, el-İ'tibâr bi Bekâi'l-Cenneti ve'n-Nâr adlı eserinde İbni Teymiyye’nin sözlerinin bozukluğunu ortaya koymuştur. İmam-ı Şaranî rahimehullah diyor ki:

"Her kim (Cehennem fani olacak) derse, o kimse sahih senedle nakledilen hadisin iktiza ettiği ma'nânın dışına çıkmıştır ve Peygamberin (aleyhisselam) getirdiği ayet-i kerimeler ile Ehl-i sünnetin, âdil imamların ittifak ettikleri şeye muhalefet etmiştir. (Resule karşı gelip, mü'minlerin yolundan başka bir yola gideni, o yönde bırakır ve Cehennem'e sokarız; orası ne kötü bir yerdir.) [Nisa 115]" (Muhtasaru Tezkiretil Kurtubi, Bedir Yay., s. 302)

Zamanın Şeyhül-islamı Allame Ebu'l-Hasan Ali bin İsmail el-Kunavi diyor ki:

"İbni Teymiyye cahillerdendir, ne dediğini düşünmüyor. Tevessüle dair tefrikayı, yani Resulullaha (aleyhisselam) hayatta iken onunla tevessül edilmesi caiz olup, vefatından sonra caiz olmadığı hakkındaki düşündüğü farkı, zahirde kendisine İslamiyetle şereflenmiş süsünü veren Yahudi ve Samiri taifesinin yavrularından telakki etmiştir. Halbuki bu taifeler, Peygamberin (aleyhisselam) en büyük düşmanlarıdırlar. Hazret-i Ali'nin (radıyallahü anh) huzurunda birisi, Peygamberi (aleyhisselam) tahkir ifade eden bir kelime söylediği için, onu öldürmüştür."

Allame Şerif Takıyuddin Ebu Bekri’l-Hısni ed-Dımaşki (vefatı h.829) diyor ki:

"İbni Teymiyye’nin dediği kavillerin en kötüsü ve çirkini, tefrika meselesidir. Yani, yalnız Peygamberin (aleyhisselam) hayatında ve huzurunda duasına tevessül etmek caizdir, vefatından sonra türbesinin yanında bile caiz değildir, sözüdür ki, bunu Yahudiler ortaya atmış ve tâbileri de bu fikir üzerinde devam etmiştir."

İmam-ı Ebül-Hasen Sübkî buyuruyor ki:

"Resûlullah ile tevessül etmek, yani istigase etmek, ondan şefaat istemekdir. Bu ise güzel bir şeydir. Önceki ve sonraki İslam alimlerinden hiçbiri buna karşı birşey dememişdir. Yalnız İbni Teymiyye bunu inkar etdi. Böylece doğru yoldan ayrıldı. Kendinden önce gelen alimlerden hiçbirinin söylemediği bir bid’at çıkardı. Bu bid’ati ile müslümanların diline düştü."

Büyük âlim İbni Hacer-i Mekkî Fetâvel-hadîsiyye kitabında diyor ki:

"Allahü teâlâ, İbni Teymiyyeyi dalâlete, felakete düşürdü. Gözlerini kör, kulaklarını sağır etdi. Birçok alim, bunun işlerinin bozuk, sözlerinin yalan olduğunu bildirmişler ve vesikalarla ispat etmişlerdir. Büyük İslam alimi Ebül Hasen-il-Sübkinin ve oğlu Tacüddin-i Sübkinin ve İmam-ül’iz bin-cema’anın kitaplarını okuyanlar ve onun zamanında bulunan Şafi’î, Malikî ve Hanefî alimlerinin, kendisine karşı sözlerini ve yazılarını inceliyenler, sözümüzün doğruluğunu iyi anlar."

Mehazlar:

1. Muhammed Abdurrahman Silhetî, Seyf'ül Ebrar, Berekat Yay., İst. 1978.
2. Mevlana Muhammed Fadlurresul, Tashih'ül Mesail, Berekat Yay., İst 1976.
3. Ebu Hamid bin Merzuk, Bera’atü’l-Eş’ariyyin min Akaidi’l-Muhâlifin, Bedir Yay., İst 1994.
4. Yusuf-i Nebhanî, Şevahidü'l-Hakk, Fazilet Neşr., İst.
5. Kâdızade Ahmed Efendi, Birgivî Vasiyetnamesi Şerhi, Bedir Yay., İst.
6. İmam-ı Kastalânî, Mevâhibü Ledünniye, Hisar Yay., İst.

Hazırlayan: Murat Yazıcı

Son güncelleme: 29 Kasım 2014

23 Haziran 2007 Cumartesi

Haşviyye Taifesinin Kitaplarda Yaptığı Tahrifat

Bid'atçılar, Eş'âri ile diğer İslam alimlerinin kitaplarına, sayılamayacak kadar çok şeyleri gizlice ilave etmişlerdir. Mesela: İmam İbn Cerir et-Taberi'nin İsrâ/79. ayete yaptığı tefsir yerine kapalı bir ifade kullanarak ondan tecsim anlaşılan bir tabiri sokmuşlardır. Hindistan'da basılmış İmam Ebu'l-Hasan el-Eş'âri'nin El-İbane adlı eserine, teşbihi [Allahü teâlâyı mahlukata benzetmeyi] ifade eden şeyleri (*); Kurtubi'nin En'am/18. ayetine yaptığı tefsire ilave yapıp ondan teşbih anlaşılan tabirleri dercetmişlerdir. Mezkur tefsiri mütalaa eden kimse, ibarede çelişki olduğunu anlayacaktır. Teymiyyeciler de, Alusi'nin tefsirine çok şeyler ilave etmişlerdir. Hele kendini meşhur selefi diye lakaplandıran Münir Ağa'nın tabettiği tefsirde... Kendisi birçok kitap tabetmiş ve kitaplarda birçok fâsid yorumlarda bulunmuştur. Alusi'nin tefsirine gizlice soktuğu en önemli ibaresi, Maide/35. ayetin tefsirindedir. Orada söylediği uzun sözü mütalaa eden sonun evvelini nakzettiğini [çeliştiğini] anlar. Teşbih inancını, Seyyid Abdülkadir Geylâni'nin Gunye adlı eserine de gizlice sokmuşlardır.

Ulemanın eserlerinden sözlerini silip, tahrif etmişlerdir. Bu hususta Tacü's-Sübki Tabakat kitabının cerh ve ta'dil kaidesinin altında, Basralı Ahmed b. Salih'in hal tercümesi bahsinde şöyle der: (...) Zamanımızdaki bazı Mücessime taifelerinin durumları o safhaya varmışdır ki, Nevevi'nin Sahih-i Müslim'e yazdığı şerhdeki müteşabih hadisler hakkındaki ibaresini şerhten çıkarıp yazmamışlardır. Zira, Nevevi'nin akidesi Eş'âriye akidesidir. Demek ki, bu kâtip Nevevi'nin inancından hoşlanmayıp müellifin dediğini yazmayı hazmedememiştir. Bence bu, büyük günahlardandır. Çünkü bu durum, şeriatı tahrif etmek, İslam alimlerinin eserlerine ve halkın ellerindeki İslami kitaplara karşı bir itimatsızlıktır ve itimatsızlık kapısını açmaktır. Allahü teâlâ böyle yapanı kötüleyip utandırsın! Öyle yapan kimsenin, Nevevi'nin şerhini yazmaya ve şerhin de ona ihtiyacı yoktu. Burada Tacü's-Sübki'nin dedikleri sona erdi.

Ben de şunu derim ki: Alimlerin eserlerinden sözlerini silme bayrağını bu zamanda elinde tutan kimse Mecelletü'l-Menar'ın sahibidir. Yaptığı hataların bazıları şunlardır: Hocalarımızın hocası olan Muhaddis Falih ez-Zahiri, nakil eylediği (Encehu'l-mesai fi sıfati-yi's-sâmi' ve'l-vâi) adlı eserinin Ahkâmü'l-Mesâcid bahsinde, daha kitabı basılmadan önce, Muğni b. Kudametü'l-Hanbeli'den, ölen ve hayatta kalan evliyâ ve salih zatlardan tevessülün mübah olduğuna dair "İslamiyetin her dört mezheb sahipleri ittifak etmişlerdir" diye nakletmiştir. Bu (el-Menar) kitabını tabedince kitapta yazılı bu nakli yazmayıp içinden çıkardı. Ulemanın kelâmını tahrif etmesi, onlara iftira edip yermesi, kendi arzusuna ve İbni Teymiyyecilerin arzularına uygun olmayan meseleleri ve hadisleri kendi mecellesinde ve yorumlarında tahrif etmesi sayılamayacak kadar çoktur...

Ebu Hamid bin Merzuk, Bera’atü’l-Eş’ariyyin min Akaidi’l-Muhâlifin, s.97-98.

(*) Bu konuda E. Sifil şu tespiti yapmış: "Geçmiş alimlerin birer emanet olarak bizlere bıraktığı eserleri üzerinde kafamıza göre oynamalar yapmak kelimenin tam anlamıyla bir "hıyanet"tir ve bu hıyaneti kim ne maksatla işlemiş olursa olsun, bunu mazur görmek ve göstermek mümkün değildir...Yine benzeri bir tahrif, İmam el-Eş'ârî'nin "el-İbâne"sinde yapılmıştır. Bu eserin dört ayrı yazma nüshası karşılaştırılarak yapılan Dâru'l-Ensâra baskısında Allahü Teâlâ'nın Arş'a istivası meselesinde tenzih akidesine tam anlamıyla uygun tarzdaki bir paragraf, diğer baskılarda görülmemektedir." (Bkz. Bu sayfada "İbni Teymiyye Nasıl Savunuluyor" başlıklı makale.)

İslam Alimleri ve Tevessül

İmam Ahmed'in oğlu Abdullah, babasının, Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in saçıyla tevessülde bulunduğunu; onu öptüğünü ve içine daldırdığı kaptaki suyu şifa niyetiyle içtiğini söylemiştir.

ez-Zehebî, Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, XI, 212. (Ebubekir Sifil'in sitesinden)

 Allâme İbn-i Hacer-i Mekkî (rahime-hullahü teâlâ), “bi’l-Hayrâti’l-Hısân fî Menâkıbi’l-İmâm Ebî Hanîfeti’n-Nu‘mân” isimli eserinin 25. bâbında şöyle demiştir: “İmâm Şâfiî (rahime-hullahü teâlâ) Bağdat’ta kaldığı günlerde İmam Ebû Hanîfe’nin (rahime-hullahü teâlâ) türbesine gelir, ziyaret eder, kendisine selâm verirdi. Sonra da Allahü Teâlâ’ya, ihtiyacını gidermesi için onunla tevessül ederdi.” Yani Cenab-ı Hak’tan, ihtiyaçlarının, onun yüzü suyu hürmetine giderilmesini niyaz ederdi.

Yûsuf b. Nebhânî, Şevâhidü’l-Hak, Fazilet Neşriyat, s. 166-167.

Bu rivayet Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi'nde şöyle yazılı:

"Hatib-i Bağdâdî Tarih'inde İmam-ı Şâfiî'ye vâsıl olan bir sened ile Şâfiî hazretlerinin şöyle dediğini rivayet ediyor: Ben Ebu Hanîfe'nin kabrini ziyarette yümn ü bereket buldum. Ve hergün onun kabrini ziyaret etmek îtiyâdındayım. Kendime bir ihtiyaç ârız olunca hemen menzilimde iki rekat namaz kılıp Ebu Hanîfe'nin kabrine giderim. Onun merkadi yanında hâcetimi Allahü teâlâdan dilerim. Aradan çok bir zaman geçmeden hâcetim kazâ olunur."

Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, 4. cilt, s.197. Ayrıca bkz. İbni Abidin, Reddü'l-Muhtar Ale'd-Dürrü'l-Muhtar, Tercüme: Ahmed Davudoğlu, Şamil Yayınevi, İstanbul, 1982; c.1, s.63. Nişancızâde Muhammed bin Ahmed, Mir’ât-ı Kâinât, Berekat Yayınevi, İstanbul, 1987; c.2, s.51.

İlave (28.09.2024): Muhammed Zâhid el-Kevserî rahimehullah aynı rivayeti şu şekilde yazmıştır:
























İmam-ı Gazalî rahimehullah diyor ki:

"Ölümü hatırlamak ve ibret almak için umumi mezarlıkları ziyaret müstehabdır. İbret almakla beraber yümn ü bereket ummak için de salihlerin mezarlarını ziyaret yine müstehabdır."

İhya, Bedir Yay., c.4, s.873.

İmam-ı Fahrüddîn-i Râzî rahimehullah diyor ki:

"Rûhu olgun, nefsi pâk ve tesîri kuvvetli bir Velînin kabri yanına gidip, bir zaman durulur ve o toprakdaki Velî düşünülür ise, rûhu o toprağa bağlanır. Meyyitin rûhu da, bu toprağa bağlı olduğu için gelen insanın rûhu ile Velînin rûhu buluşmuş olurlar. Bu iki rûh, karşılıklı iki ayna gibi olur. Herbirinde olan me’ârif, kemâlât, ötekine aks eder, yansır. İkisi de çok faydalanır."

el-Matâlibu'l-Âliye, VII, 275 vd.

"Nakıs ruhlar, dünyada iken, kâmil ruhlarla olan alakalarını, şiddetli sevgi vasıtası ile artırdıklarında ve tam yaptıklarında, bu âlemden ayrılıp âhiret alemine ulaştıkları zaman, orada bu ruhanî alakalar devam eder. Sonra o sâf ve duru ruhlar, onların karşısında cilalı aynalar gibi olurlar. Adeta ışıklar bu aynaların birinden diğerine akseder ve aksedişler sebebiyle de onların nurları son derece güçlü olur. Bu ruhlar hakkında söylenecek söz de aynıdır. Çünkü bunlar, Allah'tan başka varlıkların sevgi tozlarından, mücahede cilası ile temizlenir ve parlatılır ki Allah'a ve peygambere itaat ile kastedilen budur, ve sonra bedenin perdesi kalkar ise, onlar üzerine Allah'ın celâl nurları doğar. Sonra bu nurlar birinden diğerine akseder ve bu ruhanî alakalar sebebi ile eksik (nakıs) ruhlar, kâmil olur (olgunlaşır). İşte aklıma gelen ihtimal, budur. Kur'ân'ın sırlarını Allah daha iyi bilir."

4/en-Nisâ, 70 ayetinin tefsiri.

İmam-ı Ahmed ibni Hanbel'in İmam-ı Şâfii ile tevessül ettiği sabit olmuştur. Hatta Ahmedü'bnü Hanbel'in oğlu Abdullah, buna hayret etmiştir. Bunun üzerine oğluna: "İmam-ı Şâfii, umum insanlar için güneş gibi, beden için âfiyet mesabesindedir." dedi.

Yûsuf b. Nebhânî, Şevâhidü’l-Hakk, Fazilet Neşriyat, s.167

İmam Şâfiî hastalandığı bir sırada, yıkayıp suyunu içerek şifa bulmak ümidiyle Bağdat'dan İmam Ahmed b. Hanbel'in gömleğini istemiştir. Bu hususu Menâkıbu Ahmed'de böylece yazılı gördüm.

Muhammed b. Abdulazim, el-Kavlu's-sedîd Risâlesi (Hayreddin Karaman'ın sitesinden). Ayrıca bkz. İmam-ı Şârânî, Tenbihü'l Muğterrîn Tercümesi, Bedir Yay., s.140.

İmam-ı Şafi’î hazretlerinin İmam-ı a'zam Ebu Hanife hazretlerine karşı olan tavrını ve saygısını göstermesi açısından şu rivayetleri de burada kaydedelim:

“İmam Şafi’î hazretleri (Allahü teâlâ ilimde bana iki kişi ile yardımda bulundu. Hadiste İbni Uyeyne, fıkıhda İmam-ı Muhammed) ve yine (İlimde ve dünyalıkta İmam-ı Muhammed kadar bende hakkı olan kimse yoktur) ve yine (Ondan öğrendiklerimle bir deve yükü yazı yazdım. O olmasaydı, ilimden bana bir şey ulaşmazdı. İnsanlar Irak alimlerinin, Irak alimleri Kufe alimlerinin, Kufe alimleri de İmam-ı A’zam Ebu Hanife’nin çocuklarıdır) demiştir.”

Nişancızade Muhammed bin Ahmed, Mir’ât-ı Kâinât, Berekat Yayınevi, c.2, s.51.

“Bizim imamımız olan İmam Şafi’î hazretleri (Bütün insanlar fıkıh yönünden Ebu Hanife’nin ev halkı sayılır.) derdi....İmam Şafi’î hazretleri Bağdad’a girdiği gün, ilk işi Ebu Hanife’nin kabrini ziyaret etmek olmuştu. Sabah namazında o makamda bulunmuş, namazda Kunutları okumamıştı. Halbuki bunun yapılmasını söylerdi. Kendisine bu türlü davranışının sebebi sorulduğunda şöyle cevab vermiştir: (Ben İmam Ebu Hanife’nin söylemediği şeyi yapmaktan utandım. Bu sebeple böyle davrandım.)”

İmam-ı Şarani, El-Uhudü’l-Kübra, Bedir Yayınevi, s. 764-765.

Gülün kıymetini bülbül, altının ayârını kuyumcu, incinin hâlisini kimyâger, âlimin kıymetini de ancak âlim anlar!

Büyük Hanefi fıkıh alimi İbni Abidin rahimehullah kitabının önsözünde şöyle dua ediyor:

Ben Allahü Teâlâ'ya Nebiyy-i Kerim'i (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ehl'i tâatından her muazzam makam sahibi ile ve imamımız îmam A'zam ile tevessül ederek, lütuf ve kereminden bu işi bana âsan eylemesini, tamamına erdirmesini, hatalarımı afv, amelimi kabul buyurmasını; bunu sırf rızâyı kerîmi için Gennât-ı naîm'de kurtuluşuma sebep yapmasını, bütün beldelerde kullarını bununla faydalandırmasını, bana doğru yolu göstermesini, doğruyu ilham buyurmasını, kusurlarımı bağışlamasını, hatalarımı afv buyurmasını niyaz eylerim. Çünkü ben bu işe çocukluk edip karışmış bulunuyorum. Ben bu yolun süvarilerinden değilim. Lâkin O'nun kudretinden imdad umuyor. O'nun güç ve kuvvetiyle hazırlık yapıyorum. Muvaffakiyetim ancak Allah'dandır. O'na tevekkül eder, ancak O'na yönelirim.

Reddü'l-Muhtar Ale'd-Dürrü'l-Muhtar, Şamil Yayınevi, İstanbul, 1982; c.1, s.14.

Aynı kitapda, musannıf Muhammed bin Abdullah Timurtaşi'nin rahimehullah şu sözlerini okuyoruz:

Allahü Teâlâ'dan niyazımız, Resülü'nün yüzüsuyu hürmetine, tevfik ve kabüldür. Nasıl kabul dilemeyelim ki, Allahü Teâlâ bu kitabın tebyızına başlamayı, Ravza-i Mutahhara'da ve Bük'ayı Mubâreke'de Resül-i Zişan'ın huzurunda ve iki büyük arslan kâmil kabir arkadaşının yanında nasib etti. Allah onlardan ve diğer bütün ashab-ı kiramdan, onlara iyilikle tâbi olanlardan. annelerimizden, babalarımızdan kıyâmet gününe kadar râzı olsun. Daha sonra Kâbe-i Şerife'nin karşısında altın oluğun altında. Hatîm'de ve Makam-ı İbrahim'de devam etmek nasip eyledi. Allah itmamını da müyesser kılsın..

Reddü'l-Muhtar Ale'd-Dürrü'l-Muhtar, c.1, s.98.

Bu satırları şerheden İbni Abidin hazretleri şöyle yazmış:

Şu evrakı toplayan günahkâr kul dahi aynen musannıfın dediğini der. Mevlâ-i Kerim'inden Nebiyyi Azîm'ı ve nezd-i İlâhisindeki her makâm sâhibi hörmetine, bu sâ'yi gayretini kabul ile kendisine fadl-ü ihsanda bulunmasını, bu eserle bütün memleketlerdeki kullarını faydalandırmasını, son nefesinde hüsn-ü hitâm nasip ederek merâmına nâil buyurmasını niyaz eyler!...Âmîn.....

a.g.e. s.99.

Kadızade Ahmed Efendi rahimehullah, İmam-ı Birgivi'nin kitabının şerhinde şöyle dua ediyor:

Allahü teâlâ bu muhtaç kulunu ve diğer dostlarını, emin olan Peygamberlerinin hürmetine (aleyhimüsselam) kabir azabından ve mahşer yerinin zorluğundan korusun. Amin.

Birgivi Vasiyetnamesi Kadızade şerhi, Bedir Yayınevi, s. 254.

Muhammed Hadimi rahmetullahi aleyh diyor ki:

"İbni Abdüsselâm bildiriyor ki, Resûlullahın ismi ile kasem ederek, yani Resûlullah hakkı için diyerek, Allahü teâlâdan birşey istemek câizdir. Çünkü ona yüce bir rütbe kıldı, onun şefaatinin kabul olunmasını kendi üzerine bir hak kıldı... Falanın hürmetine diye dua etmenin caiz olduğu Bezzâziyye fetvasında yazılıdır."

Berika, Kahraman Yayınları, c.4, s.48.

Not: Bazı alimler, Peygamber hakkı için veya ölü veya diri bir Velî hakkı için dua etmek tahrimen mekruhdur şeklinde ictihad etmişlerdir. Çünkü, kimsenin Allahü teâlâ üzerinde hakkı yokdur. Burada yazılı olandan anlaşılıyor ki, böyle dua etmek, (Yâ Rabbî, onlara vermiş olduğun hak için) niyyeti ile câiz olur. Çünkü, Rum sûresinin 47. âyetinin meâl-i şerîfi, (Üzerimize hak oldu ki, mü’minlere yardım ederiz)dir. En’âm sûresinin 12. âyetinin meâl-i şerîfi, (Allahü teâlâ kullarına merhamet etmeği kendisine lâzım kıldı) olup, merhamet ve ihsân ederek, sevdiklerine haklar verdiğini göstermekdedir.

Hindistan'ın büyük alimlerinden Mevlânâ Muhammed Fadlurresul rahimehullah şu açıklamayı yapmaktadır:

"Molla Ali el-Karî, filancanın ve başkasının hakkı için demenin mekruh olduğunu bildirdikten ve ihtilafları naklettikten sonra şöyle yazıyor: Ben derim ki, Resulullah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem duasında (Ya Rabbi, senden isteyip de verdiklerinin hakkı için, senden istiyorum) derdi. Buradaki hak kelimesinden murad, hürmettir. Yahud, rahmet gereğince ona va'd olunan hakdır. Yani bihakkın demenin yasaklığı anlatılmak istenirken, delil olarak; zira kimsenin Allahü teâlâ üzerinde hakkı yokdur demektedir. O halde bundan murad, hiç kimsenin Allahü teâlâ üzerinde vacib olan bir hakkı yoktur demektir. Demek ki, filancanın hakkı için sözünü bu ma'nâda kullanmak mekruhdur. Ama hadis-i şerifde bildirilen bihakkın [hakkı için] kelimesinin buradaki ma'nâsı hürmeti için, hürmetine demektir. Yahud üstün kılınmış olmaklık hakkı demektir... Bihakkın kelimesinin içinde hürmet saklanmaktadır. Yani hakdan murad hürmettir. Filancanın hakkı için demek, onun hürmetine demek olur. Böylece bihakkın demek caiz olup, mekruh olmadı ve kullanıldı.

Sirâciyye'de yazıyor ki: Eserde, câiz olduğuna dair deliller bildirildi. Tefsir-i âzîzî'de diyor ki: Hadîs-i şerîfde, Adem aleyhisselâmın tevbesi hakkında: (Ya Rabbi, Muhammed aleyhisselamın hakkı için senden istiyorum) diye bildirilen, üstün kılınmak hakkı ile ma'nâlandırılmış olup, Ehl-i sünnet mezhebidir. Fıkıh kitaplarında yasak edilen, hak kelimesinin hakîkî ma'nâsı olup, Mutezile mezhebidir. Çünkü Mutezile mezhebine göre, kullar işlerinin yaratıcısıdırlar. Böylece o işlerin karşılığı kulların hakîkî hakkıdır. Eskiden Mutezile mezhebi çok revacta olduğundan ve bu kelimenin kullanılması, onların mezhebini akla getirdiğinden, fıkıh âlimleri bu sözü kullanmayı yasakladılar. Böylece o mezhebin akla gelmesini önlediler."

Mevlânâ Muhammed Fadlurresul, Tashih'ül Mesail, Berekât Yay., İst, 1976, s. 158.

Kuşeyri Risalesi'nde diyor ki:

"Ma’rûf-i Kerhî, talebesi Seriyyu's-Sakatî'ye dedi ki: Allahü teâlâdan bir hacet dileyeceksen bana kasem ederek Ma'rûf'un hürmetine diyerek iste."

Risale-i Kuşeyri, Dergah Yayınları, 1. Baskı, Ekim 1978, s.82.

İmâm-ı Birgivî rahimehullah şu hadîs-i şerîfi yazmaktadır:

Bir mü’minin kabrini ziyâret ederken, yâ Rabbî! Muhammed aleyhisselâm hurmetine, buna azâb yapma denirse, Allahü teâlâ, kıyâmete kadar azâbını durdurur.

İmâm-ı Birgivî, Etfâl-ül-müslimîn risâlesi (Seadet-i Ebediyye'den)

Mevlânâ Muhammed Fadlurresul rahimehullah diyor ki:

Rahmanî, Mefâtih'den alarak bildiriyor ki: Bir mü'minin kabrini ziyaret edip, Allahümme bihakkı Muhammedin ve âli Muhammedin lâ tuazzıb hâzal meyyite [ya Rabbi, Muhammed aleyhisselamın ve âlinin hürmetine bu ölüye azab etme] derse, sura üfürülecek güne kadar Allahü teâlâ azabı ondan kaldırır.

Tashih'ül Mesail, Berekât Yay., İst, 1976, s. 191.

Ali el-Karî, "Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü teâlâdan, kâfirlere karşı Muhacirun'un fakirleriyle yardım talep ederdi" şeklindeki rivayetin (et-Taberânî, el-Mu'cemu'l-Kebîr, I, 292.) şerhinde ünlü Hanefî fakih ve usulcüsü İbn Melek'in şöyle dediğini nakleder:

"Şöyle diyerek yardım talebinde bulunurdu: "Allah'ım! Fakir muhacir kullarının hakkı için düşmanlara karşı bize yardım et."

Ali el-Karî, Mirkatu'l-Mefâtîh, I, 100. (Ebubekir Sifil'in sitesinden)

Abdülkadir-i Geylani rahimehullah Peygamber efendimizi ziyaret ederken, mübarek kabre dönerek şu şekilde söylemeyi öğretiyor:

Allahım, Peygamberini sallallahü teala aleyhi ve sellem aracı kılarak sana yöneliyorum. O rahmet Peygamberidir. Ey Allah'ın Resulü, seni vesile bilerek günahlarımı bağışlaması için Rabbıma teveccüh ediyorum. Allahım, O'nun hakkı için, beni bağışlamanı ve bana merhamet etmeni diliyorum.

Gunye tercümesi, Sağlam Yayınevi, 1991, 2. Basım, sayfa 49.

Ya’kûb bin Seyyid Alî rahmetullahi teâlâ aleyh, Şir’a-tül-islâm şerhinde "Duanın Sünnet ve Edebleri" başlığı altında özetle diyor ki:

"Abdest alıp, diz üstüne, kıbleye karşı oturup, elleri göğüs hizâsında ileri uzatıp, avuçları açıp, Peygamberlere ve Evliyâya tevessül ederek, Onların hâtırları ve hurmetleri için istemeli, sonunda Âmîn demelidir."

Şir’a-tül-islâm tercümesi, Berekât Yayınevi, İstanbul, 1979, sayfa 170.

Hazırlayan: Murat Yazıcı

Son değişiklik: 31 Mart 2013.

Efgani ve Abduh: Yeni Bir Vesika

Abduh ile Efgani'nin masonluklarını anlatan bu makale "Freemasonry Today" dergisinin 31. sayısında yayınlanmış (2005, Winter [Kış] sayısı).







Freemasonry Serving Egypt
Matthew Scanlan describes how Islamic modernisers found an ally in Freemasonry

Today it is a tragic irony that Freemasonry is falsely derided in much of the Muslim world as a stooge of Zionism, when some of the great names of the Islam have in fact been keen Freemasons. And foremost among these were two towering figures of nineteenth-century Islamic modernism - Jamal al-Din al Afghani and Sheikh Mohammed Abduh - both actually members of the same Egyptian lodge. Freemasonry was first introduced to Egypt by the forces of Napoleon Bonaparte in 1798. Following the French withdrawal interest in the movement appears to have waned, although it underwent something of a revival in 1830s and 40s. Nevertheless, it was not until the 1860s, when the country opened up to increased western influence during the construction of the Suez Canal, that Freemasonry really blossomed. Several lodges were established at this time, including a National Grand Lodge that worked the craft degrees and a Grand Orient that worked the ‘high’ degrees.

In the summer of 1867 the youngest son of Pasha Mehemet Ali, Prince Abd al Halim, the legal heir to the throne, became Grand Master of the newly established District Grand Lodge of Egypt. However his appointment was short-lived, as the succession to the throne swung in favour of Pasha Ismail and Prince Halim was exiled – leaving the two Grand Lodges without a head. Consequently the British consul, Raphael Borg, took over the running of the District Grand Lodge, and in 1872 the Grand Orient of Egypt was re-organised as the National Grand Orient of Egypt (the latter was re-organised as the Federal Diet of Egyptian Freemasonry on 8 July 1876).

Al Afghani
Amid this milieu Freemasonry became eminently respectable, even fashionable, and enticed many of Egypt’s political and social elite, including Jamal al-Din al Afghani (1838-97). Afghani was a leading pan-Islamist who has been variously described as the ‘the father of Islamic modernism’ and even the ‘prototype of the modern fundamentalist’. Born in Persia and educated in Afghanistan (hence the name), Afghani traveled extensively before arriving in Egypt in 1871. He was deeply impressed by western science, and convinced that nothing but science could eliminate economic backwardness and cultural sterility. He viewed it as universal, transcending nations, cultures and religions. He argued that a rediscovery of Islam’s scientific past would not only help Muslims materially, but also strengthen the unity of Islam, and castigated educational establishments who ignored ‘the important role of scientists’:

Those who imagine that they are saving religion by imposing a ban on some sciences and knowledge are enemies of religion.

It is only ‘philosophy that shows man the proper road and makes man understandable to man’, he averred. Yet Afghani was also a devout Muslim and hostile to Western imperialism and railed against the wanton excesses of secular materialism.

Afghani was already an initiate of an Italian lodge, when in May 1875, he was persuaded to join Kawkab al-Sharq (‘Star of the East’) Lodge, No. 1355, by the head of the District Grand Lodge of Egypt, Raphael Borg. The lodge had been founded in 1871 by some native Egyptian members of Bulwer Lodge of Cairo, No. 1068, who wanted to form a lodge that worked in Arabic for non-Europeans. Afghani quickly progressed through its ranks, and two years later, another remarkable figure joined the lodge, most probably at his behest.

Sheikh Mohammed Abduh
In 1877 Afghani’s student and protégé, Sheikh Mohammed Abduh (1849-1905), was initiated in the Star of the East Lodge, who, like his mentor, was also a religious scholar, liberal reformer and Arab nationalist. The two men had met five years earlier in al-Azhar, when Abduh was stirred from his early passion for mysticism and persuaded to campaign for Islamic renaissance and colonial liberation. Like Afghani, Abduh believed Islam should return to its scientific roots. He recalled how the great medieval Islamic scientist and Sufi mystic, Al- Ghazali, considered the study of logic and philosophy as essential for the defense of Islam, and in an article written in the year of his initiation, Abduh advocated the introduction of modern sciences to Al Azhar University. He deplored the blind acceptance of traditional doctrines and argued that as ‘modernity is based on reason, Islam must therefore be shown not to contradict reason, thus we may prove that Islam is compatible with modernity’:

There are two books: one created which is the universe, and one revealed which is the Qur’an and only through reason are we guided by this book to understand that one.

In 1878 Afghani was elected Master of the Star of the East Lodge and through his considerable influence many of Egypt’s nomenclature joined the lodge, which attracted several hundred members. He referred to his followers within Freemasonry as his ‘Sincere brethren and faithful companions’, although his ideas inevitably led him into conflict with other members of the lodge. When he was cautioned that the lodge was not a political platform, he is reported to have responded,

I have seen a lot of odd things in this country [Egypt], but I would never have thought that cowardice would infiltrate the ranks of masonry to such an extent.

For Afghani, Freemasonry was a vehicle for combating ‘the towering edifices of injustice, tyranny, and oppression’, and, it is believed, actually formed the basis of the political group he later founded – the Hizb al Watany al Hurr (‘the Free National Party’), which helped remove Ismail Pasha from the throne. At the time, Egypt was undergoing a financial crisis and the Khedive Ismail was clashing with his British and French creditors over the national debt. The Ottoman sultan responded by deposing him in favour of Mohammed Tawfik (1852-92), Ismail’s eldest son. Tawfiq was a mason and an admirer of Afghani and his teachings, and he also favoured a parliamentary constitution. However, Tawfiq soon distrusted Afghani and had him sent into exile.

In 1881, the Egyptian ruler, Khedive Tawfiq, became Grand Master of the Grand Lodge of Egypt, although he assigned most of his duties to his Minister of Justice, Hussein Fakhry Basha. Yet within months a revolt broke out within the ranks of the Egyptian army, which was quelled by British forces. Tawfik remained ruler although Evelyn Baring (later Lord Cromer) took charge of the country and Mohammed Abduh was exiled for agitating against foreign occupation. Abduh sought sanctuary in the Lebanon, before joining his former teacher Afghani in Paris in 1883. There they collaborated on a semi-religious, semi-political, and anti-British periodical called Urwat al-wuthqa - ‘The Firmest Bond’ - a title taken from the Koran. The paper circulated widely and was smuggled into Egypt, India and much of the Islamic world. Afghani gained a degree of notoriety in Parisian circles as a result of his polemical attacks on the French historian and positivist philosopher, Ernest Renan, and, it is claimed, the couple also cultivated further Masonic contacts at this time.

Abduh eventually broke with Afghani, and after briefly visiting England and Tunisia, he settled in Beirut where he taught at an Islamic college; he also translated Afghani’s book The Refutation of the Materialists (Beirut, 1886) into Arabic. In 1888 he was allowed to return to Egypt by Lord Cromer, having rejected his former radicalism, and became a teacher at Al Azhar University. He began to pursue a career in the Judiciary, quickly rising through the legal ranks, and in 1891 became an Appeal Court Judge. In this capacity he reformed a number of laws, established a benevolent society that operated schools for poor children, served on the legislative council, and tried to implement educational reforms. Having earned the trust of Lord Cromer, he was appointed Grand Mufti of Egypt in 1899, although his cooperative attitude towards the British also earned him the enmity of the ruling prince, Abbas Hilmi, and the nationalist leader, Mustafa Kamil.

At the time of Abduh’s death in 1905, Freemasonry spanned all sectors of Egyptian society and included a number of notable figures: three Prime Ministers, a Minister of Public Works, and a number of Junior Ministers. Indeed, the Craft remained popular in Egypt for the next half century or more, and many leading Egyptians embraced the Craft, including the leader of the 1919 revolution, Saad Zaghlul (1859-1927); King Fuad I (1921- 36); and Prince Mohammed Ali. However during the Suez crisis of 1956, the Egyptian President, Gamal Abdel Nasser, turned on the foreign Masonic delegations and sequestered their assets. The Egyptian Grand Lodge also began rejecting Jewish members and became increasingly nationalistic, and as a consequence many Grand Lodges around the world withdrew recognition as they deemed the move contrary to the true spirit of Freemasonry.

Freemasonry staggered on in Egypt for another eight years, until finally, on 4 April 1964, President Nasser ordered the closure of all Masonic lodges. According to the Egyptian magazine Akhir Sa’a this was done because the lodges did not submit themselves to government inspection. However it was also noted that, ‘Zionism has decided to utilise Masonic lodges for practising its activities’, despite the fact that Freemasonry had clearly been held in high esteem by many leading Arab nationalists whose faith in Islam was beyond doubt. © M.D.J. Scanlan, 2003.

 




 Hazırlayan: Murat Yazıcı

22 Haziran 2007 Cuma

M. İslamoğlu'nun Abdestsizlik Fitnesi Üzerine

“Müslüman Aklının Yeniden İnşâsı”nda Abdestsizliğin Rolü!*

Her şey, Ahmed Şahin Bey’in Zaman gazetesindeki sütûnunda, bir okurunun suâline verdiği cevâb ile başladı. İş bu cevâbında Ahmed Bey bir okuyucusunun “dînî kitaplara abdestli dokunulup dokunulamayacağı”na dâir bir suâlini ele almakta ve, hülâsaten, mezkûr kitapların âyet-i kerîme bulunan kısımlarına dokunulmamak kaydıyla bunun olabileceğini, bunların okunabileceğini ama Kur’ân-ı Kerîm’i ele almak için abdestli olmanın farz olduğunu; hiç de abdestsiz mezhepsizlere değinmeden, onlara sövmeden, gâyet halîm selîm bir sûrette beyân etmekteydi![1]

Fakat gelin görün ki buna rağmen mevzûbahis mes’ele, “Müslüman aklını yeniden inşâ etme”(!) heveskârı bir neo-müctehidin pek derin bir karın ağrısının yeniden depreşmesine neden olur! Öyle ki bu zât, Ahmed Bey’in mezkûr yazısının kendilerine jurnallenmesi üzerine hemen kaleme sarılır ve “tezgâhında mezhep satan”, “mezhepsizlik edebiyatı” yapan “utanmaz”, “şarlatan” “mezhepciler”den başlar da, “tulumbacı takımı”nın H.Karaman gibilerine tahammül edemeyip bunların tepesine iftira küfelerini boca etmek sûretiyle nasıl milyonlarca “müctehid” taslağının doğuşuna neden olduklarından[2] çıkar da nihâyet sadede gelir![3] Ve “ümmetin en büyük problemi olan anlama problemi”ni(!) çözmüş bu neo-müctehid “derin bir tefakkuh” ile sorar: “Kur’an okurken abdest almak farzdır” öyle mi?!”[4] Sorar sormasına da biz de; semantik parçalayan, müteşâir, edîb, muhakkik, müdekkik, müverrih vs. sıfatları hâiz bir “müctehid”den (!) nasıl olmuş da böyle bir suâl sâdır olmuş diye taaccüb ederiz?![5]

Bilâhire öğreniyoruz ki M.İslamoğlu’nun -belli ki bir “yara”dan kaynaklanan- bu münâsebetsiz, galîz mezhepsizlik edebiyâtı aslında “Tek kelimeyle “Müslüman aklının yeniden inşası”na katkıda bulunmak” içinmiş. Ve “Bu da ancak, “klâsik Müslüman aklını” tahlile tabi tutmakla mümkün” imiş![6] Hâsılı “Müslümanların dibi delik testisi”nden suâl eyler imiş![7]

“Müslüman aklının yeniden inşâsı” gibi mavalları anlayan ve bunlara itibâr eden çıkar mı bilmem, lâkin bu yaldızlı sözün sâhibinin, Ignaz Goldziher’in Die Richtungen der Islamischen Koran Auslegung nâm meşhur eserinin Arapçasından (Mezâhibu’t-Tefsîri’l-İslâmî) yaptığı tercümeyle (İslâm Tefsir Ekolleri) bu dile olan vukûfiyetsizliğini bihakkın ısbât etmiş iken[8] Tefsir yazma cesâretini gösterebilmiş olduğunu bilirim! Varın bu cesâretin ne cesâreti olduğuna siz kara verin...

Muhterem baba Ahmed İslamoğlu Hoca Efendi’nin teessürü boşuna değil zâhir:

Muhterem Ali Eren Beyefendi!.. Selamlar, sevgiler, dualar, hürmetler... Allah, hidayet ve salah veresice oğlum Mustafa İslamoğlu’na köşenizde verdiğiniz, “Kur’an–ı Kerim’e el sürme” mevzuunda, alimane, arifane, vakıfane cevabınızdan dolayı sizi canı gönülden tebrik eder ve halisane şükranlarımı arz ederim. Hürmet ve dualarımla... Aciz Ahmed İslamoğlu. Mütekait (emekli) imam–hatip ve fahri vaiz. Develi / Kayseri. “Not: “Muhterem Hocam (Ali Eren)!... Mustafa’nın dâl ve mudılliği, baba olarak bizi çok huzursuz etmektedir. Salahına dua etmekteyiz. Sizlerden de ıslahına dua istirham etmekteyiz. İcap ederse, bu kısa tebrik ve teşekkürnamemi köşenizde dipnot alarak neşredersiniz... Milyonları ifsat ve idlal etmesin... Cevabınız, fakiri pek memnun ve mesrur etti. Hak razı olsun...”[9]

Lafı daha fazla uzatmaya lüzûm görmüyorum. Zâten buna vaktim ve yerim de yok. Biz sâdece muhterem kârîlerimiz “klasik Müslüman aklı”nı tahlîle yeltenenlerin, onu yeniden -sözüm ona- inşâya heveslenenlerin, bu dîn-i mübîni kumaş kendilerini makas zannedenlerin hâlini bir nebze olsun görsün istedik, o kadar... görsün de “bitli baklanın kör alıcısı olmasın”, vesselâm...

Zeyl

Kur’ân-ı Kerîm’e dokunmakla ilgili mezkûr münâkaşa etrâfında gelişen literatür, bizim tesbît edebildiğimiz kadarıyla, aşağıdaki gibidir (bunun evveliyâtı ise zâhirî Muhaddislerle Hanefî Fukahâ arasındaki münâkaşalara kadar uzanmaktadır. Bu münâkaşaların mâhiyeti, kıymeti ve cumhûr ulemâ ile birlikte Hanefî Fukahâ’nın bu mes’eledeki isâbetli tutumu için bkz.: Zekeriya Güler, Zâhirî Muhaddislerle Hanefî Fakihleri Arasındaki Münakaşalar ve İhtilâf Sebepleri, Türkiye Diyanet Vakfı nşr., Ankara, 1417 [1997], 59-70.s.):

1. Ahmed Şahin, “Dinî Kitaplar Abdestsiz Okunamaz mı?”, Zaman, 16 Rebîü’l-Âhir 1421 (18 Temmuz 2000).2. Mustafa İslamoğlu, “Bilmez Ki Sorsun, Sormaz Ki Bilsin!”, Akit, 27 Cemâziye’l-Âhir 1421 (25 Eylül 2000).3. Ali Eren, “Kur'an'a Abdestsiz Dokunulabilir mi?”, Yeni Mesaj, 2 Receb 1421 (30 Eylül 2000).4. Ali Eren, “Kur’an, Abdestsiz Ele Alınabilir mi? (1)”, Akit, 4 Receb 1421 (2 Ekim 2000).5. Mustafa İslamoğlu, “Bu Ümmetin En Büyük Problemi, “Anlama Problemi”dir”, Akit, 4 Receb 1421 (2 Ekim 2000).6. Enver Baytan, “Kur’an’a El Sürmek”, Akit, 4 Receb 1421 (2 Ekim 2000).7. Mustafa Kaplan, “Zemzem Kuyusu...”, Akit, 7 Receb 1421 (5 Ekim 2000).8. Mustafa Kaplan, “Aya Çıkmaya Gerek Yok”, Akit, 8 Receb 1421 (6 Ekim 2000).9. Ali Eren, “Kitaplar Ne Yazıyor?”, Akit, 11 Receb 1421 (9 Ekim 2000).10. Mustafa İslamoğlu, “Bu Köşenin Saygıdeğer Okurlarına!”, Akit, 11 Receb 1421 (9 Ekim 2000).11. Dücane Cündioğlu, “Kolunu Hızara Kaptıran Ustalarımız Olsaydı...”, Yeni Şafak, 12 Receb 1421 (10 Ekim 2000).12. Mustafa Kaplan, “Hoca’nın İltifâtı”, Akit, 14 Receb 1421 (12 Ekim 2000).13. Mustafa İslamoğlu, “Testilerinizin Ahvalinden Sual Eylerim”, Akit, 18 Receb 1421 (16 Ekim 2000) (mes’eleyle bilvesîle ilgili).14. Ali Eren, “Vaiz Babanın Teşekkür ve Üzüntüsü”, Yeni Mesaj, 23 Receb 1421 (21 Ekim 2000).15. Burhan Bozgeyik, “Kur'ân-ı Azimüşşan'a Hürmet, Şiârımızdır”, Millî Gazete, 10 Şa’bân 1421 (6 Kasım 2000).16. Burhan Bozgeyik, “Kur’ân’a Abdestsiz El Sürülemez”, Millî Gazete, 12 Şa’bân 1421 (8 Kasım 2000).17. Burhan Bozgeyik, “Lafzullah'a ve İsm-i Nebi'ye Hürmet...”, Millî Gazete, 14 Şa’bân 1421 (10 Kasım 2000).

Yûsuf Hanîf
7 Şevval 1421 (3 Ocak 2001) Dersaâdet

*İslâmî Edebiyat, 33. ‘aded, Zilhicce 1421 – Muharrem-Rebiu’l-evvel 1422 (Nisan-Haziran 2001), 93-94.s..

[1] Ahmed Şahin, “Dinî Kitaplar Abdestsiz Okunamaz mı?”, Zaman, 16 Rebîü’l-Âhir 1421 (18 Temmuz 2000).
[2] Bu serzeniş bize cidden pek enteresan geldi! Yâni acabâ hazret, “o tulumbacılar yok mu; bi bırakmadılar ki Karaman hoca ağız tadıyla ictihâd yapsın da millet müctehid görsün. E adama fırsat vermeyince de müctehid taslakları türeyiverdi!” mi demek ister?... O tulumbacılar kimlerdir bilmem ama, etkili ve de yetkili İslâmî çevrelerde sivil “müctehid” H.Karaman’dan gayrı kendisine ve “ictihâd”larına bu kadar perestij edilen (o kadar ki Akit gazetesini açıkça “toplumsal barışı zedelemek” ile ittihâm etmesine rağmen [bkz., “Başka Türkiye Yok”, Ruşen Çakır’ın H.Karaman ile yaptığı mülâkat, Milliyet, 21 Rebîü’l-Âhir 1421/23 Temmuz 2000] yine de bu gazetenin gözdesi olmuş ve makâleleri iktibâs edilmiştir) başka bir ismi hâlâ bilmiyorum!
[3] Mustafa İslamoğlu, “Bilmez Ki Sorsun, Sormaz Ki Bilsin!”, Akit, 27 Cemâziye’l-Âhir 1421 (25 Eylül 2000).
[4] A.g.m..
[5] Ve dahî Ali Eren Bey: “İyi de, “Kur’an okurken abdest almak” nasıl olacak? Yahu, insan Kur’an okurken abdest almak istese bile alamaz ki. (...) Bi kere, bazıları hafızdır; Kur’an’ı ezbere okur. Bazıları Kur’an–ı Kerim’i eline alıp yüzüne bakarak okur. Bazıları da başkasının önündeki Kur’ an’a bakarak eline almadan okur. Bazan da hiç okunmaz da sadece Kur’an–ı Kerim bir yerden alınıp bir yere konulur. Bunların hepsinin hükmü ayrı ayrıdır...” (“Kur'an'a Abdestsiz Dokunulabilir mi?”, Yeni Mesaj, 2 Receb 1421 [30 Eylül 2000]).
[6] M.İslamoğlu, “Bu Ümmetin En Büyük Problemi, “Anlama Problemi”dir”, Akit, 4 Receb 1421 (2 Ekim 2000).
[7] M.İslamoğlu, “Testilerinizin Ahvalinden Sual Eylerim”, Akit, 18 Receb 1421 (16 Ekim 2000).
[8] Ömer Özsoy’un mezkûr tercüme ile ilgili mufassal bir tenkîdi için bkz.: İslâmiyât, Ramazân-Zilhicce 1418 (Ocak-Mart 1998), 1.c., 1. aded, 111-122. s.. Heyhât ki “yeniden inşâcı” neo-müctehidimiz oturup hatâlarını tashih edeceğine, “çok biliyorsan sen çevir de görelim. Hem ben bu tercümenin kâhir ekseriyetini hapishâne köşelerinde yaptım, bilmiyor musun?” meâlinde cevâb vermek (!) sûretiyle (M.İslamoğlu, “Bir Tercümenin Serüveni”, Yeni Şafak, 20 Zilkâde 1418 [19 Mart 1998]) bir kez daha seviyesini izhâr etme yolunu seçmiştir! (D.Cündioğlu’nun da bu mes’eleyle ilgili bir makâlesi Yeni Şafak’ta neşrolunmuştur. Bkz., “Ignaz Goldziher’in “Richtungen”i Türkçe’ye Çevrildi mi?”, Yeni Şafak, 18 Zilkâde 1418 [17 Mart 1998]).
[9] Ahmed İslamoğlu’ndan Ali Eren’e mektub, Ali Eren, “Vaiz Babanın Teşekkür ve Üzüntüsü” içinde, Yeni Mesaj, 23 Receb 1421 (21 Ekim 2000).

21 Haziran 2007 Perşembe

İbni Teymiyye'den Vehhabîleri Rezil Eden Nakiller

İbni Teymiyye'nin kabir ziyaretleri, kabirdekilerle tevessül vs. konularda Ehl-i sünnete aykırı görüşleri olduğunu biliyoruz. Her ne kadar İbni Teymiyye ve talebesi İbni Kayyım'ın şazz görüşleri Vehhabiliğe kaynak teşkil etmiş bulunuyorsa da, Vehhabiler çok övdükleri bu iki alimden daha aşırı ve müfrit inançlara sahiptirler. Burada, İbni Teymiyye'nin doğru kabul ettiği bazı rivayetler ve gerçekler üzerinde duracağım. Bunu yaparken, İbni Teymiyye'nin bu rivayetleri ve gerçekleri nasıl yorumladığı veya te'vil ettiği üzerinde değil, bahsedilen bu rivayetleri ve hususları doğru kabul etmesi üzerinde durmak istiyorum. Aşağıda, Ebu Ammar'ın kitabından tercüme ettiğim bazı parçaları bulacaksınız.

İbni Teymiyye der ki:

Kuraklık olduğu zaman, birisi Peygamberimizin (aleyhisselam) kabrine geldi ve kuraklık hakkında şikayet etti. Daha sonra Peygamberimizi gördü. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ömer'e git ve İstiska namazı kılmasını söyle" buyurdu. Buna benzeyen birçok doğru rivayet mevcuttur.

İktizâu's-Sirati'l-Müstakim, s. 373; Ayrıca İmam-ı Buhari bundan Tarih el-Kebir kitabında, Mâlik ed-Dâr'ın hal tercümesinde bahsetmiştir. [Daha fazla bilgi için bkz. bu sitede "Mâlik ed-Dâr Hadîsi Sahîhtir" başlıklı yazı]

Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) mübarek kabrine birisi gelerek Peygamberimizden yiyecek istedi ve oturdu. Bir süre sonra Haşimilerden biri geldi. Yanında bir tepsi yiyecek vardı. Dedi ki: "Bu yiyecek peygamberimiz tarafından gönderildi ve bununla sana şu mesajı gönderdi: bunu ye ve buradan git, çünkü bizi seven bizden bu tür istekde bulunmaz."

İktizâu's-Sirati'l-Müstakim, s. 290.

Bazı insanlar Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) kabrine gelerek Peygamberimizden birşeyler istedi ve istekleri yerine geldi. Bunun gibi, salih zatlar da insanlara yardım edebilir. Biz bunu inkar etmiyoruz.

İktizâu's-Sirati'l-Müstakim, s. 373.

İmam-ı Buhari, Hafız ibni Teymiyye ve Kadı Şevkani hepsi aynı soruyu sordular: “Birisinin ayağı uyuşursa, ne yapmalı?” Hepsinin tavsiyesi aynı idi ve cevapları ile beraber aşağıdaki hadis yazılı idi: Resulullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatından bir süre sonra, Abdullah İbni Ömer Necd’de idi ve birgün ayağı uyuştu. Acısının geçmesi için birisi ona “En çok sevdiğini an!” dedi. Bunu duyan İbn Ömer “Ya Muhammed” deyince, ayağının uyuşukluğu hemen geçti.

İmam Buhari, İbni Teymiyye, Kadı Şevkani, ve ayrıca İmam-ı Nevevi

İbni Teymiyye der ki: Aynı şekilde Abdullah ibni Abbas’ın da ayağı uyuşmuştu. Ona da birisi en çok sevdiğini anmasını söyledi. Abdullah ibni Abbas “Ya Muhammed!” diye nida etti ve ayağının uyuşukluğu hemen geçti.

İbni Teymiyye, El-Kelim-el-Tayyib, Hadirat Ricluhu bölümünde

Konuyla alakalı olduğu için, şu iki pasajı da burada verelim:

Kadı Şevkani der ki: Birisinin başı dertte ise veya sıkıntıda ise, iki rekat nafile namaz kılmalı ve sonra gönülden yalvarmalı [Allahü teâlâya dua etmeli]. “Ya Muhammed” diye nida etmeliler ve Allahü teâlâ isteklerini verecektir ve problemleri çözülecektir. Muhaddisler bu hadisin sahih olduğunu bildirmişlerdir ve Tirmizi, Hakim, Nesai, İbni Mace ve Taberani onu kaydetmiştir.

Kadı Şevkani, Tuhfetuzzakirin

Hafız ibni Kesir, İmam Taberi ve İmam İbni Esir hepsi dediler ki: Ebubekr-i Sıddik radıyallahü anh hilafeti zamanında Necd'li yalancı peygamber Museyleme’ye karşı bir savaş oldu. Savaş başladıkta müslümanlar pozisyonlarını kaybettikleri zaman Halid bin Velid radıyallahü anh ve arkadaşları “Ya Muhammed!” (sallallahü aleyhi ve sellem) diye seslendiler ve devamında savaşı kazandılar.

Kaynak: Traditional Scholarship and Modern Misunderstandings: Understanding The Ahl al-Sunna, by Abu Ammar. (Yukarıda naklettiğim son yedi pasaj bu kitapdan tercüme edilmiştir.)

Davud bin Süleyman rahmetullahi aleyh diyor ki:

Hicretin altmışbirinci senesinde (Harre) olayında Yezîdin adamları Medîne-i münevverede işkence yapdıkları gün, Saîd bin Müseyyib diyor ki, Mescid-i nebîde ezan okunamaz, namaz kılınamaz olunca, (Hucre-i nebeviyye)den ezan ve ikâmet sesi işitildi. Bunu, ibni Teymiyye de, (İktizâ-üs-Sırât-il-müstakîm) kitabında yazmakdadır. [Not: İbni Teymiyye'nin de yazdığı bu rivayet için bkz. Sünen-i Darimi, 15. Bab, No: 94. (Madve Yayınları, c.1, s. 198) ]

Ahmed ibni Teymiyye, (Kitâb-ül-intisâr-fil-imâm-ı Ahmed) kitabında diyor ki, Bedir'de çukura doldurulan kâfirlerin işitmelerine, hazret-i Âişenin inanmaması, onun için suç olmaz. Çünki O, hadîs-i şerîfi işitmemişdir. Fakat başkalarının inanmaması suç olur. Çünki, bu hadîs-i şerîf her tarafa yayıldı. Zaruri inanılması lâzım gelen bilgilerden oldu. İbni Teymiyye, ölülerin diriltilmesi üzerindeki fetvâlarında diyor ki, ölüler, kendilerini ziyâret edenleri bilirler mi? Tanıdıklarından veya tanımadıklarından biri kabre geldiği zaman, bunun geldiğini anlarlar mı? Cevabında, (Evet bilirler ve anlarlar) diyor. Ölülerin buluşduklarını ve soruşduklarını ve dirilerin yapdığı işlerin onlara gösterildiğini bildiren haberleri yazıyor.

Müellif merhum, bu gibi vesikaları yazdıktan sonra diyor ki:

Buraya kadar, Ahmed ibni Teymiyye-i Harrânînin kitâbındaki vesîkaları bildirdik. Vehhâbîler, ibni Teymiyyenin yolunda olduklarını söyliyorlar. Onun büyük âlim olduğunu bildiriyorlar. Kendisine Şeyh-ul-islâm diyorlar. Hâlbuki, onun kitâblarını ve fikrlerini kabûl etmiyorlar. O, bütün meyyitlerin, şehîdler gibi diri olduklarını ve şehîdler gibi rızklandırıldıklarını bildiriyor. Onun sözüne uymıyan ve onun sözüne uyanlara kâfir ve müşrik damgası basanların, onun yolunda olduklarına hiç inanılır mı? Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, işitmez ve ziyârete gelenleri, kendisine yalvaranları görmez, bilmez ve tanımaz diyen ahmaklar, ibni Teymiyyenin ve hiçbir kimsenin yolunda değildirler. Kendi nefsleri, keyfleri arkasındadırlar. Allahü teâlâ, bunlara akl versin ve doğru yolu göstersin. Âmîn!

Kaynak: Davud bin Süleyman, Minhat-ül-Vehbiyye fi Redd-il-Vehhabiyye

Yukarıda, Ebu Ammar'ın kitabından tercüme ederek İbni Teymiyye'nin İktizâu's-Sirati'l-Müstakim isimli eserinden birkaç pasaj aktardım. İbni Teymiyye'nin bahis konusu kitabının Pınar Yayınevi tarafından neşredilmiş olan Türkçe tercümesinin 5. baskısından birkaç sayfanın taranmış kopyaları aşağıda verilmiştir.






Bu sayfalarda yazılı olanlar gösteriyor ki, İbni Teymiyye şunları doğru kabul etmektedir:

1. Peygamberimizin (aleyhisselam) ve bazı salih kişilerin mezarlarına (yani mezarda yatan salih zata) selam veren bazı kimseler, selamlarına cevap verildiğini işitmiştir.

2. Hicretin altmışbirinci senesinde (Harre) olayında Yezîdin adamları Medîne-i münevverede işkence yapdıkları gün, Saîd bin Müseyyib diyor ki, Mescid-i nebîde ezan okunamaz, namaz kılınamaz olunca, (Hucre-i nebeviyye)den ezan ve ikâmet sesi işitildi. [Not: İbni Teymiyye'nin de yazdığı bu rivayet için bkz. Sünen-i Darimi, 15. Bab, No: 94. (Madve Yayınları, c.1, s. 198) ]

3. Kuraklık olduğu zaman, birisi Peygamberimizin (aleyhisselam) kabrine geldi ve kuraklık hakkında şikayet etti. Daha sonra Peygamberimizi gördü. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ömer'e git ve İstiska namazı kılmasını söyle" buyurdu. [90 nolu dipnotta, İbni Kesir'in bu haber hakkında "isnadı sahihtir" dediğini görüyoruz. Daha fazla bilgi için bkz. bu sitede "Mâlik ed-Dâr Hadîsi Sahîhtir" başlıklı yazı.]

4. "Bu tür tezahürler, Peygamberimizden daha alt düzeyde olan salih şahsiyetler tarafından da ortaya konabilmektedir" diyor ve ekliyor: "Ben şahsen bu türde bir çok olay biliyorum."

5. Devamında, İbni Teymiyye (yapılan hareketi uygun görmemekle, karşı çıkmakla beraber) kabirdeki salih bir zatdan bir şey istenmesinin ve istenenin yerine getirilmesinin "çok görülen bir olay" olduğunu yazıyor!

6. Bir sonraki (494.) sayfanın ortasındaki paragrafta ve sayfa sonuyla bir sonraki sayfanın başında söyledikleri dikkatle okunursa, İbni Teymiyye "salih zatların kerametlerinin öldükten sonra da devam ettiğini" kabul ediyor. Çünkü bunlar için "gerçekler" diyor.

7. Sayfa 499'da da diyor ki: "Ölünün Kur'an okuma zikir ve dua seslerini işitebildiği doğrudur."

Bu yazdıklarımdan, İbni Teymiyye'nin bu konularda tamamen Ehl-i sünnete uygun görüşlerde olduğu anlaşılmamalı. Nitekim, bazı aykırı görüşleri bu sitede çeşitli makaleler ile ortaya konmaktadır. Ayrıca, İbni Teymiyye'nin burada yazdıklarıyla başka yerlerde söylediklerinin tamamen tutarlı olup olmadığı da ayrı bir tahkik konusu olabilir. Fakat, burada yazdığı ve doğru olduğunu söylediği hususlar, "ölüler hissizdir, işitmez, cevap veremez, bir şey yapamaz" diyen Vehhabileri açık bir şekilde tekzib etmektedir.

Son bir iktibasla tamamlayalım. İlahiyatçı-yazar Ebubekir Sifil şu yorumu yapmış:

"Nitekim, gerek İbn Teymiyye'nin, gerekse talebesi İbni Kayyım'ın eserlerini neşreden bir kısım Selefilerin, bu iki alimin bazı meselelerdeki görüşlerine tahammül edemeyerek kendilerine itiraz ettikleri bilinen bir husustur. (Örnek olarak İbni Kayyım'ın Medaricü's-Salikin'inin Daru'l-Hadis baskısına bakılabilir.)" (Dr. Ebubekir Sifil, İslam ve Modern Çağ, Kayıhan Yayınları, c.1, s. 82)

Derleme ve tercüme: Murat Yazıcı

Yazıların Kaynakları

Bu sayfadaki yazılar genel olarak şu iki kategoriden birine girmektedir:
1. Gazete, dergi veya kitaplardan alınmış kısımlar veya makaleler. Bunların yazarları ve hangi kaynaktan alındığı açıkca belirtilmiştir. İstifadeli olduğunu ve mühim bilgiler ihtiva ettiğini düşündüğüm yazıları -muhtevalarını değiştirmeden- buraya aldım. Bu tür yazılarda ifade edilen görüşler yazarlarına aittir.
2. Kendi araştırmalarıma dayanan, çeşitli kitaplardan ve makalelerden istifade edilerek derlenmiş yazılar. İstifade edilen kaynaklar listelendikten sonra genellikle "Hazırlayan: Murat Yazıcı" ifadesi yazının sonuna eklenmiştir.
Bu sayfadaki yazıların mühim bir kısmını çeşitli forumlarda yayınlamıştım. Bu tür yazılarımı düzeltmeler ve ilaveler yaparak burada toparladım. Gerektiğinde eski yazılara yeni belge ve bilgiler ekliyorum.
Not: Sayfanın sol üst köşesindeki rakam, 3 Ocak 2009'dan bu yana bu sayfanın kaç kere görüntülendiğini göstermektedir. Bu rakama blog yöneticisinin girişleri dahil değildir.

Yazıların Kullanım ve Dağıtımı Hakkında

Bu sayfadaki yazıları kopyalayabilir ve kullanabilirsiniz. Buradaki herhangi bir yazıyı başka bir sitede yayınlarsanız, bu sayfaya ( http://muratyazici.blogspot.com/ ) bağlantı vermenizi rica ederim. Zamanla ilave başlıklar eklemenin yanı sıra, mevcut başlıklara da yeni belgeler eklemeyi planlıyorum. Bu sayfaya bağlantı verildiği takdirde, her okuyucu ilgilendiği yazının en yeni haline ulaşma imkânına sahip olacaktır.