İbni Teymiyye'nin Fena-i Nar Görüşünü Desteklemek İçin Söyledikleri
Hayalî bir uzay canavarına tapan putperestlerden biri, tasavvufa saldırmak için kaleme aldığı bir kitapda şunları da yazıvermiş:
[Vehhabî'nin sözü burada başladı:]
Cennet ve cehennem fani olmazlar. Günahları sebebiyle cehenneme giren muvahhid kullar, cezalarını çektikten sonra oradan çıkarılırlar. Kafirler ise ebedi olarak cehennem azabına düçar kalacaklardır. İşte ehli sünnetin itikadı bu meselede böyledir...
Şeyhulislam İbni Teymiye, bazı sahabelerden rivayetlerle delil getirmiş, ictihad hatası yapmış, cehennemin fani olacağını bazı sahabelerin söylediğini zannetmiştir...
İbni Kayyım r.a., şeyhul İslam İbni Teymiye’den, şöyle nakleder; “Hasen el Basri, Ömer r.a.’ın şöyle dediğini söyledi; “Cehennemdekiler şayet kum yığınları kadar bir süre bile cehennemde kalsalar, yine bir gün oradan çıkarlardı.”(İbni Kayyım Hadil Ervah(s.409) Suyuti Durrül Mensur(4/478)) Her ne kadar Hasen el Basri, Ömer r.a.’den işitmemişse de, onun böyle dediğine kanaati olmasaydı böyle kesin olarak rivayet etmezdi. Ehli sünnet önderi imamlar da buna karşı çıkmadılar.”...
Sonra İbni Teymiye r.a., Ömer r.a.’ın sözünü kafirlere hamlederek; “zaten günahkar müminler cehennemde kum taneleri kadar uzun süre orada kalacak değildir. Ömer r.a. kafirleri kastetmiş olmalıdır” der....
Sonra Şeyhulislam, cehennemin faniliğine, İbni Abbas r.a.’ın Enam suresi 128. ayeti tefsirinde söylediği şu sözünü delil getiriyor; “Hiç kimsenin, yaratıkları hakkında Allah’a hükmetmesi, onlara cennetlik veya cehennemlik diye damga vurması yakışmaz.”...
Sonra Şeyhul İslam İbni Teymiye, İbni Merduye’nin tefsirinde Cabir r.a. hadisinden tahric ettiği şu rivayeti delil getiriyor; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Bahtsızlar ateştedirler. Onların orada (o bunaltıcı ateş içinde) bir soluk alıp verişleri vardır ki!... Rabbinin dilediği hariç, (onlar) gökler ve yer durdukça o ateşte ebedî kalacaklardır.”(Hud 106-107) ayetleri hakkında buyurdu ki; “Allah dilerse, bedbaht olanlardan bazı kimseleri ateşten çıkarmayı ve onları cennete koymayı dilerse bunu yapar.”...
[Vehhabî'nin sözü burada bitti.]
NOTLAR:
1. Bu kitabın 2005 yılında, yani Dr.Ebubekir Sifil'in İnkişaf Dergisi'ndeki 2006 tarihli makalesinden önce yazıldığı anlaşılıyor. Bu blogda şuraya bakınız:
http://muratyazici.blogspot.com/2008/04/ibni-teymiyyenin-fena-i-nar-gr.html
Dr. Sifil'in kendi sitesinde:
http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=dergi&no=95
2. Vehhabi yazarın, İbni Teymiyye'nin son hapis yatışında (ölümünden önce) yazdığı er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr isimli eserden haberi olmadığı anlaşılıyor. Çünkü, İbni Teymiyye'nin bu konuyla ilgili görüşlerini doğrudan bu kitapdan nakletmek yerine, İbni Kayyım'ın Hadil Ervah isimli kitabından aktarmaktadır. Mezkur eserinde İbni Teymiyye şöyle der:
"… (Allah Teala Cennet nimetleri hakkında "kesintisiz bir lütuf…" buyurduğu halde) Cehennemlikler(in akıbeti) hakkında ne dilediğini haber vermemiştir. Sünnet ve Hadis uleması bu konuda Sahabe ve Tabiun'dan çeşitli rivayetler nakletmiştir. (…) Şu halde Cehennem'in son bulacağına Kitap, Sünnet ve Sahabe akvaliyle ihticac edil(ebil)irken, Cehennem'in baki olacağını söyleyenlerin elinde ne Kitap, ne Sünnet, ne de Sahabe akvalinden bir delil vardır!" (İbni Teymiyye)
İbni Teymiyye'nin bu kitabına atıfda bulunan el-Albânî şu itirafı yapar:
"...İbn Teymiyye de Cehennem'in son bulacağını söylemektedir. Hatta sadece bunu söylemekle kalmamakta, Cehennem son bulduktan sonra cehennemliklerin, altından ırmaklar akan cennetlere gideceğini de ileri sürmektedir…" (el-Albânî)
3. Kâdîzâde Ahmed Efendi rahimehullah diyor ki:
"Cennet ve Cehennem ve içlerinde bulunanlar sonsuzdurlar. Bunun aksini söylemek küfürdür. Allahü teâlâ bizi bundan korusun." (Birgivî Vasiyetnâmesi Şerhi, Bedir Yay., s. 124)
Murat Yazıcı
Ehl-i Sünnet Müdafaası
Bu sayfayı hazırlamaktaki maksadım "Ehl-i sünnetin müdafaası" için bir bilgi ve belge bankası meydana getirmektir. Faydalı olacağı ümidi ile başladım. Allahü teâlâ hâlis niyet, hayırlı netice ve muvaffakıyet nasib etsin. Bu sayfayı ziyaret eden kardeşlerimden hayır dualarını istirham ederim. (Daha fazla bilgi için sayfanın altına bakınız.)
Etiketler
- Çalgı ve Müzik (7)
- Ehli Sünnet İtikadı (19)
- Elfaz-ı Küfr (2)
- Fıkıh (5)
- İbni Teymiyye ve Takipçileri (31)
- Masonluk (15)
- Reformcular (67)
- Siyonizm (3)
- Şia Taifesine Cevaplar (6)
- Vehhabilere Cevaplar (56)
Blog in English:
29 Ekim 2010 Cuma
24 Ekim 2010 Pazar
el-Vasıyye Tercümesinde Tehlikeli Bir Hata
İmam-ı a'zam Ebu Hanîfe'nin (rahimehullah) el-Vasıyye isimli eseri Mustafa Öz tarafından tercüme edilmiş ve "Ebu Hanife'nin 5 Eseri" adlı çalışmanın bir kısmı olarak 1981 yılında basılmış. Bu tercüme bir bilgisayar dosyası olarak web'de bulunabiliyor. Orada, "Ebu Hanife'nin Vasiyeti" başlığı altında, şu ifade göze çarpıyor:
"Allah'ın ihtiyacı olmaksızın Arş üzerine istiva ve istikrarı vardır. Muhtaç olmaksızın Arşı ve başkalarını muhafaza eder. Eğer Allah'ın ihtiyacı olsaydı, mahlûklar gibi âlemi icad ve tedbîre kadir olamazdı. Oturmak ve karar kılmaya muhtaç olsaydı, Arş'ın yaratılmasından önce Allah'ın nerede olduğu sorusu ortaya çıkardı. Yüce Allah bundan münezzehtir." (Mustafa Öz tercümesi)
İlk cümlede, altını çizdiğim yerde tehlikeli bir hata mevcut. Zira, "istikrar etmek" yerleşmek ve mekân tutmak ma'nâsına gelir. Tercümenin doğrusu şöyledir:
"Allahü teâlâ, ihtiyaç ve istikrar olmaksızın Arş'a istiva etmiştir."
Metnin Arapça aslı aşağıda verilmiştir.
NOTLAR:
Dr. Fuad Haddad ilgili kısmı İngilizce'ye şu şekilde tercüme etmiştir:
"...over the Throne without His having need for it and without settlement on it as He is the preserver of the Throne and other than the Throne." (The Four Imams and Their Schools, Muslim Academic Trust, İspanya, 2003, s. 69) ["without settlement" = "istikrar/yerleşme olmaksızın"]
Dr. Ebubekir Sifil'in tercümesi:
"[İmam Ebû Hanîfe şöyle yazmıştır:] Allahü teâlâ, kendisi için bir ihtiyaç ve (Arş'ın üzerine) istikrar (yerleşme, mekân tutma) olmaksızın Arş'a istiva etmiştir. O, Arş'ı da diğer mahlukatı da korumaktadır. Eğer (Arş'a ve bir yerde yerleşip mekân tutmaya) muhtaç olsaydı, tıpkı mahluklar gibi alemi yoktan var etmeye ve idareye muktedir olamazdı. (Bir mekânda) oturmaya ve karar kılmaya muhtaç olsaydı, Arş'ı yaratmadan önce Allahü teâlâ nerede idi? Yüce Allah bundan münezzehtir." (Milli Gazete, 8 Ocak 2006)
"İmam Ebu Hanîfe, mesela Arş'ı istiva meselesinde el-Vasıyye'de şöyle demiştir: Allahü teâlâ Arş'ı, ihtiyacı ve üzerine yerleşmesi/mekân tutması söz konusu olmaksızın istiva etmiştir. Burada Arapça metindeki bir baskı hatasının yol açtığı çeviri yanlışlığı, özellikle Arapça bilmeyen gençleri tehlikeli yollara sevk etmiştir. Çağdaş Dünyada İslamî Duruş'ta bu noktaya dikkat çekmiştim." (Milli Gazete, 7 Şubat 2009)
Prof. Dr. İlyas Çelebi'nin tercümesi:
"Allahü teâlâ, ihtiyaç duymaksızın ve üzerinde mekân tutmaksızın Arş'a istiva etmiştir." (Beyazîzâde Ahmed Efendi, İmam-ı a'zam Ebû Hanîfe'nin İtikadî Görüşleri, Tercüme Eden: Prof. Dr. İlyas Çelebi, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları, 3. Basım, İstanbul 2010, s.100)
Hazırlayan: Murat Yazıcı
"Allah'ın ihtiyacı olmaksızın Arş üzerine istiva ve istikrarı vardır. Muhtaç olmaksızın Arşı ve başkalarını muhafaza eder. Eğer Allah'ın ihtiyacı olsaydı, mahlûklar gibi âlemi icad ve tedbîre kadir olamazdı. Oturmak ve karar kılmaya muhtaç olsaydı, Arş'ın yaratılmasından önce Allah'ın nerede olduğu sorusu ortaya çıkardı. Yüce Allah bundan münezzehtir." (Mustafa Öz tercümesi)
İlk cümlede, altını çizdiğim yerde tehlikeli bir hata mevcut. Zira, "istikrar etmek" yerleşmek ve mekân tutmak ma'nâsına gelir. Tercümenin doğrusu şöyledir:
"Allahü teâlâ, ihtiyaç ve istikrar olmaksızın Arş'a istiva etmiştir."
Metnin Arapça aslı aşağıda verilmiştir.
NOTLAR:
Dr. Fuad Haddad ilgili kısmı İngilizce'ye şu şekilde tercüme etmiştir:
"...over the Throne without His having need for it and without settlement on it as He is the preserver of the Throne and other than the Throne." (The Four Imams and Their Schools, Muslim Academic Trust, İspanya, 2003, s. 69) ["without settlement" = "istikrar/yerleşme olmaksızın"]
Dr. Ebubekir Sifil'in tercümesi:
"[İmam Ebû Hanîfe şöyle yazmıştır:] Allahü teâlâ, kendisi için bir ihtiyaç ve (Arş'ın üzerine) istikrar (yerleşme, mekân tutma) olmaksızın Arş'a istiva etmiştir. O, Arş'ı da diğer mahlukatı da korumaktadır. Eğer (Arş'a ve bir yerde yerleşip mekân tutmaya) muhtaç olsaydı, tıpkı mahluklar gibi alemi yoktan var etmeye ve idareye muktedir olamazdı. (Bir mekânda) oturmaya ve karar kılmaya muhtaç olsaydı, Arş'ı yaratmadan önce Allahü teâlâ nerede idi? Yüce Allah bundan münezzehtir." (Milli Gazete, 8 Ocak 2006)
"İmam Ebu Hanîfe, mesela Arş'ı istiva meselesinde el-Vasıyye'de şöyle demiştir: Allahü teâlâ Arş'ı, ihtiyacı ve üzerine yerleşmesi/mekân tutması söz konusu olmaksızın istiva etmiştir. Burada Arapça metindeki bir baskı hatasının yol açtığı çeviri yanlışlığı, özellikle Arapça bilmeyen gençleri tehlikeli yollara sevk etmiştir. Çağdaş Dünyada İslamî Duruş'ta bu noktaya dikkat çekmiştim." (Milli Gazete, 7 Şubat 2009)
Prof. Dr. İlyas Çelebi'nin tercümesi:
"Allahü teâlâ, ihtiyaç duymaksızın ve üzerinde mekân tutmaksızın Arş'a istiva etmiştir." (Beyazîzâde Ahmed Efendi, İmam-ı a'zam Ebû Hanîfe'nin İtikadî Görüşleri, Tercüme Eden: Prof. Dr. İlyas Çelebi, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları, 3. Basım, İstanbul 2010, s.100)
Hazırlayan: Murat Yazıcı
23 Ekim 2010 Cumartesi
Yahudîler, Hıristiyanlar, Mecûsîler ve Vehhabîler Allahü teâlâyı Biliyorlar mı?
İmam Nevevî rahimehullah Müslim Şerhinde diyor ki:
قوله صلى الله عليه و سلم ( فليكن أول ما تدعوهم إليه عبادة الله فإذا عرفوا الله فأخبرهم إلى آخره ) قال القاضي عياض رحمه الله هذا يدل على أنهم ليسوا بعارفين الله تعالى وهو مذهب حذاق المتكلمين في اليهود والنصارى أنهم غير عارفين الله تعالى وان كانوا يعبدونه ويظهرون معرفته لدلالة السمع عندهم على هذا وان كان العقل لا يمنع أن يعرف الله تعالى من كذب رسولا قال القاضي عياض رحمه الله ما عرف الله تعالى من شبهه وجسمه من اليهود أو اجاز عليه البداء أو أضاف إليه الولد منهم أو أضاف إليه الصاحبة والولد وأجاز الحلول عليه والانتقال والامتزاج من النصارى أو وصفه مما لا يليق به أو أضاف إليه الشريك والمعاند في خلقه من المجوس والثنوية فمعبودهم الذى عبدوه ليس هو الله وان سموه به اذ ليس موصوفا بصفات الاله الواجبة له فاذن ما عرفوا الله سبحانه فتحقق هذه النكتة واعتمد عليها وقد رأيت معناها لمتقدمى أشياخنا وبها قطع الكلام ابوعمران الفارسى بين عامة اهل القيروان عند تنازعهم في هذه المسألة هذا آخر كلام القاضي رحمه الله تعالى. (المنهاج شرح صحيح مسلم بن الحجاج , النووي , دار إحياء التراث العربي , 1392, 1 / 199-200)
Merhum Ahmed Davudoğlu Hoca, İmam Nevevî'nin açıklamasını şöyle aktarmış [köşeli parantez içindeki açıklamalar bu fakire aittir]:
Bu hususta Kaadi lyâz şunları söyler:
"Peygamber (S.A.V.) in Hz. Muaz'a, evvela yemenlileri Allah'ı tevhîd ve Muhammed (S.A.V.)'in peygamberliğini tasdike da'vet etmesini emir buyurması, onların Allah Teâlâ'yı bilmediklerine delildir"
Yahudilerle hıristiyanlar hakkında hâzik kelâm ulemasının mezhebi de budur. Yahudilerle hıristiyanlar her ne kadar ibadet ederek ellerindeki sem'i deliller icâbı Allah'ı bildiklerini göstermek isterlerse de onlar hakikatta Allah'ı bilmezler.
Gerçi akıl, bir peygamberi tanımayan kimsenin Allah Teâlâ'yı bilmesini mümteni' saymaz ama böylesi hakkında Kaadi Iyaz şöyle der:
«Allah'ı mahlûkatına benzeten ve onu cisimleştiren yahudilerle ona çocuk veya zevce izafe eyleyen yahud ona hululü [mahlûkatın içinde bulunmak], intikali [bir yerden başka yere hareket etmek] ve imtizacı [mahlûkat ile karışmak] caiz gören Hıristiyanlar; Keza Allah'ı, lâyık olmadığı sıfatlarla vasıflandıran veya ona şerik izafe eden ve mahlûkaatı hakkında muarız davranan [yaratma hususunda kendisine muarız/rakib atfeden] mecûsilerle seneviyye fırkaları Allah'ı bilmemişlerdir. Binaenaleyh onlar kendisine ibâdet ettikleri mabutları için «Allah» da deseler Allah o değildir. Çünkü o Vâcib-ül-Vücûd olan Allah'ın sîfatlariyle mevsuf değildir. Şu halde yahudilerle Hıristiyanlar Allahu Azîmüşşânı bilmiyorlar demektir...»
Kaynak: Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Sönmez Yayınevi, İst. 1977, c.1, s.175.
Hâfız İbni Hacer el-Askalânî rahimehullah, Fethu'l-Bari eserinde diyor ki:
قال حذاق المتكلمين ما عرف الله من شبهه بخلقه أو أضاف إليه اليد أو أضاف إليه الولد فمعبودهم الذي عبدوه ليس هو الله وإن سموه به
Uzman/önde gelen kelâm âlimleri dediler ki: Allahü teâlâyı mahlukatına benzeten, veya O'na [uzuv veya parça ma'nâsında] el veya çocuk atfeden kişinin tapdığı Allahü teâlâ değildir; ona "Allah" dese bile.
Kaynak: Fethu'l-Bari, 359/3, Dar al-Ma'rifa, Beyrut.
İmam-ı Gazalî rahime-hullahü teâlâ diyor ki:
Allahü teâlâ, cism olan şeylerle vasflandırılmakdan münezzehdir. Allahü teâlâyı uzvlardan meydâna gelmiş bir cism olarak düşünen, puta tapmış olur. Çünki her cism mahlûkdur. Mahlûka ibâdet etmek küfrdür. Puta tapmak küfrdür. Çünki put, mahlûkdur ve cismdir. Cisme tapan da halef ve selef imâmlarının icmâ’ı ile kâfir olur. Bu kendisine tapılan cism, ister sert ve katı dağlar gibi kesîf olsun, ister hava ve su gibi latîf olsun, ister yeryüzü gibi karanlık, ister güneş, ay ve yıldızlar gibi parlak olsun, ister hava gibi renksiz ve şeffaf olsun, ister Arş, Kürsî ve gök kadar büyük olsun, ister zerre ve toz gibi küçük olsun, ister taş gibi cansız olsun, ister insan gibi canlı olsun, her hâl-ü kârda putdur. Cismin güzelliği, cemâli, azameti, küçüklüğü, katılığı, kalıcı olması onu put olmakdan çıkarmaz.
Kaynak: İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm
Derleyen: Murat Yazıcı
قوله صلى الله عليه و سلم ( فليكن أول ما تدعوهم إليه عبادة الله فإذا عرفوا الله فأخبرهم إلى آخره ) قال القاضي عياض رحمه الله هذا يدل على أنهم ليسوا بعارفين الله تعالى وهو مذهب حذاق المتكلمين في اليهود والنصارى أنهم غير عارفين الله تعالى وان كانوا يعبدونه ويظهرون معرفته لدلالة السمع عندهم على هذا وان كان العقل لا يمنع أن يعرف الله تعالى من كذب رسولا قال القاضي عياض رحمه الله ما عرف الله تعالى من شبهه وجسمه من اليهود أو اجاز عليه البداء أو أضاف إليه الولد منهم أو أضاف إليه الصاحبة والولد وأجاز الحلول عليه والانتقال والامتزاج من النصارى أو وصفه مما لا يليق به أو أضاف إليه الشريك والمعاند في خلقه من المجوس والثنوية فمعبودهم الذى عبدوه ليس هو الله وان سموه به اذ ليس موصوفا بصفات الاله الواجبة له فاذن ما عرفوا الله سبحانه فتحقق هذه النكتة واعتمد عليها وقد رأيت معناها لمتقدمى أشياخنا وبها قطع الكلام ابوعمران الفارسى بين عامة اهل القيروان عند تنازعهم في هذه المسألة هذا آخر كلام القاضي رحمه الله تعالى. (المنهاج شرح صحيح مسلم بن الحجاج , النووي , دار إحياء التراث العربي , 1392, 1 / 199-200)
Merhum Ahmed Davudoğlu Hoca, İmam Nevevî'nin açıklamasını şöyle aktarmış [köşeli parantez içindeki açıklamalar bu fakire aittir]:
Bu hususta Kaadi lyâz şunları söyler:
"Peygamber (S.A.V.) in Hz. Muaz'a, evvela yemenlileri Allah'ı tevhîd ve Muhammed (S.A.V.)'in peygamberliğini tasdike da'vet etmesini emir buyurması, onların Allah Teâlâ'yı bilmediklerine delildir"
Yahudilerle hıristiyanlar hakkında hâzik kelâm ulemasının mezhebi de budur. Yahudilerle hıristiyanlar her ne kadar ibadet ederek ellerindeki sem'i deliller icâbı Allah'ı bildiklerini göstermek isterlerse de onlar hakikatta Allah'ı bilmezler.
Gerçi akıl, bir peygamberi tanımayan kimsenin Allah Teâlâ'yı bilmesini mümteni' saymaz ama böylesi hakkında Kaadi Iyaz şöyle der:
«Allah'ı mahlûkatına benzeten ve onu cisimleştiren yahudilerle ona çocuk veya zevce izafe eyleyen yahud ona hululü [mahlûkatın içinde bulunmak], intikali [bir yerden başka yere hareket etmek] ve imtizacı [mahlûkat ile karışmak] caiz gören Hıristiyanlar; Keza Allah'ı, lâyık olmadığı sıfatlarla vasıflandıran veya ona şerik izafe eden ve mahlûkaatı hakkında muarız davranan [yaratma hususunda kendisine muarız/rakib atfeden] mecûsilerle seneviyye fırkaları Allah'ı bilmemişlerdir. Binaenaleyh onlar kendisine ibâdet ettikleri mabutları için «Allah» da deseler Allah o değildir. Çünkü o Vâcib-ül-Vücûd olan Allah'ın sîfatlariyle mevsuf değildir. Şu halde yahudilerle Hıristiyanlar Allahu Azîmüşşânı bilmiyorlar demektir...»
Kaynak: Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Sönmez Yayınevi, İst. 1977, c.1, s.175.
Hâfız İbni Hacer el-Askalânî rahimehullah, Fethu'l-Bari eserinde diyor ki:
قال حذاق المتكلمين ما عرف الله من شبهه بخلقه أو أضاف إليه اليد أو أضاف إليه الولد فمعبودهم الذي عبدوه ليس هو الله وإن سموه به
Uzman/önde gelen kelâm âlimleri dediler ki: Allahü teâlâyı mahlukatına benzeten, veya O'na [uzuv veya parça ma'nâsında] el veya çocuk atfeden kişinin tapdığı Allahü teâlâ değildir; ona "Allah" dese bile.
Kaynak: Fethu'l-Bari, 359/3, Dar al-Ma'rifa, Beyrut.
İmam-ı Gazalî rahime-hullahü teâlâ diyor ki:
Allahü teâlâ, cism olan şeylerle vasflandırılmakdan münezzehdir. Allahü teâlâyı uzvlardan meydâna gelmiş bir cism olarak düşünen, puta tapmış olur. Çünki her cism mahlûkdur. Mahlûka ibâdet etmek küfrdür. Puta tapmak küfrdür. Çünki put, mahlûkdur ve cismdir. Cisme tapan da halef ve selef imâmlarının icmâ’ı ile kâfir olur. Bu kendisine tapılan cism, ister sert ve katı dağlar gibi kesîf olsun, ister hava ve su gibi latîf olsun, ister yeryüzü gibi karanlık, ister güneş, ay ve yıldızlar gibi parlak olsun, ister hava gibi renksiz ve şeffaf olsun, ister Arş, Kürsî ve gök kadar büyük olsun, ister zerre ve toz gibi küçük olsun, ister taş gibi cansız olsun, ister insan gibi canlı olsun, her hâl-ü kârda putdur. Cismin güzelliği, cemâli, azameti, küçüklüğü, katılığı, kalıcı olması onu put olmakdan çıkarmaz.
Kaynak: İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm
Derleyen: Murat Yazıcı
Etiketler:
İbni Teymiyye ve Takipçileri,
Vehhabilere Cevaplar
15 Ekim 2010 Cuma
Yahudîlikte ve Vehhabîlerde Teşbih ve Tecsim
İngilizce "The Holy Bible" ("İncil") dedikleri metnin "Eski Antlaşma" denilen kısmından birkaç cümle aktaracağım.
"Tarihî Kitaplar" kısmından, II Samuel 22:
7 Sıkıntı içinde RAB'be yakardım, Tanrım'a seslendim. Tapınağından sesimi duydu, Haykırışım kulaklarına ulaştı.
8 O zaman yeryüzü sarsılıp sallandı, Titreyip sarsıldı göklerin temelleri, Çünkü RAB öfkelenmişti.
9 Burnundan duman yükseldi, Ağzından kavurucu ateş Ve korlar fışkırdı.
10 Kara buluta basarak Gökleri yarıp indi.
11 Bir Keruv'a binip uçtu, Rüzgarın kanatları üstünde belirdi.
12 Karanlığı örtündü, Kara bulutları kendine çardak yaptı.
13 Varlığının parıltısından Korlar savruluyordu.
14 RAB göklerden gürledi, Duyurdu sesini Yüceler Yücesi.
15 Savurup oklarını düşmanlarını dağıttı, Şimşek çaktırarak onları şaşkına çevirdi.
16 RAB'bin azarlamasından, Burnundan çıkan güçlü soluktan, Denizin dibi göründü, Yeryüzünün temelleri açığa çıktı.
17 RAB yukarıdan elini uzatıp tuttu, Çıkardı beni derin sulardan.
***
Şu ifadeler dikkat çekiyor:
"Burnundan dumanlar yükseldi"
"Ağzından kavurucu ateş Ve korlar fışkırdı"
"Kara buluta bastı..."
"Burnundan çıkan güçlü soluk..."
Bu metinlerde tarif edilen haşa Allahü teâlâ değildir; olsa olsa hayalî bir uzay canavarı olabilir.
Dikkat ederseniz, Yahudi metinlerindeki Tanrı bir "keruva" [kanatlı bir yaratık] binip uçuyor:
Bir Keruv'a binip uçtu, Rüzgarın kanatları üstünde belirdi.
Vehhabilerin bastığı kitaplardan biri de Osman bin Said el-Dârimî el-Secezî'nin [Siczî] (vefatı h. 280) Nakdu alâ Bişri'l-Merîsî isimli eseridir. Burada der ki:
Şüphesiz Allah arzu ederse, kudret ve rububiyetinin lütfu ile bir sivrisinek sırtının üzerinde de kalabilir. Koca Arş üzerinde nasıl durmasın?
Dr. Cibril Fuad Haddad diyor ki:
İbni Kayyım Îctimau'l-Cuyuş isimli eserinde (s. 88 = s. 143) der ki, İbni Teymiyye "el-Dârimî'nin iki kitabını [Nakd el-cehmiyye ve el-Red alâ Bişr el-Merîsî] çok hararetle över ve tavsiye ederdi."
Bkz. Dr. G. F. Haddad, The Refutation of Him Who Attributes Direction to Allah, Aqsa Publications, Birmingham, UK, 2008, s. 83, dipnot no. 134.
Dr. Haddad'ın naklettiğine göre, İbni Teymiyye Beyan Telbis el-Cehmiyye isimli eserinde el-Dârimî'nin bozuk sözlerini benimsemiş ve müdafaa etmiştir. İbni Teymiyye'nin el-Dârimî'den alıp tekrar ettiği sözlere yukarıda naklettiğim -haşa- "Allahü teâlânın sivrisinek sırtının üzerinde istikrar edebileceği" şeklindeki çirkin ifade de dahildir. İşte İbni Teymiyye'nin sözü:
ولو قد شاء لاستقر على ظهر بعوضة فاستقلت به بقدرته ولطف ربوبيته
Beyan Telbis el-Cehmiyye, 1/568.
Dr. Ebubekir Sifil de bu konuda benzer bilgiler vermektedir:
İbn Teymiyye ve İbnû'l Kayyım, içinde, Allahü tealâ hakkında inanılması caiz olmayan bir sürü tezvirat bulunan bu kitabı şiddet ve hararetle tavsiye ederken bu kitapta yer alan hususlara birer Akaid ilkesi olarak inandıklarını açık bir şekilde ortaya koymuşlardır. Nitekim İbn Teymiyye, "Şerhû'l Akîdeti'l Esfehâniyye" isimli eserinde, mezkûr ed-Dârimî'nin bu eserinden, kendi görüşlerini desteklemek amacıyla pek çok nakillerde bulunmuştur...
E. Sifil, "Allahü teâlâ mahlukatına benzer mi?" başlıklı makale, Beyan Dergisi.
Osman bin Said ed-Darimi diyor ki: "Minarenin tepesindeki bir insan Allah’a, zemin seviyesindekinden daha yakındır. Dağın tepesindeki, dağın eteğindekinden daha yakındır. Allahü teâlâ dilerse bir sivrisineğin üstüne yerleşir, oturur ve o sivrisinek Allah’ın kudretiyle havalanır Allah’ı götürür. Allah’ın kudretine aykırı mıdır?” Oysa hâşâ ve kellâ nasslarda böyle bir şey yer almaz.
E. Sifil, "Araştırmacı Yazar Ebubekir Sifil İle" başlıklı sohbet, Gureba - Mart 2008
***
Devam edelim:
Mika 1:3:
3 İşte, RAB yerinden çıkıp gelecek, Yeryüzüne inip dağ doruklarında yürüyecek.
Yasanın tekrarı 33:26:
26 "Ey Yeşurun, sana yardım için Göklere ve bulutlara görkemle binen, Tanrı'ya benzer biri yok.
Hakimler 5:4:
4 Seir'den çıktığında, ya RAB, Edom kırlarından geçtiğinde, Yer sarsıldı, göklerden yağmur boşandı, Evet, bulutlar yağmur yağdırdı.
Yaratılış 11:5:
5 RAB insanların yaptığı kentle kuleyi görmek için aşağıya indi.
Yaratılış 3:8:
8 Derken, günün serinliğinde bahçede yürüyen RAB Tanrı'nın sesini duydular. O'ndan kaçıp ağaçların arasına gizlendiler.
Mezmurlar 2:4:
4 Göklerde oturan Rab gülüyor, Onlarla eğleniyor.
Yeseya 63:1:
1 Edom'dan, Bosra'dan Al giysiler içinde bu gelen kim? Göz kamaştırıcı giysiler içinde, Büyük güçle yürüyen kim? "O benim! Adaleti duyuran, Kurtarmaya gücü olan."
***
İbni Teymiyye'nin ve Vehhabîlerin fikir babalarından Osman bin Said el-Dârimî de diyor ki:
Hayy (sürekli diri) olan ve kainatı idare eden zat, istediğini yapar, istediği vakit hareket eder. İstediği zaman iner, yükselir. ..., kalkıp oturur. Çünkü diri ile ölü arasındaki fark, harekettir. Şüphesiz bütün diriler hareket eder, bütün ölüler hareketsizdir.
***
Ehl-i sünnet alimlerine göre bütün bu inanışlar küfürdür. Mesela, Allahü Teâlânın yere inip yürüyebileceğini veya bir sivrisineğin üstüne oturabileceğini söyleyen, O'nun hakkında (mahlukata hulul etmek, alemin içine girmek, cisimlerin özelliklerine sahip olmak, bir mekânda olmak, bir yönde olmak, mahlukata benzemek, sınırı ve boyutu olmak, yaratılmış sıfatlara sahip olmak isnad ettiği için) birçok yönden küfür olan bir söz söylemiş olur. Büyük alim Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî (vefatı m. 1893) diyor ki:
"Bir kimse, Allah kullarını muhakeme için oturur, kalkar derse, O’na yukarıda olmak veya aşağıda bulunmak gibi şeyler izafe ederse kâfir olur.” (Camiu’l-Mütun tercümesi, s. 118)
Muhammed Hâdimî (vefatı m. 1762) rahimehullah diyor ki:
“Allahü teâlâ bize Arştan veya gökten bakıyor veya görüyor demek küfürdür....Yine Allahü teâlâyı dış uzuvla sıfatladığı veya onun kemâl sıfatlarından bir sıfatı nefy ettiği (kaldırdığı) zaman veya hülul [içine girmek] veya ittihad [birleşmek] ile [O'nu vasıfladığı zaman] yani Allahın alemin içine girdiğine veya alemle bir olduğuna kail olduğu zaman veya mekân ile onu vasıfladığı zaman da yine böylece kâfir olur.” (Berika, Kahraman Yayınları, c.2, s.445-446)
Feteva-i Hindiyye tercümesinde şu ifadeler var:
"Allahü Teâlâ için, mekân iddia eden kimse kâfir olur. ... "Allahü Teâlâ, insaf için oturuyor." diyen kimse, kâfir olur. Allahü Teâlâ'yı, "yukarıda", "aşağıda" diye vasıflandıran kimse, kâfir olur. ...Bir kimse: "Benim, gökte ilâhım; yerde filanım var." dese; kâfir olur. Fetâvâyi Kâdîhânda da böyledir. ..." (Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 4/312-319.)
Aliyyülkârî diyor ki:
"Allahü Teâlâ'nın cisim olduğunu, mekânı bulunduğunu, Allahü Teâlâ üzerine zaman geçtiğini söyleyen kimse de kâfirdir. Böyle bir kimse için iman hakikati sabit olmamıştır.... Allah bir mekânda değildir. Yukarıda değildir, aşağıda değildir, başka cihetlerde değildir. Allahü Teâlâ üzerinden zaman geçmez. Allah bir şeyin içine girmiş değildir, bir şeyin mahalli de değildir." (Fıkh-ı Ekber Şerhi)
Murat Yazıcı
"Tarihî Kitaplar" kısmından, II Samuel 22:
7 Sıkıntı içinde RAB'be yakardım, Tanrım'a seslendim. Tapınağından sesimi duydu, Haykırışım kulaklarına ulaştı.
8 O zaman yeryüzü sarsılıp sallandı, Titreyip sarsıldı göklerin temelleri, Çünkü RAB öfkelenmişti.
9 Burnundan duman yükseldi, Ağzından kavurucu ateş Ve korlar fışkırdı.
10 Kara buluta basarak Gökleri yarıp indi.
11 Bir Keruv'a binip uçtu, Rüzgarın kanatları üstünde belirdi.
12 Karanlığı örtündü, Kara bulutları kendine çardak yaptı.
13 Varlığının parıltısından Korlar savruluyordu.
14 RAB göklerden gürledi, Duyurdu sesini Yüceler Yücesi.
15 Savurup oklarını düşmanlarını dağıttı, Şimşek çaktırarak onları şaşkına çevirdi.
16 RAB'bin azarlamasından, Burnundan çıkan güçlü soluktan, Denizin dibi göründü, Yeryüzünün temelleri açığa çıktı.
17 RAB yukarıdan elini uzatıp tuttu, Çıkardı beni derin sulardan.
***
Şu ifadeler dikkat çekiyor:
"Burnundan dumanlar yükseldi"
"Ağzından kavurucu ateş Ve korlar fışkırdı"
"Kara buluta bastı..."
"Burnundan çıkan güçlü soluk..."
Bu metinlerde tarif edilen haşa Allahü teâlâ değildir; olsa olsa hayalî bir uzay canavarı olabilir.
Dikkat ederseniz, Yahudi metinlerindeki Tanrı bir "keruva" [kanatlı bir yaratık] binip uçuyor:
Bir Keruv'a binip uçtu, Rüzgarın kanatları üstünde belirdi.
Vehhabilerin bastığı kitaplardan biri de Osman bin Said el-Dârimî el-Secezî'nin [Siczî] (vefatı h. 280) Nakdu alâ Bişri'l-Merîsî isimli eseridir. Burada der ki:
Şüphesiz Allah arzu ederse, kudret ve rububiyetinin lütfu ile bir sivrisinek sırtının üzerinde de kalabilir. Koca Arş üzerinde nasıl durmasın?
Dr. Cibril Fuad Haddad diyor ki:
İbni Kayyım Îctimau'l-Cuyuş isimli eserinde (s. 88 = s. 143) der ki, İbni Teymiyye "el-Dârimî'nin iki kitabını [Nakd el-cehmiyye ve el-Red alâ Bişr el-Merîsî] çok hararetle över ve tavsiye ederdi."
Bkz. Dr. G. F. Haddad, The Refutation of Him Who Attributes Direction to Allah, Aqsa Publications, Birmingham, UK, 2008, s. 83, dipnot no. 134.
Dr. Haddad'ın naklettiğine göre, İbni Teymiyye Beyan Telbis el-Cehmiyye isimli eserinde el-Dârimî'nin bozuk sözlerini benimsemiş ve müdafaa etmiştir. İbni Teymiyye'nin el-Dârimî'den alıp tekrar ettiği sözlere yukarıda naklettiğim -haşa- "Allahü teâlânın sivrisinek sırtının üzerinde istikrar edebileceği" şeklindeki çirkin ifade de dahildir. İşte İbni Teymiyye'nin sözü:
ولو قد شاء لاستقر على ظهر بعوضة فاستقلت به بقدرته ولطف ربوبيته
Beyan Telbis el-Cehmiyye, 1/568.
Dr. Ebubekir Sifil de bu konuda benzer bilgiler vermektedir:
İbn Teymiyye ve İbnû'l Kayyım, içinde, Allahü tealâ hakkında inanılması caiz olmayan bir sürü tezvirat bulunan bu kitabı şiddet ve hararetle tavsiye ederken bu kitapta yer alan hususlara birer Akaid ilkesi olarak inandıklarını açık bir şekilde ortaya koymuşlardır. Nitekim İbn Teymiyye, "Şerhû'l Akîdeti'l Esfehâniyye" isimli eserinde, mezkûr ed-Dârimî'nin bu eserinden, kendi görüşlerini desteklemek amacıyla pek çok nakillerde bulunmuştur...
E. Sifil, "Allahü teâlâ mahlukatına benzer mi?" başlıklı makale, Beyan Dergisi.
Osman bin Said ed-Darimi diyor ki: "Minarenin tepesindeki bir insan Allah’a, zemin seviyesindekinden daha yakındır. Dağın tepesindeki, dağın eteğindekinden daha yakındır. Allahü teâlâ dilerse bir sivrisineğin üstüne yerleşir, oturur ve o sivrisinek Allah’ın kudretiyle havalanır Allah’ı götürür. Allah’ın kudretine aykırı mıdır?” Oysa hâşâ ve kellâ nasslarda böyle bir şey yer almaz.
E. Sifil, "Araştırmacı Yazar Ebubekir Sifil İle" başlıklı sohbet, Gureba - Mart 2008
***
Devam edelim:
Mika 1:3:
3 İşte, RAB yerinden çıkıp gelecek, Yeryüzüne inip dağ doruklarında yürüyecek.
Yasanın tekrarı 33:26:
26 "Ey Yeşurun, sana yardım için Göklere ve bulutlara görkemle binen, Tanrı'ya benzer biri yok.
Hakimler 5:4:
4 Seir'den çıktığında, ya RAB, Edom kırlarından geçtiğinde, Yer sarsıldı, göklerden yağmur boşandı, Evet, bulutlar yağmur yağdırdı.
Yaratılış 11:5:
5 RAB insanların yaptığı kentle kuleyi görmek için aşağıya indi.
Yaratılış 3:8:
8 Derken, günün serinliğinde bahçede yürüyen RAB Tanrı'nın sesini duydular. O'ndan kaçıp ağaçların arasına gizlendiler.
Mezmurlar 2:4:
4 Göklerde oturan Rab gülüyor, Onlarla eğleniyor.
Yeseya 63:1:
1 Edom'dan, Bosra'dan Al giysiler içinde bu gelen kim? Göz kamaştırıcı giysiler içinde, Büyük güçle yürüyen kim? "O benim! Adaleti duyuran, Kurtarmaya gücü olan."
***
İbni Teymiyye'nin ve Vehhabîlerin fikir babalarından Osman bin Said el-Dârimî de diyor ki:
Hayy (sürekli diri) olan ve kainatı idare eden zat, istediğini yapar, istediği vakit hareket eder. İstediği zaman iner, yükselir. ..., kalkıp oturur. Çünkü diri ile ölü arasındaki fark, harekettir. Şüphesiz bütün diriler hareket eder, bütün ölüler hareketsizdir.
***
Ehl-i sünnet alimlerine göre bütün bu inanışlar küfürdür. Mesela, Allahü Teâlânın yere inip yürüyebileceğini veya bir sivrisineğin üstüne oturabileceğini söyleyen, O'nun hakkında (mahlukata hulul etmek, alemin içine girmek, cisimlerin özelliklerine sahip olmak, bir mekânda olmak, bir yönde olmak, mahlukata benzemek, sınırı ve boyutu olmak, yaratılmış sıfatlara sahip olmak isnad ettiği için) birçok yönden küfür olan bir söz söylemiş olur. Büyük alim Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî (vefatı m. 1893) diyor ki:
"Bir kimse, Allah kullarını muhakeme için oturur, kalkar derse, O’na yukarıda olmak veya aşağıda bulunmak gibi şeyler izafe ederse kâfir olur.” (Camiu’l-Mütun tercümesi, s. 118)
Muhammed Hâdimî (vefatı m. 1762) rahimehullah diyor ki:
“Allahü teâlâ bize Arştan veya gökten bakıyor veya görüyor demek küfürdür....Yine Allahü teâlâyı dış uzuvla sıfatladığı veya onun kemâl sıfatlarından bir sıfatı nefy ettiği (kaldırdığı) zaman veya hülul [içine girmek] veya ittihad [birleşmek] ile [O'nu vasıfladığı zaman] yani Allahın alemin içine girdiğine veya alemle bir olduğuna kail olduğu zaman veya mekân ile onu vasıfladığı zaman da yine böylece kâfir olur.” (Berika, Kahraman Yayınları, c.2, s.445-446)
Feteva-i Hindiyye tercümesinde şu ifadeler var:
"Allahü Teâlâ için, mekân iddia eden kimse kâfir olur. ... "Allahü Teâlâ, insaf için oturuyor." diyen kimse, kâfir olur. Allahü Teâlâ'yı, "yukarıda", "aşağıda" diye vasıflandıran kimse, kâfir olur. ...Bir kimse: "Benim, gökte ilâhım; yerde filanım var." dese; kâfir olur. Fetâvâyi Kâdîhânda da böyledir. ..." (Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 4/312-319.)
Aliyyülkârî diyor ki:
"Allahü Teâlâ'nın cisim olduğunu, mekânı bulunduğunu, Allahü Teâlâ üzerine zaman geçtiğini söyleyen kimse de kâfirdir. Böyle bir kimse için iman hakikati sabit olmamıştır.... Allah bir mekânda değildir. Yukarıda değildir, aşağıda değildir, başka cihetlerde değildir. Allahü Teâlâ üzerinden zaman geçmez. Allah bir şeyin içine girmiş değildir, bir şeyin mahalli de değildir." (Fıkh-ı Ekber Şerhi)
Murat Yazıcı
Son güncelleme: 16.06.2022
Etiketler:
İbni Teymiyye ve Takipçileri,
Vehhabilere Cevaplar
9 Eylül 2010 Perşembe
Zehebî'nin Uluvv Risalesi Hakkında
Lübnanlı âlim Dr. C. Fuad Haddad bir makalesinde şu bilgiyi veriyor:
Al-`Uluw li al-`Ali al-Ghaffar ("The Exaltation of the All-High and Most-Forgiving"), a book written under Ibn Taymiyya's influence - as stated by al-Kawthari in his Maqalat - when al-Dhahabi was twenty-five and which he later disavowed as related by its copyist the hadith master Ibn Nasir al-Din al-Dimashqi (d. 842):
Its author stated - as Allah is His witness - in his own hand-writing as I read it in the margin of the original manuscript written in the year 698:
"This book contains narrations against the unreliability of which I am cautioning the reader, and the statements of a number of people who spoke in outlandish terms. Neither do I subscribe to their terms, nor do I imitate them. May Allah forgive them! Nor will I ever consider myself bound by such terms. This is my belief, and I know that Allah – "There is nothing whatsoever like unto Him"(42:11)!"(*)
(*) Cited and photo-reproduced at the beginning of Shaykh Hasan `Ali al-Saqqaf's edition of al-Dhahabi's `Uluw (p. 3-4).
Tercümesi:
el-Uluvv li’l-Aliyyi’l-Gaffar, Zehebî'nin 25 yaşındayken ve (Kevserî'nin Makalat'ta ifade ettiği gibi) İbni Teymiyye'nin etkisi altında yazdığı bir kitaptır. Kitabı kopyalayarak çoğaltan hadis âlimi İbn Nasirüddin ed-Dımaşkî'nin (vefatı h. 842) bildirdiğine göre Zehebî daha sonra bu kitabı reddetmiştir:
Hicri 698'de yazılmış olan orijinal kitabın kenarında yazarın [Zehebî'nin] kendi el yazısıyla -Allah'ı şahid göstererek- şöyle dediğini okudum:
"Bu kitapta, güvenilmez olduğu hakkında okuyucuyu ikaz etmem gereken rivayetler ve şazz [aykırı] görüşler ifade eden bazı kişilerin sözleri vardır. Ne onların ifadelerine katılıyorum, ne de onları taklid ediyorum. Allahü teâlâ onları affetsin! Kendimi de asla bu ifadelerle bağlı addetmeyeceğim. Bu benim inancımdır ve biliyorum ki Allah- (O'nun misli [O'na benzer] hiç bir şey yoktur.) [Şura/11]." (*)
(*) Şeyh Hasan Ali el-Sekkaf'ın neşrettiği "Zehebî'nin Uluvv Risalesi"nin başında yazılmış ve fotokopisi verilmiştir (s.3-4).
Tercüme: Murat Yazıcı
Al-`Uluw li al-`Ali al-Ghaffar ("The Exaltation of the All-High and Most-Forgiving"), a book written under Ibn Taymiyya's influence - as stated by al-Kawthari in his Maqalat - when al-Dhahabi was twenty-five and which he later disavowed as related by its copyist the hadith master Ibn Nasir al-Din al-Dimashqi (d. 842):
Its author stated - as Allah is His witness - in his own hand-writing as I read it in the margin of the original manuscript written in the year 698:
"This book contains narrations against the unreliability of which I am cautioning the reader, and the statements of a number of people who spoke in outlandish terms. Neither do I subscribe to their terms, nor do I imitate them. May Allah forgive them! Nor will I ever consider myself bound by such terms. This is my belief, and I know that Allah – "There is nothing whatsoever like unto Him"(42:11)!"(*)
(*) Cited and photo-reproduced at the beginning of Shaykh Hasan `Ali al-Saqqaf's edition of al-Dhahabi's `Uluw (p. 3-4).
Tercümesi:
el-Uluvv li’l-Aliyyi’l-Gaffar, Zehebî'nin 25 yaşındayken ve (Kevserî'nin Makalat'ta ifade ettiği gibi) İbni Teymiyye'nin etkisi altında yazdığı bir kitaptır. Kitabı kopyalayarak çoğaltan hadis âlimi İbn Nasirüddin ed-Dımaşkî'nin (vefatı h. 842) bildirdiğine göre Zehebî daha sonra bu kitabı reddetmiştir:
Hicri 698'de yazılmış olan orijinal kitabın kenarında yazarın [Zehebî'nin] kendi el yazısıyla -Allah'ı şahid göstererek- şöyle dediğini okudum:
"Bu kitapta, güvenilmez olduğu hakkında okuyucuyu ikaz etmem gereken rivayetler ve şazz [aykırı] görüşler ifade eden bazı kişilerin sözleri vardır. Ne onların ifadelerine katılıyorum, ne de onları taklid ediyorum. Allahü teâlâ onları affetsin! Kendimi de asla bu ifadelerle bağlı addetmeyeceğim. Bu benim inancımdır ve biliyorum ki Allah- (O'nun misli [O'na benzer] hiç bir şey yoktur.) [Şura/11]." (*)
(*) Şeyh Hasan Ali el-Sekkaf'ın neşrettiği "Zehebî'nin Uluvv Risalesi"nin başında yazılmış ve fotokopisi verilmiştir (s.3-4).
Tercüme: Murat Yazıcı
7 Eylül 2010 Salı
Abdülaziz Bayındır'dan Zırvalar
"Doçent" titrini taşıyan (şimdi "profesör"olmuş) bu kişinin bir kitabı elime geçti:
"Duada Evliyayı Aracı Koyma ve Şirk", İstanbul, 2001.
Kitap belli ki Sünnî Müslümanları şirk iftirasıyla karalamak için yazılmış. Bu tezini ispatlamak isterken mantık dışı ve zorlama yorumlar yapmakda, netice olarak çok yerde zırvalamaktadır. İleride bu kitapda yazılı sapık görüşlere teferruatlı cevaplar yazmak ümidindeyim. Şimdilik birkaç pasaj nakledip üzerine kısa yorum yapacağım.
Bayındır demiş ki:
"Ayet metninde geçen “min dûn’illah = Allah’ın dûnundan” ifadesi “Allah’ı bırakıp da...” şeklinde tercüme edilmiştir. Bu tercüme yanlış olmamakla birlikte Allah’tan başkasını çağıranların Allah’ı devre dışı bıraktıkları hissini vermektedir. Halbuki hiç bir müşrik, Allah’ın varlığını ve birliğini inkâr etmez. Onun farkı, Allah ile kendi arasında, yetkisi Allah tarafından verilmiş bir aracının varlığına inanması, onu Allah’a yakın sayıp yardımını ve şefaatini beklemesidir. Bu konu üzerinde daha sonra durulacaktır." (sayfa 10)
"Ali Eren'e Cevap" başlıklı yazısında bu görüşleri şöyle tekrar ediyor:
"Hiçbir kâfir veya müşrik, hiçbir gayrimüslim Allah’ın varlığını inkâr etmez. Ama Allah ile kendi arasında, yetkisi Allah tarafından verilmiş bir kısım aracıların olduğunu kabul ederek Allah’a boyun eğer gibi onlara da boyun eğer."
http://www.suleymaniyevakfi.org/elestiriler/ali-erene-cevap.html
Bakınız ne diyor, son kısmını tekrar okuyalım:
"Hiçbir kâfir veya müşrik, hiçbir gayri müslim Allah'ın varlığını inkâr etmez."
Eğer sadece "müşrik" kelimesini kullanmış olsaydı, belki bu cümlesine anlaşılabilir bir ma'nâ verilebilirdi. Ancak, "hiçbir kâfir veya müşrik" ve "hiçbir gayrı müslim" diyerek, bütün kâfirlerin Allah'ın varlığına inandığını söylemiş oluyor. Nitekim bahsettiğim kitabında bunu tekrar etmektedir:
"Allah’ın varlığını ve birliğini herkes anlayıp kavrar." (sayfa 35)
Buna göre, dünyada hiç dehrî veya ateist yokmuş! Bütün kâfirler de Allah'a inanıyormuş!
"Zırva te'vil götürmez" diyelim ve bu iddianın saçmalığını okuyucunun değerlendirmesine havale edip, bir başka iddiasını ele alalım. Demiş ki:
"Müşrik, Allah’ın hem varlığını hem birliğini kabul eder." (sayfa 13)
"Aracılık ve Şirk" isimli kitabında da şöyle yazmış:
"Katoliklere göre Allah birdir; ondan başka Tanrı yoktur[Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 215, 216 ve 222.]"
Herkesin ulaşabileceği bir kaynaktan okuyalım: Katolik Ansiklopedisi'nde diyor ki:
"The Trinity is the term employed to signify the central doctrine of the Christian religion -- the truth that in the unity of the Godhead there are Three Persons, the Father, the Son, and the Holy Spirit, these Three Persons being truly distinct one from another. Thus, in the words of the Athanasian Creed: "the Father is God, the Son is God, and the Holy Spirit is God, and yet there are not three Gods but one God." In this Trinity of Persons the Son is begotten of the Father by an eternal generation, and the Holy Spirit proceeds by an eternal procession from the Father and the Son. Yet, notwithstanding this difference as to origin, the Persons are co-eternal and co-equal: all alike are uncreated and omnipotent."
http://www.newadvent.org/cathen/15047a.htm
Görülüyor ki, Katolikler, Müslümanların söylediği ma'nâda (Ehad ma'nâsında) "Allah'ın birliği"nden değil, "Tanrı'nın birliği"nden (bir tane olmasından) bahsediyorlar. İlaveten, bahsettikleri "unity" (=birlik) içine üç ayrı şahsı koyuyorlar. Yani "Tanrının birliği"nden bahsederken, bu "bir"in içine "üç"ü de sokuşturuyor. Diyor ki:
"Tanrının birliği içinde üç şahıs vardır: Baba, oğul ve kutsal ruh. Bu üç kişi birbirinden ayrıdır. Baba tanrıdır, oğul tanrıdır, kutsal ruh tanrıdır, ama üç tanrı yoktur, bir tane tanrı vardır."
Şimdi, şunu görelim: Bu çelişkili ve mantıksız ifadeyi kullanan Katolikler için, "Katoliklere göre Allah birdir; ondan başka Tanrı yoktur" şeklinde bir tespit yapmak, açık bir saptırmadır. Eğer Bayındır'ın bu sözü kabul edilirse, Katoliklerin "Allah Ehad'dır" (Allah birdir) ve "Lâ ilâhe illallah" (Allah'dan başka tanrı yoktur) inancında olduğu kabul edilmiş olur!
el-Ehad isminin ma'nâsı şöyledir: "Hiç bir yönden benzeri olmayan, tek olan, ikilik tasavvur edilmeyen, hiç bir şeye muhtaç olmayan." Daha uzun yazılabilirse de, burada bu açıklama kâfidir ve her Müslüman bu kadarını bilir.
Katolikler "Allah Ehad'dır" inancına sahip olmadıkları gibi, "bir tek tanrı vardır" inancına da sahip değildir. "Biz tek tanrıya inanıyoruz" demelerine itibar edilmez. Çünkü bu sözleri açıkca yanlıştır. Basit bir toplama yapalım: 1+1+1=1 değildir, doğrusu 1+1+1=3 eder. Katolikler toplam üç ayrı tanrının varlığına inanıyorlar.
Katolik Ansiklopedisi'nde ayrıca diyor ki, "Persons are co-eternal and co-equal: all alike are uncreated and omnipotent." Tercümesi:
"Bu üç şahıs beraberce ezelîdir ve birbirlerine eşittir: hepsi de yaratılmamışlardır ve sonsuz kudret sahibidirler."
Müslümanlar "Allah birdir (Ehad'dır ve Vâhid'dir)" dediği zaman, bunların hepsini reddetmektedir. Hıristiyanlar, "İsa aleyhisselam tanrıdır" diyorlar, ona tapıyorlar. Bundan dolayı müşriktirler. İsa aleyhisselamın aracı olduğuna inandıkları için değil, Allahü tealadan başkasını ilah bildikleri için müşrik oluyorlar. Yukarıda naklettiğim yazıya göre, İsa aleyhisselamın ezelî olduğunu, yaratılmış olmadığını, her şeye kaadir olduğunu söylüyorlar. Müslümanlar, Muhammed aleyhisselam her insan gibi aciz bir kuldur, mahluktur, yaratılmıştır, tanrı değildir, Allah'tan başka tanrı yoktur, diyorlar. Hıristiyanlar İsa aleyhisselama tapıyorlar, Müslümanlar Muhammed aleyhisselama tapmıyorlar.
Hıristiyanların "Tanrı birdir (bir tanedir)" sözü ile kasdettikleri ile Müslümanların "Allah birdir (Ehad'dır)"dan kasdettiklerinin aynı ma'nâda olmadığı aslında izahtan varestedir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: De ki: O, Allah'tır, Ehad'dır. (İhlâs sûresi: 1) Türkçe meâllerin hepsinde "Allah birdir" ve "Allah tektir" şeklinde yazılmış. Kısacası, Müslümanlar "Allah birdir" dedikleri zaman, "Allahü teâlâ Ehad'dır, Vâhid'dir" ma'nâsında söylüyorlar.
Bilâl-i Habeşî radıyallahü anh, Ümeyye bin Halef'in kölesi iken İslâmiyet'le şereflenmişti. Hazret-i Bilâl'in müslüman olduğunu duyan Ümeyye, ona çok eziyet ve işkence yapardı. "İslâm dîninden dön! Lât ve Uzzâ putlarına tap" diye zorladıkça, Bilâl radıyallahü anh "Ehad Ehad" diyerek îmânını bildirdi. (İbn-i Sa'd)
Türkçe konuşan her Müslüman "Allah birdir" veya "Allah tektir" dediği zaman, bunu "Allah'ın eşi ve benzeri yoktur, ortağı yoktur, O'ndan başka ilah yoktur, O'ndan başka yaratıcı yoktur, O'ndan başka ibadet edilmeye hakkı olan yoktur" ma'nalarında söylemektedir. Bunu Müslümanların âlimi de bilir, cahili de bilir. Yoksa, insanlar için, hatta her mahluk için "birdir" ifadesi kullanılabilir. Mesela, Ahmed ve Mehmed her bakımdan aynı gözüken ikiz iki kardeş olsa bile, "Ahmed birdir" ve "Mehmed birdir" sözleri yanlış olmaz. Çünki iki tane Ahmed yoktur, yani bahis konusu Ahmed sadece bir tanedir. Her insan bir tanedir. Hatta her nesne bir tanedir. Ama Ahmed'in de, Mehmed'in de, başka insanların da, diğer nesnelerin de benzerleri, emsalleri, ortakları vs. mevcuttur.
Özetlersek: Katolikler açıkca şunları söylüyor:
1. Baba, oğul ve kutsal ruh birbirinden ayrıdır. (Mesela, baba ile oğul aynı kişi değildir.)
2. Baba tanrıdır.
3. Baba yaratılmamıştır, ezelîdir.
4. Baba her şeye kaadirdir.
5. İsa aleyhisselam tanrıdır.
6. İsa aleyhisselam yaratılmamıştır, ezelîdir.
7. İsa aleyhisselam her şeye kaadirdir.
8. Kutsal ruh tanrıdır.
9. Kutsal ruh yaratılmamıştır, ezelîdir.
10. Kutsal ruh her şeye kaadirdir.
(Haşa.)
Bunlara inanan, yani Katolik inancında olan birisinin, "tek tanrı" inancına sahip olduğunu, veya "Allah birdir" (Ehad'dır) ve "Allah'tan başka tanrı yoktur" (Lâ ilâhe illallah) dediğini kabul eder misiniz? Derim ki, bunu ancak aşırı derecede ahmak ve cahil bir kişi kabul edebilir. Bayındır gibileri takib ve taklid edenlerin zekâ seviyeleri hakkında iyi şeyler düşünemiyoruz.
Murat Yazıcı
"Duada Evliyayı Aracı Koyma ve Şirk", İstanbul, 2001.
Kitap belli ki Sünnî Müslümanları şirk iftirasıyla karalamak için yazılmış. Bu tezini ispatlamak isterken mantık dışı ve zorlama yorumlar yapmakda, netice olarak çok yerde zırvalamaktadır. İleride bu kitapda yazılı sapık görüşlere teferruatlı cevaplar yazmak ümidindeyim. Şimdilik birkaç pasaj nakledip üzerine kısa yorum yapacağım.
Bayındır demiş ki:
"Ayet metninde geçen “min dûn’illah = Allah’ın dûnundan” ifadesi “Allah’ı bırakıp da...” şeklinde tercüme edilmiştir. Bu tercüme yanlış olmamakla birlikte Allah’tan başkasını çağıranların Allah’ı devre dışı bıraktıkları hissini vermektedir. Halbuki hiç bir müşrik, Allah’ın varlığını ve birliğini inkâr etmez. Onun farkı, Allah ile kendi arasında, yetkisi Allah tarafından verilmiş bir aracının varlığına inanması, onu Allah’a yakın sayıp yardımını ve şefaatini beklemesidir. Bu konu üzerinde daha sonra durulacaktır." (sayfa 10)
"Ali Eren'e Cevap" başlıklı yazısında bu görüşleri şöyle tekrar ediyor:
"Hiçbir kâfir veya müşrik, hiçbir gayrimüslim Allah’ın varlığını inkâr etmez. Ama Allah ile kendi arasında, yetkisi Allah tarafından verilmiş bir kısım aracıların olduğunu kabul ederek Allah’a boyun eğer gibi onlara da boyun eğer."
http://www.suleymaniyevakfi.org/elestiriler/ali-erene-cevap.html
Bakınız ne diyor, son kısmını tekrar okuyalım:
"Hiçbir kâfir veya müşrik, hiçbir gayri müslim Allah'ın varlığını inkâr etmez."
Eğer sadece "müşrik" kelimesini kullanmış olsaydı, belki bu cümlesine anlaşılabilir bir ma'nâ verilebilirdi. Ancak, "hiçbir kâfir veya müşrik" ve "hiçbir gayrı müslim" diyerek, bütün kâfirlerin Allah'ın varlığına inandığını söylemiş oluyor. Nitekim bahsettiğim kitabında bunu tekrar etmektedir:
"Allah’ın varlığını ve birliğini herkes anlayıp kavrar." (sayfa 35)
Buna göre, dünyada hiç dehrî veya ateist yokmuş! Bütün kâfirler de Allah'a inanıyormuş!
"Zırva te'vil götürmez" diyelim ve bu iddianın saçmalığını okuyucunun değerlendirmesine havale edip, bir başka iddiasını ele alalım. Demiş ki:
"Müşrik, Allah’ın hem varlığını hem birliğini kabul eder." (sayfa 13)
"Aracılık ve Şirk" isimli kitabında da şöyle yazmış:
"Katoliklere göre Allah birdir; ondan başka Tanrı yoktur[Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 215, 216 ve 222.]"
Herkesin ulaşabileceği bir kaynaktan okuyalım: Katolik Ansiklopedisi'nde diyor ki:
"The Trinity is the term employed to signify the central doctrine of the Christian religion -- the truth that in the unity of the Godhead there are Three Persons, the Father, the Son, and the Holy Spirit, these Three Persons being truly distinct one from another. Thus, in the words of the Athanasian Creed: "the Father is God, the Son is God, and the Holy Spirit is God, and yet there are not three Gods but one God." In this Trinity of Persons the Son is begotten of the Father by an eternal generation, and the Holy Spirit proceeds by an eternal procession from the Father and the Son. Yet, notwithstanding this difference as to origin, the Persons are co-eternal and co-equal: all alike are uncreated and omnipotent."
http://www.newadvent.org/cathen/15047a.htm
Görülüyor ki, Katolikler, Müslümanların söylediği ma'nâda (Ehad ma'nâsında) "Allah'ın birliği"nden değil, "Tanrı'nın birliği"nden (bir tane olmasından) bahsediyorlar. İlaveten, bahsettikleri "unity" (=birlik) içine üç ayrı şahsı koyuyorlar. Yani "Tanrının birliği"nden bahsederken, bu "bir"in içine "üç"ü de sokuşturuyor. Diyor ki:
"Tanrının birliği içinde üç şahıs vardır: Baba, oğul ve kutsal ruh. Bu üç kişi birbirinden ayrıdır. Baba tanrıdır, oğul tanrıdır, kutsal ruh tanrıdır, ama üç tanrı yoktur, bir tane tanrı vardır."
Şimdi, şunu görelim: Bu çelişkili ve mantıksız ifadeyi kullanan Katolikler için, "Katoliklere göre Allah birdir; ondan başka Tanrı yoktur" şeklinde bir tespit yapmak, açık bir saptırmadır. Eğer Bayındır'ın bu sözü kabul edilirse, Katoliklerin "Allah Ehad'dır" (Allah birdir) ve "Lâ ilâhe illallah" (Allah'dan başka tanrı yoktur) inancında olduğu kabul edilmiş olur!
el-Ehad isminin ma'nâsı şöyledir: "Hiç bir yönden benzeri olmayan, tek olan, ikilik tasavvur edilmeyen, hiç bir şeye muhtaç olmayan." Daha uzun yazılabilirse de, burada bu açıklama kâfidir ve her Müslüman bu kadarını bilir.
Katolikler "Allah Ehad'dır" inancına sahip olmadıkları gibi, "bir tek tanrı vardır" inancına da sahip değildir. "Biz tek tanrıya inanıyoruz" demelerine itibar edilmez. Çünkü bu sözleri açıkca yanlıştır. Basit bir toplama yapalım: 1+1+1=1 değildir, doğrusu 1+1+1=3 eder. Katolikler toplam üç ayrı tanrının varlığına inanıyorlar.
Katolik Ansiklopedisi'nde ayrıca diyor ki, "Persons are co-eternal and co-equal: all alike are uncreated and omnipotent." Tercümesi:
"Bu üç şahıs beraberce ezelîdir ve birbirlerine eşittir: hepsi de yaratılmamışlardır ve sonsuz kudret sahibidirler."
Müslümanlar "Allah birdir (Ehad'dır ve Vâhid'dir)" dediği zaman, bunların hepsini reddetmektedir. Hıristiyanlar, "İsa aleyhisselam tanrıdır" diyorlar, ona tapıyorlar. Bundan dolayı müşriktirler. İsa aleyhisselamın aracı olduğuna inandıkları için değil, Allahü tealadan başkasını ilah bildikleri için müşrik oluyorlar. Yukarıda naklettiğim yazıya göre, İsa aleyhisselamın ezelî olduğunu, yaratılmış olmadığını, her şeye kaadir olduğunu söylüyorlar. Müslümanlar, Muhammed aleyhisselam her insan gibi aciz bir kuldur, mahluktur, yaratılmıştır, tanrı değildir, Allah'tan başka tanrı yoktur, diyorlar. Hıristiyanlar İsa aleyhisselama tapıyorlar, Müslümanlar Muhammed aleyhisselama tapmıyorlar.
Hıristiyanların "Tanrı birdir (bir tanedir)" sözü ile kasdettikleri ile Müslümanların "Allah birdir (Ehad'dır)"dan kasdettiklerinin aynı ma'nâda olmadığı aslında izahtan varestedir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: De ki: O, Allah'tır, Ehad'dır. (İhlâs sûresi: 1) Türkçe meâllerin hepsinde "Allah birdir" ve "Allah tektir" şeklinde yazılmış. Kısacası, Müslümanlar "Allah birdir" dedikleri zaman, "Allahü teâlâ Ehad'dır, Vâhid'dir" ma'nâsında söylüyorlar.
Bilâl-i Habeşî radıyallahü anh, Ümeyye bin Halef'in kölesi iken İslâmiyet'le şereflenmişti. Hazret-i Bilâl'in müslüman olduğunu duyan Ümeyye, ona çok eziyet ve işkence yapardı. "İslâm dîninden dön! Lât ve Uzzâ putlarına tap" diye zorladıkça, Bilâl radıyallahü anh "Ehad Ehad" diyerek îmânını bildirdi. (İbn-i Sa'd)
Türkçe konuşan her Müslüman "Allah birdir" veya "Allah tektir" dediği zaman, bunu "Allah'ın eşi ve benzeri yoktur, ortağı yoktur, O'ndan başka ilah yoktur, O'ndan başka yaratıcı yoktur, O'ndan başka ibadet edilmeye hakkı olan yoktur" ma'nalarında söylemektedir. Bunu Müslümanların âlimi de bilir, cahili de bilir. Yoksa, insanlar için, hatta her mahluk için "birdir" ifadesi kullanılabilir. Mesela, Ahmed ve Mehmed her bakımdan aynı gözüken ikiz iki kardeş olsa bile, "Ahmed birdir" ve "Mehmed birdir" sözleri yanlış olmaz. Çünki iki tane Ahmed yoktur, yani bahis konusu Ahmed sadece bir tanedir. Her insan bir tanedir. Hatta her nesne bir tanedir. Ama Ahmed'in de, Mehmed'in de, başka insanların da, diğer nesnelerin de benzerleri, emsalleri, ortakları vs. mevcuttur.
Özetlersek: Katolikler açıkca şunları söylüyor:
1. Baba, oğul ve kutsal ruh birbirinden ayrıdır. (Mesela, baba ile oğul aynı kişi değildir.)
2. Baba tanrıdır.
3. Baba yaratılmamıştır, ezelîdir.
4. Baba her şeye kaadirdir.
5. İsa aleyhisselam tanrıdır.
6. İsa aleyhisselam yaratılmamıştır, ezelîdir.
7. İsa aleyhisselam her şeye kaadirdir.
8. Kutsal ruh tanrıdır.
9. Kutsal ruh yaratılmamıştır, ezelîdir.
10. Kutsal ruh her şeye kaadirdir.
(Haşa.)
Bunlara inanan, yani Katolik inancında olan birisinin, "tek tanrı" inancına sahip olduğunu, veya "Allah birdir" (Ehad'dır) ve "Allah'tan başka tanrı yoktur" (Lâ ilâhe illallah) dediğini kabul eder misiniz? Derim ki, bunu ancak aşırı derecede ahmak ve cahil bir kişi kabul edebilir. Bayındır gibileri takib ve taklid edenlerin zekâ seviyeleri hakkında iyi şeyler düşünemiyoruz.
Murat Yazıcı
17 Temmuz 2010 Cumartesi
İbni Hazm ve Kıyas
Vehhabîler ve Kıyas
Bazı mezhebsizlerin İbni Hazm'dan nakiller yaparak kıyas aleyhine neşriyat yaptıkları görülüyor. Kendilerine bazen "Selefî" diyen Vehhabîlerin kıyas hakkındaki görüşleri Dr. Ebubekir Sifil tarafından şöyle özetlenir:
- Kıyas konusundaki görüşleri : Günümüzde selefiler olarak anılan grup içinde, kıyasın şer'i bir delil sayılamayacağını, çünkü kıyasın, 'Allah'ın dininde şahsi görüş ile hüküm vermek' olduğunu söyleyenler mevcuttur. Oysa fıkıh usulü kitaplarında ayrıntılı bir şekilde açıklandığı gibi, gerek Kur'an ayetleri, gerekse hadisler, vakıa olarak sınırlıdır ve insanlığın karşılaştığı her olayın hükmünün, ayetlerde ve hadislerde zikredilmiş olması mümkün değildir. Kur'an ve Sünnet konusunda biraz malumatı olan herkes bu noktayı kabul ve itiraf eder. Şu halde hükmü Kur'an ve Sünnet'te zikredilmeyen olaylar hakkında yapılabilecek iki seçenek var. Ya bu olaylar hakkında İslam'ın herhangi bir hükmünün ve açıklamasının olmadığını söylemek, ya da karşılaştığımız olayın bizzat kendisi olmasa da, benzeri hakkında Kur'an ve Sünnet'te yer alan bir hükmü, aralarındaki benzerlik dolayısıyla yeni olaya da tatbik etmek. Bu seçeneklerden ilkinin doğru olduğunu söylemek, İslam'ın evrensel olduğunu, bütün zaman ve mekanların problemlerine çözüm getirme özelliğini haiz bulunduğunu inkar etmek demektir. Kıyas'ı inkar eden İbn Hazm, bu iddiası sebebiyle, bırakalım bir 'İslam alimi'ni, aklı başında sıradan bir kimsenin bile gülüp geçeceği şeyler söylemiştir. Mesela Kur'an ve Sünnet’te domuz etinin haram olduğu zikredilmiştir. Ama domuzun yağının haram olduğuna dair ne Kur'an'da, ne de Sünnet'te herhangi bir hüküm yoktur. Sırf bu gerekçeyle İbn Hazm, domuzun yağının haram olmadığını söylemiştir. İşte kıyasın reddedilmesi sonucunda varılacak komik nokta budur.
Kaynak: Dr. E. Sifil, Semerkand Dergisi, Aralık 2003
Kıyâs ve ictihâd, bid'at değildir
İmâm-ı Rabbânî rahimehullah buyuruyor ki:
Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem sünnetine birşey katmamalı ve Onun Eshâb-ı kirâmına (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în) uymalıdır. Çünki, Eshâb-ı kirâmdan herbiri, gökdeki yıldızlar gibidir. Herhangi birine uyan se'âdete kavuşur. Kıyâs ve ictihâd, bid'at değildirler. Çünki bunlar, (Nusûs)un, yanî âyetlerin manâlarını meydâna çıkarmakdadırlar. Bu manâlara başka birşey eklemezler. (Ey akl sâhibleri! İyi anlayınız!) meâlindeki âyet-i kerîme, kıyâs ve ictihâdı emr etmekdedir. (1.cilt, 186. mektubdan)
İctihâd derecesinde olan yüksek âlimler, dînin hükmlerini açığa çıkarmışlardır. Dinden olmıyan şeyleri meydâna çıkarmış değillerdir. Görülüyor ki, ictihâd yolu ile bildirilen hükmler, sonradan meydâna çıkarılmamışlardır. Dinden olan, dînin temeli olan şeylerdir. Çünki, din bilgilerinin temelleri dörtdür. Dördüncüsü, kıyâs yanî ictihâddır. (1.cild, 260.mektubdan)
İbni Hazm Hakkında
Adı geçen İbni Hazm hakkında da birkaç iktibas yapalım:
Ebu Amr ibni Salah “İbni Hazm büyük imamları hatalı çıkarmak ve onlara dil uzatmak hususunda pek atılgandır.” diyor (Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, c.10, s.414). Yine İbni Salah, “...İbni Hazm-i Zahiri isabetsizlik etmiş, ve lehviyyatı mübah sayan fasid mezhebini tutturmak için bunlara saplanarak eğlence ve çalgıların haram kılınması hususunda hiçbir sahih hadis bulunmadığına kail olmuş...” demektedir (a.g.e., Mukaddime, s.XXX)
Sadreddin Yüksel hoca da şunları yazıyor:
“Şimdi Zahiriliğin bir elemanından bahsedelim. O da Endülüslü İbn Hazm’dır. Meşhur Dairetü’l-Mearif sahibi Mısırlı M. Ferid Vecdi, Dairetü’l-Mearif’de onun hakkında şöyle yazıyor: (İbn Hazm eski alimlerin aleyhinde çok bulunuyordu. Bunun üzerine kalbler artık ondan nefret etmeye başladılar. Muasır alimlere hedef oldu. Yani alimler ondan nefret edip onun görüşlerini reddetmekte birleştiler. Aynı zamanda dalaletle itham edip kötülediler...İbni Hazm büyük müctehidlere haddinden fazla dil uzatıyordu.) ..." (Makaleler-5, Madve Yayınları, Ekim 1993; s.11, 15, 17)
Ahmed Cevdet Paşa gibi alimlerin başına takriz yazdığı Mahzen-ül Ulum’da da şu bilgiler veriliyor:
“Endülüs alimlerinden İbni Hazm hadis ezberlemekle meşgul iken, zahiriyye mezhebine girdi. Bu mezhebin kitablarını okuyarak, ona tam bağlandı ve zahiriyye mezhebine göre ictihadda bulunduğunu iddia etdi. Zahiriyye mezhebinin imamı Davud-ı Zahiriye bazı meselelerde muhalefet etdi. Dört mezheb alimlerinden bir çoğuna hücum etdiğinden, insanlar ona buğz edip, mezhebini red etdiler. Kitablarını zararlı görerek terk etdiler. Hatta İbni Hazmın yazdığı kitabların satılmasına mani oldular ve bazen de yırtdılar ve yakdılar.” (İlm-i Fıkıh kısmı)
Derleyen: Murat Yazıcı
Bazı mezhebsizlerin İbni Hazm'dan nakiller yaparak kıyas aleyhine neşriyat yaptıkları görülüyor. Kendilerine bazen "Selefî" diyen Vehhabîlerin kıyas hakkındaki görüşleri Dr. Ebubekir Sifil tarafından şöyle özetlenir:
- Kıyas konusundaki görüşleri : Günümüzde selefiler olarak anılan grup içinde, kıyasın şer'i bir delil sayılamayacağını, çünkü kıyasın, 'Allah'ın dininde şahsi görüş ile hüküm vermek' olduğunu söyleyenler mevcuttur. Oysa fıkıh usulü kitaplarında ayrıntılı bir şekilde açıklandığı gibi, gerek Kur'an ayetleri, gerekse hadisler, vakıa olarak sınırlıdır ve insanlığın karşılaştığı her olayın hükmünün, ayetlerde ve hadislerde zikredilmiş olması mümkün değildir. Kur'an ve Sünnet konusunda biraz malumatı olan herkes bu noktayı kabul ve itiraf eder. Şu halde hükmü Kur'an ve Sünnet'te zikredilmeyen olaylar hakkında yapılabilecek iki seçenek var. Ya bu olaylar hakkında İslam'ın herhangi bir hükmünün ve açıklamasının olmadığını söylemek, ya da karşılaştığımız olayın bizzat kendisi olmasa da, benzeri hakkında Kur'an ve Sünnet'te yer alan bir hükmü, aralarındaki benzerlik dolayısıyla yeni olaya da tatbik etmek. Bu seçeneklerden ilkinin doğru olduğunu söylemek, İslam'ın evrensel olduğunu, bütün zaman ve mekanların problemlerine çözüm getirme özelliğini haiz bulunduğunu inkar etmek demektir. Kıyas'ı inkar eden İbn Hazm, bu iddiası sebebiyle, bırakalım bir 'İslam alimi'ni, aklı başında sıradan bir kimsenin bile gülüp geçeceği şeyler söylemiştir. Mesela Kur'an ve Sünnet’te domuz etinin haram olduğu zikredilmiştir. Ama domuzun yağının haram olduğuna dair ne Kur'an'da, ne de Sünnet'te herhangi bir hüküm yoktur. Sırf bu gerekçeyle İbn Hazm, domuzun yağının haram olmadığını söylemiştir. İşte kıyasın reddedilmesi sonucunda varılacak komik nokta budur.
Kaynak: Dr. E. Sifil, Semerkand Dergisi, Aralık 2003
Kıyâs ve ictihâd, bid'at değildir
İmâm-ı Rabbânî rahimehullah buyuruyor ki:
Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem sünnetine birşey katmamalı ve Onun Eshâb-ı kirâmına (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în) uymalıdır. Çünki, Eshâb-ı kirâmdan herbiri, gökdeki yıldızlar gibidir. Herhangi birine uyan se'âdete kavuşur. Kıyâs ve ictihâd, bid'at değildirler. Çünki bunlar, (Nusûs)un, yanî âyetlerin manâlarını meydâna çıkarmakdadırlar. Bu manâlara başka birşey eklemezler. (Ey akl sâhibleri! İyi anlayınız!) meâlindeki âyet-i kerîme, kıyâs ve ictihâdı emr etmekdedir. (1.cilt, 186. mektubdan)
İctihâd derecesinde olan yüksek âlimler, dînin hükmlerini açığa çıkarmışlardır. Dinden olmıyan şeyleri meydâna çıkarmış değillerdir. Görülüyor ki, ictihâd yolu ile bildirilen hükmler, sonradan meydâna çıkarılmamışlardır. Dinden olan, dînin temeli olan şeylerdir. Çünki, din bilgilerinin temelleri dörtdür. Dördüncüsü, kıyâs yanî ictihâddır. (1.cild, 260.mektubdan)
İbni Hazm Hakkında
Adı geçen İbni Hazm hakkında da birkaç iktibas yapalım:
Ebu Amr ibni Salah “İbni Hazm büyük imamları hatalı çıkarmak ve onlara dil uzatmak hususunda pek atılgandır.” diyor (Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, c.10, s.414). Yine İbni Salah, “...İbni Hazm-i Zahiri isabetsizlik etmiş, ve lehviyyatı mübah sayan fasid mezhebini tutturmak için bunlara saplanarak eğlence ve çalgıların haram kılınması hususunda hiçbir sahih hadis bulunmadığına kail olmuş...” demektedir (a.g.e., Mukaddime, s.XXX)
Sadreddin Yüksel hoca da şunları yazıyor:
“Şimdi Zahiriliğin bir elemanından bahsedelim. O da Endülüslü İbn Hazm’dır. Meşhur Dairetü’l-Mearif sahibi Mısırlı M. Ferid Vecdi, Dairetü’l-Mearif’de onun hakkında şöyle yazıyor: (İbn Hazm eski alimlerin aleyhinde çok bulunuyordu. Bunun üzerine kalbler artık ondan nefret etmeye başladılar. Muasır alimlere hedef oldu. Yani alimler ondan nefret edip onun görüşlerini reddetmekte birleştiler. Aynı zamanda dalaletle itham edip kötülediler...İbni Hazm büyük müctehidlere haddinden fazla dil uzatıyordu.) ..." (Makaleler-5, Madve Yayınları, Ekim 1993; s.11, 15, 17)
Ahmed Cevdet Paşa gibi alimlerin başına takriz yazdığı Mahzen-ül Ulum’da da şu bilgiler veriliyor:
“Endülüs alimlerinden İbni Hazm hadis ezberlemekle meşgul iken, zahiriyye mezhebine girdi. Bu mezhebin kitablarını okuyarak, ona tam bağlandı ve zahiriyye mezhebine göre ictihadda bulunduğunu iddia etdi. Zahiriyye mezhebinin imamı Davud-ı Zahiriye bazı meselelerde muhalefet etdi. Dört mezheb alimlerinden bir çoğuna hücum etdiğinden, insanlar ona buğz edip, mezhebini red etdiler. Kitablarını zararlı görerek terk etdiler. Hatta İbni Hazmın yazdığı kitabların satılmasına mani oldular ve bazen de yırtdılar ve yakdılar.” (İlm-i Fıkıh kısmı)
Derleyen: Murat Yazıcı
7 Şubat 2010 Pazar
Harun Yahya'nın Şaşkınlığı ve Bilgisizliği
Harun Yahya'nın (Adnan Oktar) bir videosuyla karşılaştım:
http://www.harunyahya.tv/videoDetail/Lang/1/Product/20109/ALLAH_HER_YERDEDIR
Bu konuşmasında "Allah her yerdedir" ve "Allah'ın olmadığı hiç bir yer yoktur" ve "Şu anda Allah burada" gibi Ehl-i sünnete aykırı ifadeler kullanmaktadır. Bu ifadelerden açıkca Allah'ın her mekânda olduğu ma'nâsı çıkmaktadır. Daha sonra "Allah zamansız ve mekânsızdır" diyerek kendisini tekzib etmekte, tenakuza düşmektedir.
Bu şahıs icazetli bir İslam âlimi olmadığı gibi, İslam âlimlerinin yazılarından, Ehl-i sünnet itikadından da habersizdir.
Genç ve saf kardeşlerimi sakındırmak maksadıyla bu yazıyı kaleme aldım.
İskilibli Âtıf Efendi (şehid edilişi m. 1926) rahimehullah Mir’atü’l-İslam risalesinde şöyle diyor:
“Mekândan, sağ, sol, arka, ön, alt, üst gibi cihetten ve yerlerde, göklerde bulunmaktan münezzehdir. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hak her yerde hâzır ve nâzırdır demek, ilm-i ilahisi her şeyi ihata edicidir, demektir. Yoksa zat ve vücudu her yerde hâzır ve nâzırdır, demek değildir. Çünkü buna itikad küfürdür. Cenâb-ı Hakkın mekândan münezzeh olduğunu isbat için deriz ki: Mekân, duracak mahal demektir. Bu dünyanın maddesi ve kendisi yaratıldıktan sonra mekân da vücuda gelmiştir. Halbuki dünyanın kendisi ve maddesi [ve yıldızlar ve gökler] ve mekân yokken Cenâb-ı Hak mekânsız olarak vardı. Madem ki mekân yaratılmazdan evvel Cenâb-ı Hak mekâna muhtaç değildi, mekânsız olarak var idi. Mekân yaratıldıktan sonra da ona ihtiyacı yoktur. Binaenaleyh, mekândan münezzehdir.” (bkz. Çile Yayınevi'nin "Frenk Mukallitliği ve İslam" kitabı, s. 154)
Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî rahimehullah şu bilgileri naklediyor:
"Hazret-i Ali'ye radıyallahü anh (Allahü teâlâ Arş'ı yaratmadan önce nerede idi?) diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: (Nerede kelimesi mekân ifade eder, Allahü teâlâ mekândan münezzehdir.)
Câfer-i Sâdık, Allah'ı bilmek üç kelime ile olur diyerek, o kelimeleri şöyle sıralamaktadır:
1. Allah bir şeyden yaratılmadı.
2. Bir şeyin içinde de değildir.
3. Bir şeyin üzerinde de değildir. Çünkü bu sıfatlar, kulların sıfatlarıdır.
Bu hususlar Bahrü'l-Kelâm ve Hulâsa isimli kitaplardan nakledilmiştir." (Camiu'l-Mütun, Bedir Yayınevi, 7. Baskı, İstanbul 1996; s.48.)
Meşhur Mızraklı İlmihal'de diyor ki:
"Bir kimse Allahdan hâli [boş] yer yok dese veyâ Allahü teâlâ gökdedir dese, kâfir olur demişler." (Miftahu'l-Cenne-Mızraklı İlmihal, Bedir Yay., s.116)
Muhammed Hâdimî (vefatı m. 1762) rahimehullah diyor ki:
“Allahü teâlâ bize Arştan veya gökten bakıyor veya görüyor demek küfürdür....Yine Allahü teâlâyı dış uzuvla sıfatladığı veya onun kemâl sıfatlarından bir sıfatı nefy ettiği (kaldırdığı) zaman veya hülul [içine girmek] veya ittihad [birleşmek] ile [O'nu vasıfladığı zaman] yani Allahın alemin içine girdiğine veya alemle bir olduğuna kail olduğu zaman veya mekân ile onu vasıfladığı zaman da yine böylece kâfir olur.” (Berika, Kahraman Yayınları, c.2, s.445-446)
Feteva-i Hindiyye tercümesinde şu ifadeler var:
"Allahü Teâlâ için, mekân iddia eden kimse kâfir olur. "Allahın olmadığı, boş bir yer yoktur" diyen kimse, kâfir olur." (Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 4/312-319.)
Molla Aliyyülkârî rahimehullah diyor ki:
"Allahü Teâlâ'nın cisim olduğunu, mekânı bulunduğunu, Allahü Teâlâ üzerine zaman geçtiğini söyleyen kimse de kâfirdir. Böyle bir kimse için iman hakikati sabit olmamıştır.... Allah bir mekânda değildir. Yukarıda değildir, aşağıda değildir, başka cihetlerde değildir. Allahü Teâlâ üzerinden zaman geçmez. Allah bir şeyin içine girmiş değildir, bir şeyin mahalli de değildir." (Fıkh-ı Ekber Şerhi)
İslam âlimlerinin bu açık sözleri gösteriyor ki, "Allah her yerdedir, her mekândadır" demek kesinlikle caiz değildir. Yerleri (mekânları) yaratan Allahü teâlâdır. Nitekim, İmam-ı Rabbâni rahime-hullahü teâlâ diyor ki:
"Allahü teâlâ, zamanlı değildir, mekânlı değildir, cihetli değildir. ... Zamanları, yerleri, cihetleri O yaratmışdır. ... Arş da, yukarısı da, aşağısı da, Onun mahlûkudur. Bunların hepsini, sonradan yaratmışdır. Sonradan yaratılan birşey, kadîm olana, her zaman var olana, yer olabilir mi?" (Mektubat, 2.cilt, 67.mektup)
İmam-ı a'zam Ebû Hanîfe rahimehullah diyor ki:
"Eğer Allahü teâlâ nerededir, diye sorulursa, o kimseye: Yaratılmadan önce mekân yoktu, halbuki Allah vardı. Mahlukattan hiç biri yokken, "nerede" mefhumu mevcut değilken, Allah vardı. O her şeyin yaratıcısıdır, diye söyle." (el-Fıkhu'l-Ebsat)
Murat Yazıcı
http://www.harunyahya.tv/videoDetail/Lang/1/Product/20109/ALLAH_HER_YERDEDIR
Bu konuşmasında "Allah her yerdedir" ve "Allah'ın olmadığı hiç bir yer yoktur" ve "Şu anda Allah burada" gibi Ehl-i sünnete aykırı ifadeler kullanmaktadır. Bu ifadelerden açıkca Allah'ın her mekânda olduğu ma'nâsı çıkmaktadır. Daha sonra "Allah zamansız ve mekânsızdır" diyerek kendisini tekzib etmekte, tenakuza düşmektedir.
Bu şahıs icazetli bir İslam âlimi olmadığı gibi, İslam âlimlerinin yazılarından, Ehl-i sünnet itikadından da habersizdir.
Genç ve saf kardeşlerimi sakındırmak maksadıyla bu yazıyı kaleme aldım.
İskilibli Âtıf Efendi (şehid edilişi m. 1926) rahimehullah Mir’atü’l-İslam risalesinde şöyle diyor:
“Mekândan, sağ, sol, arka, ön, alt, üst gibi cihetten ve yerlerde, göklerde bulunmaktan münezzehdir. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hak her yerde hâzır ve nâzırdır demek, ilm-i ilahisi her şeyi ihata edicidir, demektir. Yoksa zat ve vücudu her yerde hâzır ve nâzırdır, demek değildir. Çünkü buna itikad küfürdür. Cenâb-ı Hakkın mekândan münezzeh olduğunu isbat için deriz ki: Mekân, duracak mahal demektir. Bu dünyanın maddesi ve kendisi yaratıldıktan sonra mekân da vücuda gelmiştir. Halbuki dünyanın kendisi ve maddesi [ve yıldızlar ve gökler] ve mekân yokken Cenâb-ı Hak mekânsız olarak vardı. Madem ki mekân yaratılmazdan evvel Cenâb-ı Hak mekâna muhtaç değildi, mekânsız olarak var idi. Mekân yaratıldıktan sonra da ona ihtiyacı yoktur. Binaenaleyh, mekândan münezzehdir.” (bkz. Çile Yayınevi'nin "Frenk Mukallitliği ve İslam" kitabı, s. 154)
Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî rahimehullah şu bilgileri naklediyor:
"Hazret-i Ali'ye radıyallahü anh (Allahü teâlâ Arş'ı yaratmadan önce nerede idi?) diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: (Nerede kelimesi mekân ifade eder, Allahü teâlâ mekândan münezzehdir.)
Câfer-i Sâdık, Allah'ı bilmek üç kelime ile olur diyerek, o kelimeleri şöyle sıralamaktadır:
1. Allah bir şeyden yaratılmadı.
2. Bir şeyin içinde de değildir.
3. Bir şeyin üzerinde de değildir. Çünkü bu sıfatlar, kulların sıfatlarıdır.
Bu hususlar Bahrü'l-Kelâm ve Hulâsa isimli kitaplardan nakledilmiştir." (Camiu'l-Mütun, Bedir Yayınevi, 7. Baskı, İstanbul 1996; s.48.)
Meşhur Mızraklı İlmihal'de diyor ki:
"Bir kimse Allahdan hâli [boş] yer yok dese veyâ Allahü teâlâ gökdedir dese, kâfir olur demişler." (Miftahu'l-Cenne-Mızraklı İlmihal, Bedir Yay., s.116)
Muhammed Hâdimî (vefatı m. 1762) rahimehullah diyor ki:
“Allahü teâlâ bize Arştan veya gökten bakıyor veya görüyor demek küfürdür....Yine Allahü teâlâyı dış uzuvla sıfatladığı veya onun kemâl sıfatlarından bir sıfatı nefy ettiği (kaldırdığı) zaman veya hülul [içine girmek] veya ittihad [birleşmek] ile [O'nu vasıfladığı zaman] yani Allahın alemin içine girdiğine veya alemle bir olduğuna kail olduğu zaman veya mekân ile onu vasıfladığı zaman da yine böylece kâfir olur.” (Berika, Kahraman Yayınları, c.2, s.445-446)
Feteva-i Hindiyye tercümesinde şu ifadeler var:
"Allahü Teâlâ için, mekân iddia eden kimse kâfir olur. "Allahın olmadığı, boş bir yer yoktur" diyen kimse, kâfir olur." (Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 4/312-319.)
Molla Aliyyülkârî rahimehullah diyor ki:
"Allahü Teâlâ'nın cisim olduğunu, mekânı bulunduğunu, Allahü Teâlâ üzerine zaman geçtiğini söyleyen kimse de kâfirdir. Böyle bir kimse için iman hakikati sabit olmamıştır.... Allah bir mekânda değildir. Yukarıda değildir, aşağıda değildir, başka cihetlerde değildir. Allahü Teâlâ üzerinden zaman geçmez. Allah bir şeyin içine girmiş değildir, bir şeyin mahalli de değildir." (Fıkh-ı Ekber Şerhi)
İslam âlimlerinin bu açık sözleri gösteriyor ki, "Allah her yerdedir, her mekândadır" demek kesinlikle caiz değildir. Yerleri (mekânları) yaratan Allahü teâlâdır. Nitekim, İmam-ı Rabbâni rahime-hullahü teâlâ diyor ki:
"Allahü teâlâ, zamanlı değildir, mekânlı değildir, cihetli değildir. ... Zamanları, yerleri, cihetleri O yaratmışdır. ... Arş da, yukarısı da, aşağısı da, Onun mahlûkudur. Bunların hepsini, sonradan yaratmışdır. Sonradan yaratılan birşey, kadîm olana, her zaman var olana, yer olabilir mi?" (Mektubat, 2.cilt, 67.mektup)
İmam-ı a'zam Ebû Hanîfe rahimehullah diyor ki:
"Eğer Allahü teâlâ nerededir, diye sorulursa, o kimseye: Yaratılmadan önce mekân yoktu, halbuki Allah vardı. Mahlukattan hiç biri yokken, "nerede" mefhumu mevcut değilken, Allah vardı. O her şeyin yaratıcısıdır, diye söyle." (el-Fıkhu'l-Ebsat)
Murat Yazıcı
8 Ocak 2010 Cuma
Sultan İbni Kalavun'un İbni Teymiyye Hakkındaki Emirnâmesi
«Def'u Şübhe men Sebbe ve Temerrede ve Nesebe Zalike İle's-Seyyidi'l-Celil el-İmam Ahmed» adlı kitabı (829 H. de vefat eden) Allâme Şerif Takıyüddin Ebu Bekri'l-Hısnî ed-Dımaşkî te'lif etmiş; onda, İbn Teymiyye'nin doğru yoldan ayrıldığı birçok meseleleri isbat etmiştir. Allah ona basiret nurunu vermiştir. Her Müslüman, o kitapta, Sultan Nasır Muhammed b. Kalavun'un İbn Teymiyye hakkındaki resmî yazısından başka bir şey bulmasa da İbn Teymiyye'nin durumunun açıklanmasına kâfi bir delildir. ...Allâme Şerif Takıyüddin, Allahü Teâlâ ona rahmet eylesin, şöyle dedi:
Bilmelisin ki, ben, kalbinde doğru yoldan sapma olup fitne maksadiyle Kur'an-ı Kerim ve hadisteki müteşâbihleri araştıran, (aziz ve yüce Allah böylesinin helâkını irade etmiştir), halktan avam tabakası ile başkalarının da bu hususta ona tâbi olduğu habisin (kötü adamın) kelâmına baktım. Onda, dile getirmeğe takatım olmayan, yazıp da satırlamaya parmaklarımın bile bana ram olmadığı şeyleri buldum. Çünkü onda, bu âlemin Rabbinin Kitab-ı Mübin'de (Kur'an-ı Kerim'de) Zatını tenzih ettiği hükmün tekzibi ve Allah tarafından insanlar arasından seçilmiş asfiya ve doğru yolda olan halifeleri ve onların tâbileri hakkında da tahkirler vardır. İşte bu nedenle, dediği kelâmı terk edip, takvalı imamların onu ittifakla bid'atçılıkla ve dolayısiyle bazı bid'atlı meseleler yüzünden dinden bile çıkmakla suçladıkları konuları zikretmeye yöneldim. Bu konuların bazısı, âlimlerce tasnif edilen kitaplarda derlenmiş, bazısı da devlet başkanlarının İbn Teymiyye hakkında çıkardıkları emirnâmelerinde mevcut olup, bu hâdiselerde kendilerine müracaat edilen İbn Teymiyye'nin çağdaşı olan âlimler ittifak etmiş ve cehaletten arınmış fetvalarda ondan bahsetmiş ve hiç kimse o hususta onlara muhalefet etmemiştir. Nitekim bu fetva ve emirnâmeler, büyük toplantı yerlerinde açıkça yüksek sesle okutulmuş ve çöllerde yaşayanlar bile işitip anlamıştı. O cümleden olarak Şerif Nâsıru'd-dünya ve'ddin Muhammed Kalavun’un (Allahü Teâlâ ona rahmet eylesin) 705 hicri senesi Cuma günü Dimaşk camisinin minberi üzerinde okunmuş emirnâmesi meşhurdur.
Bilmelisin ki, ben, kalbinde doğru yoldan sapma olup fitne maksadiyle Kur'an-ı Kerim ve hadisteki müteşâbihleri araştıran, (aziz ve yüce Allah böylesinin helâkını irade etmiştir), halktan avam tabakası ile başkalarının da bu hususta ona tâbi olduğu habisin (kötü adamın) kelâmına baktım. Onda, dile getirmeğe takatım olmayan, yazıp da satırlamaya parmaklarımın bile bana ram olmadığı şeyleri buldum. Çünkü onda, bu âlemin Rabbinin Kitab-ı Mübin'de (Kur'an-ı Kerim'de) Zatını tenzih ettiği hükmün tekzibi ve Allah tarafından insanlar arasından seçilmiş asfiya ve doğru yolda olan halifeleri ve onların tâbileri hakkında da tahkirler vardır. İşte bu nedenle, dediği kelâmı terk edip, takvalı imamların onu ittifakla bid'atçılıkla ve dolayısiyle bazı bid'atlı meseleler yüzünden dinden bile çıkmakla suçladıkları konuları zikretmeye yöneldim. Bu konuların bazısı, âlimlerce tasnif edilen kitaplarda derlenmiş, bazısı da devlet başkanlarının İbn Teymiyye hakkında çıkardıkları emirnâmelerinde mevcut olup, bu hâdiselerde kendilerine müracaat edilen İbn Teymiyye'nin çağdaşı olan âlimler ittifak etmiş ve cehaletten arınmış fetvalarda ondan bahsetmiş ve hiç kimse o hususta onlara muhalefet etmemiştir. Nitekim bu fetva ve emirnâmeler, büyük toplantı yerlerinde açıkça yüksek sesle okutulmuş ve çöllerde yaşayanlar bile işitip anlamıştı. O cümleden olarak Şerif Nâsıru'd-dünya ve'ddin Muhammed Kalavun’un (Allahü Teâlâ ona rahmet eylesin) 705 hicri senesi Cuma günü Dimaşk camisinin minberi üzerinde okunmuş emirnâmesi meşhurdur.
4 Ocak 2010 Pazartesi
Allah ve Resûlüne harb açmış bir taife: Vehhabîler
Kasîmî’nin Bugünkü Yiğitlenmesi Etrâfında
Bugün, sâhibinin ‘Nebevî Yol’ diye isimlendirdiği bir mecmû'ada, on yaprakta yazılan bir makâle gördüm. Bu küçük yirmi sayfadan ibâret olan mecmû'anın on sayfasıdır ki, her bir ayda bu mecmû'a bunları basmaktadır. Onda, yazarı Kasîmî, Mecelletü’l-İslâmi’l-Ğarrâ isimli mecmû'aya, -tam bir yiğitlenmeyle- çeşit çeşit hakâretler yöneltmektedir.
Onlar, İslâm dînine hizmet etmek, Sahîh Sünnet nâhiyesi ve cemâatini müdâfaa için sıyırdıkları bileylenmiş kalemleri olan yazarlardır. Onlar, o kimselerdir ki, yeryüzünün değişik mıntıkalarındaki Müslümanların gönüllerinde, torbasında hakaretlerden başka bir şey bulunmayan kimselerin sözlerinin zarar vermesinden rütbe olarak daha yüksektir. Şu yazarlar topluluğu öyle kimselerdir ki, kalemleri haktan dönenleri doğruya irşâd etmek yolunda hikmet akıtır. Zannetmem ki, onlar, şu makâlenin yazarı (Kasîmî) gibi bir kimsenin seviyesine inip, onunla karşılıklı atışacak ve övünecek şekilde boş yere oyalanır ve vakit kaybederler.
Ancak, şu içindeki (pis putperestlik inançlarıyla) dolu olan ve onu sızdıran kimseye kendimi tanıtmak murâd eder ve Kevserî’nin, Kasîmî gibi birisinin dişlerinin yemeye güç yetiremeyeceği acı bir meyve olduğunu öğretmemde hiçbir beis yoktur. Şübhesiz ki, yakın ve uzak her kimse, Kevserî’nin hayatını ve cihâdını iyi tanımaktadır. Onun gibi birisini tezkiye etmek, Kasîmî gibi cidden sonradan olma ve yapmacık bir yiğitlik ortaya koyan kimseye düşmez.
Bugün, sâhibinin ‘Nebevî Yol’ diye isimlendirdiği bir mecmû'ada, on yaprakta yazılan bir makâle gördüm. Bu küçük yirmi sayfadan ibâret olan mecmû'anın on sayfasıdır ki, her bir ayda bu mecmû'a bunları basmaktadır. Onda, yazarı Kasîmî, Mecelletü’l-İslâmi’l-Ğarrâ isimli mecmû'aya, -tam bir yiğitlenmeyle- çeşit çeşit hakâretler yöneltmektedir.
Onlar, İslâm dînine hizmet etmek, Sahîh Sünnet nâhiyesi ve cemâatini müdâfaa için sıyırdıkları bileylenmiş kalemleri olan yazarlardır. Onlar, o kimselerdir ki, yeryüzünün değişik mıntıkalarındaki Müslümanların gönüllerinde, torbasında hakaretlerden başka bir şey bulunmayan kimselerin sözlerinin zarar vermesinden rütbe olarak daha yüksektir. Şu yazarlar topluluğu öyle kimselerdir ki, kalemleri haktan dönenleri doğruya irşâd etmek yolunda hikmet akıtır. Zannetmem ki, onlar, şu makâlenin yazarı (Kasîmî) gibi bir kimsenin seviyesine inip, onunla karşılıklı atışacak ve övünecek şekilde boş yere oyalanır ve vakit kaybederler.
Ancak, şu içindeki (pis putperestlik inançlarıyla) dolu olan ve onu sızdıran kimseye kendimi tanıtmak murâd eder ve Kevserî’nin, Kasîmî gibi birisinin dişlerinin yemeye güç yetiremeyeceği acı bir meyve olduğunu öğretmemde hiçbir beis yoktur. Şübhesiz ki, yakın ve uzak her kimse, Kevserî’nin hayatını ve cihâdını iyi tanımaktadır. Onun gibi birisini tezkiye etmek, Kasîmî gibi cidden sonradan olma ve yapmacık bir yiğitlik ortaya koyan kimseye düşmez.
Etiketler:
İbni Teymiyye ve Takipçileri,
Vehhabilere Cevaplar
2 Ocak 2010 Cumartesi
Hekimoğlu İsmail'in İbni Teymiyye Hakkındaki Yazısına Cevap
Hekimoğlu İsmail'in Zaman Gazetesi'nde 11 Şubat 2000 tarihinde İbni Teymiyye'yi anlatan bir makalesi yayınlanmış. Yazarın konuyu derinlemesine araştırmadığı ve bu makalesinde yazdığı görüşleri bir ansiklopediden aktardığı anlaşılıyor. Yaşça büyüğüm olan, ayrıca bugünlerde hasta olduğunu ve zor günler geçirdiğini duyduğum H. İsmail'i rencide etmek arzusunda değilim. Ancak, mezkur makalede okuyucularını yanıltıcı ve yanlış yönlendirici bilgiler mevcuttur ve bunları düzeltmek gerekmektedir. Hekimoğlu İsmail'in de bu tenkidimi anlayışla karşılayacağını ve gücenmeyeceğini ümit ediyorum.
Etiketler:
İbni Teymiyye ve Takipçileri,
Vehhabilere Cevaplar
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yazıların Kaynakları
Bu sayfadaki yazılar genel olarak şu iki kategoriden birine girmektedir:
1. Gazete, dergi veya kitaplardan alınmış kısımlar veya makaleler. Bunların yazarları ve hangi kaynaktan alındığı açıkca belirtilmiştir. İstifadeli olduğunu ve mühim bilgiler ihtiva ettiğini düşündüğüm yazıları -muhtevalarını değiştirmeden- buraya aldım. Bu tür yazılarda ifade edilen görüşler yazarlarına aittir.
2. Kendi araştırmalarıma dayanan, çeşitli kitaplardan ve makalelerden istifade edilerek derlenmiş yazılar. İstifade edilen kaynaklar listelendikten sonra genellikle "Hazırlayan: Murat Yazıcı" ifadesi yazının sonuna eklenmiştir.
Bu sayfadaki yazıların mühim bir kısmını çeşitli forumlarda yayınlamıştım. Bu tür yazılarımı düzeltmeler ve ilaveler yaparak burada toparladım. Gerektiğinde eski yazılara yeni belge ve bilgiler ekliyorum.
Not: Sayfanın sol üst köşesindeki rakam, 3 Ocak 2009'dan bu yana bu sayfanın kaç kere görüntülendiğini göstermektedir. Bu rakama blog yöneticisinin girişleri dahil değildir.
1. Gazete, dergi veya kitaplardan alınmış kısımlar veya makaleler. Bunların yazarları ve hangi kaynaktan alındığı açıkca belirtilmiştir. İstifadeli olduğunu ve mühim bilgiler ihtiva ettiğini düşündüğüm yazıları -muhtevalarını değiştirmeden- buraya aldım. Bu tür yazılarda ifade edilen görüşler yazarlarına aittir.
2. Kendi araştırmalarıma dayanan, çeşitli kitaplardan ve makalelerden istifade edilerek derlenmiş yazılar. İstifade edilen kaynaklar listelendikten sonra genellikle "Hazırlayan: Murat Yazıcı" ifadesi yazının sonuna eklenmiştir.
Bu sayfadaki yazıların mühim bir kısmını çeşitli forumlarda yayınlamıştım. Bu tür yazılarımı düzeltmeler ve ilaveler yaparak burada toparladım. Gerektiğinde eski yazılara yeni belge ve bilgiler ekliyorum.
Not: Sayfanın sol üst köşesindeki rakam, 3 Ocak 2009'dan bu yana bu sayfanın kaç kere görüntülendiğini göstermektedir. Bu rakama blog yöneticisinin girişleri dahil değildir.
Yazıların Kullanım ve Dağıtımı Hakkında
Bu sayfadaki yazıları kopyalayabilir ve kullanabilirsiniz. Buradaki herhangi bir yazıyı başka bir sitede yayınlarsanız, bu sayfaya ( http://muratyazici.blogspot.com/ ) bağlantı vermenizi rica ederim. Zamanla ilave başlıklar eklemenin yanı sıra, mevcut başlıklara da yeni belgeler eklemeyi planlıyorum. Bu sayfaya bağlantı verildiği takdirde, her okuyucu ilgilendiği yazının en yeni haline ulaşma imkânına sahip olacaktır.