İLCÂM-ÜL AVÂM AN İLM-İL KELÂM
Huccet-ül İslâm İmâm-ı Muhammed Gazâlî
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bütün kullarına ism ve sıfatları ile tecellî eden, Onu tanımak isteyen tâliblerin aklları, kibriyâsı, azameti sahrasında şaşıran, fikr ve düşünce kanatları, Onun izzetinin sâhasına ulaşamayan, hakîkatinin ne olduğu, aklların, fehmlerin idrâkinden âlî olan; Evliyâ ve havâssının kalblerini dolduran, rûhlarını muhabbetinin ateşi ile yandıran, azamet nûrlarının parıltıları içinde hayretlere daldıran, Cemâl-i ilâhîyi medh ve senâ etmekden dilleri tutulan, ancak Allahü teâlânın onlara, mahlûkâtın en hayrlısı, Resûlü Muhammed Mustafânın “sallallahü aleyhi ve alâ eshâbihî ve ıtretihi ve sellem” dili ile işitdirdiği ve bildirdiği ism ve sıfatları ile medh ve senâ edilebilen Allahü teâlâya hamd olsun.
Allahü teâlâ sana doğru yolu göstersin. Dalâletde, sapık yolda olan haşeviyye fırkasındaki bayağı ve câhil kimselerin, Allahü teâlâ ve sıfatları hakkında, teşbîhe, mahlûklara benzetmeğe götüren müteşâbih haberlerden soruyorsun. [İmâm-ı Gazâlî “rahimehullah” bir şahsın müteşâbih haberler hakkındaki süâline, o şahsa hitâben bu risâleyi yazarak cevâb vermişlerdir.] Allahü teâlâ ve sıfatları, sûret (yüz), yed (el), kadem (ayak), nüzûl (inme), intikâl, Arş üzerinde oturmak ve karar kılmak ve benzeri şeylerden muhakkak münezzehdir. O sapıklar, bunları, haberlerin zâhirinden ve sûretinden almışlar, Selef-i sâlihînin de bu i’tikâd üzere olduklarını söylemişlerdir. Selef-i sâlihînin i’tikâdını açıklamağı, haberlerden, ya’nî âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden nelere i’tikâd edilmesinin vâcib olduğunu beyân etmeği, hakkın meydâna çıkması için üzerindeki perdeyi kaldırmağı, bahs edilmesi lâzım olan ile, bahsi lâzım olmayan ve onlara dalmakdan el çekmek lâzım gelen mevzu’ları birbirinden ayırmağı irâde etdim. Allahü teâlâya yakınlaşma ümmîdi ile açık olan hakkı, doğrulukdan ayrılmadan, bir tarafı tutmadan, mezheb taassubu göstermeden, senin isteğine icâbet ediyorum. Gözetilmeğe en lâyık olan, hak olandır. Muhâfaza edilmeğe en lâyık olan da, sıdk [doğruluk] ve insâflı olmakdır. Allahü teâlâdan hakkı, doğruyu göstermek ve bu konuda muvaffak olmam için yardımını diliyorum. O kendisine hakîkî olarak düâ edenin düâsını kabûl eder.
Bu kitâbı üç bölüm olarak hâzırladım.
Birinci bölüm, teşbîhe, mahlûklara benzetmeğe götüren haberlerde, selef-i sâlihînin mezhebinin hakîkati beyânındadır.
İkinci bölüm, hak olan Selef-i sâlihîn mezhebi üzerine getirilen delîller bildirilmekde ve bu mezhebe muhâlif olanların bid’at sâhibi oldukları açıklanmakdadır.
Üçüncü bölüm, bu mevzû’da farklı ve fâideli fasllar ihtivâ etmekdedir.
BİRİNCİ BÖLÜM
Müteşabih Haberler Hakkında Selefin İ’tikadı:
Basîret ehli yanında şübhesiz en açık hak mezheb, Selefin mezhebidir. Ya’nî Eshâb-ı kirâm ve tâbi’înin mezhebidir. İşte şimdi bu mezhebi ve delîllerini açıklıyarak diyorum ki, bizce hak olan Selef mezhebinin hakîkati, avâmdan olan, ya’nî islâm i’tikâdını iyice bilmiyen bir kimseye, Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları hakkında müteşâbih bir haber veyâ söz ulaşınca, onun üzerine yedi şey vâcib olur:
1– Takdîs,
2– Tasdîk,
3– Aczini i’tirâf etmek,
4– Sükût,
5– Keff (el çekmek, çekinmek),
6– İmsâk,
7– Ma’rifet ehline teslîm olmak.
1– Takdîs: Allahü teâlâyı cism olmakdan ve cisme benzer şeylerden tenzîh etmekdir.
2– Tasdîk: Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurduklarına inanmakdır. Bütün bildirdikleri hakdır, doğrudur. Buyurduklarında sâdıkdır. Hak Onun dediği ve murâd etdiği yöndedir.
3– Aczini i’tiraf etmek: Avâmın, müteşâbih bir haberde Allahü teâlânın ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” murâdını bilmenin ve anlamanın, gücü dışında olduğunu ikrâr etmekdir. Zâten bu avâmın şânından değildir, vazîfesi de değildir.
4– Sükût: Teşbîhe götüren haberlerin ma’nâsından avâmın süâl sormaması, o mevzu’a dalmaması, ondan süâl etmenin bid’at olduğunu bilmesidir. O mevzu’a dalmasında dîni için tehlüke vardır. Farkında olmadan küfre düşebilir.
5– İmsâk: Teşbîh uyandıran lafzlarda tasarruf etmemek [hükm vermemek], başka bir dile çevirmemek, onda ziyâde ve noksanlık yapmamak, cem’ ve tefrîk [birleşdirme ve ayırma] yapmamakdır. Belki söylenen lafzı, îrâdı, irâbı, tasrîfi ve sîgası nasıl bildirilmişse, o şeklde söylemelidir.
6– Keff: Avâmın, müteşâbih sözlerin ma’nâlarını irdelemekden gönlünü ve zihnini men’ etmek ve tefekkür etmemekdir.
7– Teslim: Ma’rifet ehline teslîm olmakdır. Kendisine âcizliği dolayısıyla gizli olan müteşâbihlerin, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem”, Peygamberlere “aleyhimüsselâm”, sıddîklara ve velîlere gizli kalmadığına i’tikâd etmekdir.
Selef-i sâlihîn, yukarıdaki yedi maddeyi avâmın herbiri üzerine vazîfe olarak vâcib kılınmasını i’tikâd etmişlerdir. Selefin bu yedi vazîfenin herhangi birine muhâlefeti düşünülemez. Şimdi bu vazîfeleri teker teker açıklayalım:
BİRİNCİ VAZİFE: TAKDİS
(Allahü teâlâ Âdem aleyhisselamın çamurunu eliyle yoğurdu) ve (Mü’minin kalbi Rahmânın iki parmağı arasındadır) hadîs-i şerîflerinde geçen el (yed) ve parmak (usbu’) kelimeleri teşbîhe götüren, müteşâbih lafzlardır. El kelimesi duyulduğunda iki ma’nâ akla gelir. Bunlardan biri et, kemik, sinir ve damarlardan müteşekkil uzva konulmuş ismdir. Et, kemik, sinir ve damarlar husûsî sıfatları olan husûsî cismlerdir. Cism, uzunluğu, genişliği ve derinliği olan [boşlukda yer kaplayan maddenin şekl almış hâli olan] şeylerdir. Bulunduğu mekânda başka birinin bulunmasına mâni’ olur. Kendisi yerinden ayrılmadıkca oraya başkası giremez.
Ba’zan bu el lafzı, aslâ cism ile alâkalı olmayan bir ma’nâya da gelebilir. Meselâ, “Ülke Emîrin elindedir” denildiğinde, emîrin eli kesik olsa bile ülkenin emîrin hükmü ve idâresi altında olduğu anlaşılır. Avâm olsun, havâs olsun hadîs-i şerîfde bildirilen elin et, kan ve kemikden müteşekkil olan uzv olmadığını düşünmelidir. Çünki, Allahü teâlâ hakkında böyle düşünmek muhaldir, mümkin değildir. Zîrâ Allahü teâlâ, cism olan şeylerle vasflandırılmakdan münezzehdir. Allahü teâlâyı uzvlardan meydâna gelmiş bir cism olarak düşünen, puta tapmış olur. Çünki her cism mahlûkdur. Mahlûka ibâdet etmek küfrdür. Puta tapmak küfrdür. Çünki put, mahlûkdur ve cismdir. Cisme tapan da halef ve selef imâmlarının icmâ’ı ile kâfir olur. Bu kendisine tapılan cism, ister sert ve katı dağlar gibi kesîf olsun, ister hava ve su gibi latîf olsun, ister yeryüzü gibi karanlık, ister güneş, ay ve yıldızlar gibi parlak olsun, ister hava gibi renksiz ve şeffaf olsun, ister Arş, Kürsî ve gök kadar büyük olsun, ister zerre ve toz gibi küçük olsun, ister taş gibi cansız olsun, ister insan gibi canlı olsun, her hâl-ü kârda putdur. Cismin güzelliği, cemâli, azameti, küçüklüğü, katılığı, kalıcı olması onu put olmakdan çıkarmaz.
Allahü teâlâ cism değildir, eli ve parmağı cism değildir diyen kimse, Onu uzviyyetden, et ve sinirden nefy etmiş olur. Böylece hâdis olmanın îcâb etdirdiği şeylerden Rabbini tenzîh etmiş olur. Ondan sonra, Allahü teâlânın eline ve parmağına dâir Kur’ân-ı kerîm veyâ hadîs-i şerîfde geçen kelimenin, cism olmayan veyâ cismlere has olan sıfatlardan başka, Allahü teâlânın şânına lâyık bir ma’nâsı olduğuna inanmak lâzımdır. Bu ma’nâyı anlıyamıyan, hakîkatini kavrıyamıyan için mükellefiyet yokdur. Çünki bu ma’nâları bilmekle aslâ mükellef tutulmamışdır. Bunların hakîkî ma’nâsını veyâ te’vîlini bilmesi üzerine vâcib değildir. Vâcib olan, ileride geleceği gibi, müteşâbih kelimeler üzerinde derin düşüncelere dalmamakdır.
İkinci misâl: Hadîs-i şerîflerde bildirilen sûret lafzıdır. (Allahü teâlâ Âdemi kendi sûretinde yaratdı) ve (Ben Rabbimi en güzel sûretde gördüm) hadîs-i şerîflerindeki sûret lafzı, müşterek ismdir. Ba’zan et ve kemikden meydâna gelmiş, herbiri husûsî yapıda olan göz, burun, ağız, yanak gibi cismlerin özel bir şeklde düzenlenmesinden hâsıl olan hey’ete verilen ismdir. Ba’zan de sûret lafzı kullanılınca, cism olmayan, cismde hey’et ve cismlerde tertîb olmıyan şey murâd olunur. Meselâ, “Mes’elenin sûretini bildi” ve benzeri sözlerdeki sûret lafzları böyledir. Her mü’min bilmelidir ki, sûret lafzı, Allahü teâlâ için yukarıdaki birinci ma’nâdaki gibi et ve kemikden meydâna gelmiş burun, ağız ve yanakdan müteşekkil düşünülemez. Çünki bunların hepsi cismdir ve cismlerdeki hey’etdir. Cismlerin ve hey’etlerin yaratıcısı, bunlara benzemekden ve sıfatlarından münezzehdir. Bunu yakînen böyle bilen mü’mindir.
Eğer hâtırına, bu kelimeden kasd edilen ma’nâ bu değilse, acabâ istenen ma’nâ nedir, diye gelirse, bu durumda bilmelidir ki, bu mevzû’da araşdırma yapmak emr olunmamış, bu mevzû’a dalmamak emr olunmuşdur. Çünki bu mevzû’, tâkatinin üstündedir. Fekat o kimseye lâzım olan, sûret lafzı ile, cism ve cisme has sıfat olmayan ve Allahü teâlânın azamet ve celâline lâyık olan bir ma’nânın murâd buyurulduğunu i’tikâd etmesidir.
Üçüncü misâl: Bir kimsenin kulağına nüzûl (inme) kelimesi çalınınca, bunun müşterek ism olduğunu bilmelidir. (Allahü teâlâ her gece dünya semâsına iner) hadîs-i şerîfindeki inme (nüzûl), müteşâbih bir kelimedir. İnsanın hâtırına cismin inmesi gelebilir. Ba’zan nüzûl cismler için kullanılır. O zamân nüzûl kelimesinin üç cisme ihtiyâcı vardır. Birincisi, sâkinine mekân olan yüksek cismdir. İkincisi, yine sâkinine mekân olan alçak cismdir. Üçüncüsü, aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya intikâl eden cismdir. Aşağıdan yukarıya çıkmağa su’ûd, urûc veyâ raky denir.
Yüksekden alçağa inmeğe de nüzûl ve hübût denir. Ba’zan da nüzûl lafzı cismden başka ma’nâda kullanılır. O zamân cismin hareketi ve intikâlini düşünmeğe ihtiyâc kalmaz. Nitekim Allahü teâlâ, Zümer sûresi, altıncı âyetinde meâlen, (Sizin için [büyük baş] hayvanlardan sekiz çift indirdi) buyurmuşdur. Deve, sığır gibi hayvanların gökden intikâl ederek nüzûl etmeleri görülmemişdir. Bunların rahmlerde yaratıldığı bilinmekdedir. O hâlde bu inzâlde şübhesiz başka bir ma’nâ vardır. İmâm-ı Şâfi’î “radıyallahü anh” da, “Mısra gitdiğimde, Mısr halkı sözümü anlamadılar. Ben de indim, sonra dahâ indim, sonra dahâ da indim” buyurmuşdur. İmâm-ı Şâfi’î bu inme ile, vücûdünün aşağıya indiğini kasd etmemişlerdir. [Halkın seviyesine indiklerini söylemişlerdir.] O hâlde her mü’min, Allahü teâlâ hakkında nüzûl, birinci ma’nâda olduğu gibi, bir şahsın cesedi ile yukarıdan aşağıya intikâli olmadığını kesin bilmelidir. Çünki şahs ve cesed cismdir. Allahü teâlâ ise cism değildir.
Eğer bu ma’nâ kasd edilmiyor ise, hangi ma’nâ kasd ediliyor, diye hâtırına bir düşünce gelirse, ona deriz ki: Semâdan devenin indirilmesini anlamakda âciz olan sen, Allahü teâlânın dünyâ semâsına nüzûlünü anlamakda dahâ da âcizsin. Bu konu seni ilgilendirmez. İbâdetin ile veyâ mesleğinle meşgûl ol. Dilini tut. Her ne kadar hakîkatini ve nasıl olduğunu bilmesen de arab lügatinde nüzûl kelimesinin, Allahü teâlânın azamet ve celâline yakışır bir ma’nâsının câiz olduğunu bilmelisin.
Dördüncü misâl: Kur’ân-ı kerîmdeki fevk [üst] lafzıdır. En’am sûresi, onsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (O kullarının fevkınde yegâne tasarruf sâhibidir) ve Nahl sûresi, ellinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Fevklerinde olan Rablerinden korkarlar) buyurulmuşdur. Bu âyet-i kerîmelerde geçen fevk kelimesini avâmdan birisi duyduğu zamân, fevk kelimesinin iki ma’nâda kullanılan müşterek bir ism olduğunu bilmelidir.
Birinci ma’nâsı, yukarıda olan bir cismin aşağıda olan bir cisme nisbeti gibidir. Ya’nî yukarıda olan aşağıdakinin başının üzerinde olmasıdır. İkinci ma’nâda fevk, rütbe için kullanılır. Bu ma’nâda, “ilm ilmden üstündür” denildiği gibi, “Halîfe sultânın fevkındedir” ve “Sultân vezîrin fevkındedir” denir. Birinci ma’nâ, bir cismin diğer bir cisme nisbetini gerekdirir. İkinci ma’nâda ise, cisme ihtiyâc yokdur.
O hâlde mü’min, kesin olarak bilmelidir ki, birinci ma’nâ, istenen ma’nâ değildir. Allahü teâlâ hakkında muhâldir. Çünki birinci ma’nâ, cismin veyâ cismlerin sıfatlarının îcâb etdirdiklerindendir. O hâlde fevk kelimesinin birinci ma’nâsının Allahü teâlâ hakkında nefy edileceğini bilen kimsenin, bu kelimenin niçin ve ne ma’nâda kullanıldığını bilmese de, üzerine herhangi bir mes’ûliyyet yüklenmez ve bu mevzû’a dalıp araşdırmasına lüzûm yokdur. Zikr etdiğimiz müteşâbih lafzların üzerine zikr etmediklerimiz kıyâs edilebilir.
İKİNCİ VAZİFE: İMAN VE TASDÎK
Müteşâbih lafzlarda irâde olunan ma’nânın, Allahü teâlânın azamet ve celâline yakışır bir ma’nâ kasd edildiğini kesin olarak bilmek ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Allahü teâlâyı bu lafzlarla vasf etmesinde sâdık olduğunu bilmek ve inanmakdır. Resûlullahın buyurduklarının doğru, haber verdiklerinin hak olduğunu şübhe etmeden kalben tasdîk etmeli, ya’nî muhakkak, şeksiz ve şübhesiz inandık ve tasdîk etdik, demelidir. Hakîkatine vâkıf olmasam da, Allahü teâlâ kendisini ne ile vasf etmiş veyâ Resûlü Onu nasıl vasf etmiş ise, Allahü teâlâ [kendisinin ve Resûlünün] vasf etdikleri gibidir. İrâde etdikleri ma’nâ ve söyledikleri vech üzere hakdır, demelidir.
Sual: Tasdîk ancak tasavvurdan sonra, îmân ise, ancak anladıkdan sonra olur. Müteşâbih lafzların ma’nâlarını anlamıyan kimse, bu lafzları söyliyenin sâdık olduğuna nasıl inanır?
Cevab: İşleri icmâlî, ya’nî kısa ve toplu hâlde olarak tasdîk etmek muhal değildir. Her akl sâhibi, bu müteşâbih lafzlardan ma’nâlar murâd edildiğini ve her ismin bir müsemmâsı kasd edildiğini bilir. O hâlde haber verilen şeyin haber verildiği üzere doğru olduğuna i’tikâd etmek mümkindir. Bu icmâl yolu ile ma’kûldür. Bu lafzlardan mufassal değil, mücmel işleri anlamak ve tasdîk etmek mümkindir. “Evde canlı vardır” denildiğinde, bu söze, insan mıdır, at mıdır veyâ başka bir canlı mıdır bilmeden, evde bir canlının olduğunu tasdîk etmek mümkindir. Hattâ “Evde bir şey vardır” denildiğinde, o şeyin ne olduğunu bilmese de, evdeki şeyin varlığını tasdîk etmek mümkindir. Bunun gibi, meâl-i şerîfi (Rahman Arşa istiva etmişdir) olan, Tâhâ sûresi beşinci âyet-i kerîmesini duyan kimse, istivâ lafzından, mücmel olarak Arşa özel bir nisbet irâde edildiğini anlar. Bu nisbetin Arş üzerine istikrâr, mahlûklarına dönüş, Arş-ı a’lâ ile ittihâd [birleşme], Arşı istîlâ etme [hükmü altına alma] veyâ nisbete delâlet eden başka bir ma’nâya geldiğini bilmeden de, istivâdan murâdın Arşa özel bir nisbetin olduğunu tasdîk etmesi mümkindir.
Sual: Halka anlamadığı şeklde hitâb etmenin fâidesi nedir?
Cevab: Bu hitâbdan maksad, ehli olan kimselere anlatmakdır. Onlar da Evliyâ ve râsih ilmli âlimlerdir. Bunlar kasd edilen ma’nâyı anlamışlardır. Akllı olanlara hitâb eden kimsenin, çocukların anlıyabileceği sözlerle hitâb etmesi şart değildir. Avâmın âriflere nisbeti, çocukların bâlig olanlara nisbeti gibidir. Çocukların, anlamadığı şeyleri bâliglerden sorması, bâliglerin de çocuklara, “Bu sizin işiniz değil, bunlar üzerinde durmayınız, başka sözler üzerinde durunuz”, demeleri lâzımdır. Avâmdan olan câhiller bir şey sorarlarsa, onlara meâl-i şerîfi (Ehl-i zikre [ya’nî âlimlere] sorunuz) olan Nahl sûresi kırküçüncü âyet-i kerîmesini söylemelidir. Eğer anlama kâbiliyyetinde iseler, onlara anlatılır. Aksi takdîrde onlara, meâl-i şerîfi, (Size az bir bilgi verilmişdir) olan İsrâ sûresi, seksenbeşinci âyet-i kerîmesi ile, meâl-i şerîfi, (Size açıklanınca, hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayınız) olan Mâide sûresi, yüzbirinci âyet-i kerîmesini söylemelidir. Bu süâlin ma’nâları bunlardır. Bunlara îmân etmek vâcibdir. Keyfiyyeti, nasıl olduğu sizin için meçhûldür. Bu müteşâbih lafzlardan süâl etmek bid’atdir. İmâm-ı Mâlik “rahmetullahi aleyh”, “İstivâ ma’lûmdur. Keyfiyyeti meçhûldür. Ona inanmak vâcibdir” buyurmuşdur.
O hâlde zihnde tafsîlâtı olmayan mücmel şeylere îmân etmek mümkindir. Allahü teâlâ hakkında muhal olanları nefy ederek tenzîh etmek tafsîlâtlı olmalıdır. Çünki nefy edilenler cism ve cismin îcâblarıdır. Burada cismden maksadımız, eni, boyu ve derinliği olan, kuvvetli ise, bulunduğu yere geçmeği taleb edene mâni’ olan, za’îf ise, kendisini yerinden çıkarmak isteyen itici bir kuvvet ile kendi yerinden ayrılan bir şeydir. Çok açık olmakla berâber cismi açıklamamız, avâmın bir kısmının belki cism ile ne murâd edildiğini anlayamazlar diye düşündüğümüz içindir.
ÜÇÜNCÜ VAZİFE: ACZİNİ İ’TİRAF
Müteşâbih sözlerin ma’nâlarının künhüne ve hakîkatine vâkıf olmayan, bu ma’nâların te’vîlini ve murâd olunan ma’nâyı bilmeyen kimsenin aczini ikrâr etmesi vâcib olur. Çünki müteşâbihâtı tasdîk etmek vâcibdir. Hâlbuki kendisi murâd olunan ma’nâyı anlamakdan âcizdir. Bildiğini, anladığını iddiâ ederse yalan söylemiş olur. İmâm-ı Mâlikin “rahimehullah”, “keyfiyyeti meçhûldür” sözünün ma’nâsı da budur. Ya’nî (istivâ) kelimesi ile murâd olunan şeyin ne olduğu kesin olarak belirtilmemişdir. Râsih ilmli âlimler ve Evliyâdan ârif olanlar için keyfiyyet ma’lûmdur. Bunlar, ma’rifetde avâmın sınırını aşıp, müteşâbihâtı anlama meydânında dönüp dolaşdılar. Ma’rifet sahrâsında nice yollar kat’ etdiler. Buna rağmen onların da müteşâbihâtdan henüz ulaşamadıkları kısmları kalmışdır. Hattâ kendilerine keşf olan ma’rifetler çok az, gizli kalan ma’rifetler çok fazla olup, aralarında nisbet bile kurulamaz. Ya’nî gizli ve örtülü ma’rifetlerin çokluğuna izâfetle, keşf olunan ma’rifetlerin mikdârı çok azdır.
Seyyid-ül Enbiyâ “sallallahü aleyhi ve sellem”, gizli, örtülü ma’rifetlerin çokluğuna izâfeten, (Seni medh ve senâ etmeğe kalkışsam sayamam. Sen kendini senâ etdiğin gibisin) buyurmuşdur. Keşf olunan ma’rifetlerin azlığına izâfeten de Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Allahü teâlâyı en iyi tanıyanınız, Ondan en çok korkanınızdır. Allahü teâlâyı en iyi tanıyanınız benim) buyurmuşdur.
Kavuşulacak mertebelerin, hâllerin en sonuna gelenler de bu yolun sonunda, onların acz ve kusûr içinde kalmaları zarûrî olduğundan, sıddîkların efendisi Ebû Bekr “radıyallahü anh”, “anlamakdan âciz olduğunu bilmek, anlamakdır” veyâ “anlayamadığını anlamak, anlamakdır” buyurmuşdur. Müteşâbih ma’nâların hakîkatlerinin evvellerinin avâma nisbeti, sonlarının havâssa nisbeti gibidir. [Ebû Bekrin “radıyallahü anh” sözünden havâssın aczini i’tirâf etdiği görülmekdedir.] Bu durumda avâmın aczini i’tirâf etmesi nasıl vâcib olmaz?
DÖRDÜNCÜ VAZİFE: SÜKÛT
Müteşâbihât hakkında süâl sormakdan sükût etmek, ya’nî süâl sormamakdır. Bu vazîfe bütün avâm üzerine vâcibdir. Çünki süâl etmekle, gücünün yetmediği, aklının ermediği işe atılmış ve ehli olmadığı bir mevzu’a dalmış olur. Eğer avâm süâlini bir câhile sorarsa, onun vereceği cevâb, avâmın cehlini artdırır. Belki de onu, farkına varmadan küfre götürür. Eğer avâm süâlini ârif bir kimseye sorarsa, ârif ona anlatmakdan âciz kalır. Nitekim bir baba, mektebe yeni başlayan çocuğuna, mektebe gitmenin fâidelerini anlatmakdan âciz kalır. Kuyumcu da san’atının inceliklerini mesleğinde mâhir olan bir marangoza anlatmakdan âcizdir. Marangoz, kuyumculuğun inceliklerini anlamakdan âcizdir. Çünki o, ömrünü marangozluğu öğrenmekle ve yapmakla geçirdiği için, marangozluğun inceliklerini bilir. Bunun gibi kuyumcu da ömrünü, kuyumculuğu öğrenmekle ve yapmakla geçirmişdir. Önceleri o mesleği bilmiyordu. Dünyâ işleri ve ma’rifetullah kabîlinden olmayan şeylerle meşgûl olanlar umûr-u ilâhiyye ma’rifetlerinden âcizdirler. San’atdan yüz çevirenler de hiç bir san’atı yapamazlar. Süt çocuğunun et ve ekmek ile beslenmesinden âciz olması, fıtratındaki kusûrdandır. Ekmek ve etin olmamasından ve gıdâ olmakdan eksik oldukları için de değildir. Fekat [süt çocuğu gibi] bünyesi za’îf olanların tabî’ati et ve ekmek ile, kuvvetli gıdâlar ile beslenmeğe müsâid değildir. Onun için bir kimse, za’îf olan çocuğa et ve ekmek yidirirse veyâ yimesine imkân sağlarsa, o çocuğu helâk etmiş olur. Bunun gibi, avâmdan olan bir kimse, bu müteşâbihât ma’nâlarını sorarsa, onu zecr etmek, mâni’ olmak ve halîfe Ömerin “radıyallahü anh” müteşâbih âyetlerden soranlara yapdığı gibi, kamçı ile döğmek lâzımdır. Nitekim Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir kaç kişinin kader mes’elesine dalıp, tartışdıklarını gördü. Bu konuda kendisine bir süâl sordukları nda, (Siz bununla mı emr edildiniz. Sizden öncekiler çok sual sormakla helâk oldular) buyurdular.
Bunun için derim ki: Vâ’ızların kürsîler üzerinde halkın müteşâbihâtdan olan süâllerine, te’vîle dalarak, açıklayarak cevâb vermeleri harâmdır. Onlara vâcib olan, selef-i sâlihînin zikr etdiği ve bizim bildirdiğimizin dışına çıkmamakdır. Bu da, tenzîhde mübâlağa etmek, teşbîhi nefy etmek, Allahü teâlânın cismden ve cismin sıfatlarından münezzeh olduğunu söylemekdir. Bu mevzû’da dilediği kadar mübâlağa edebilir. Hattâ “kalbinize gelen her şeyi, içinize gelen her düşünceyi, hâtırınıza gelen her tasavvuru Allahü teâlâ yaratmışdır. Bunların hepsinden ve benzerlerinden münezzehdir” demelidir. Haberlerde cisme ve cismin sıfatlarına âid hiçbir ma’nâ kasd edilmediğini, murâd olunan şeyin hakîkatini kavramak ehliyyetine sâhib olmadıklarını, bunlardan süâl etmeğe, irdeleme yapmağa yetkili olmadıklarını beyân etmesi, bu gibi fâidesiz şeylerle değil, takvâ ile meşgûl olmalarını tavsiye etmesi lâzımdır. Allahü teâlânın kendilerine bunu [müteşâbihâtı bilmeği] emr etmediğini, Onun emr etdiklerini yapıp, men’ etdiklerinden kaçınmaları îcâb etdiğini söylemelidir. İşte siz, bunlardan men’ edildiniz. Bunlardan birşey süâl etmeyiniz. Bu konuda her ne zamân bir şey işitirseniz sükût ediniz, mutlaka, bize ilmden az verildi. Müteşâbihât, bize verilen az ilm ile çözülecek mes’elelerden değildir demeleri gerekdiğini söylemesi lâzımdır.
(fırsat oldukça kitabın devamı eklenecektir)
Ehl-i Sünnet Müdafaası
Bu sayfayı hazırlamaktaki maksadım "Ehl-i sünnetin müdafaası" için bir bilgi ve belge bankası meydana getirmektir. Faydalı olacağı ümidi ile başladım. Allahü teâlâ hâlis niyet, hayırlı netice ve muvaffakıyet nasib etsin. Bu sayfayı ziyaret eden kardeşlerimden hayır dualarını istirham ederim. (Daha fazla bilgi için sayfanın altına bakınız.)
Etiketler
- Çalgı ve Müzik (7)
- Ehli Sünnet İtikadı (19)
- Elfaz-ı Küfr (2)
- Fıkıh (5)
- İbni Teymiyye ve Takipçileri (31)
- Masonluk (15)
- Reformcular (67)
- Siyonizm (3)
- Şia Taifesine Cevaplar (6)
- Vehhabilere Cevaplar (56)
Blog in English:
26 Şubat 2008 Salı
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Yazıların Kaynakları
Bu sayfadaki yazılar genel olarak şu iki kategoriden birine girmektedir:
1. Gazete, dergi veya kitaplardan alınmış kısımlar veya makaleler. Bunların yazarları ve hangi kaynaktan alındığı açıkca belirtilmiştir. İstifadeli olduğunu ve mühim bilgiler ihtiva ettiğini düşündüğüm yazıları -muhtevalarını değiştirmeden- buraya aldım. Bu tür yazılarda ifade edilen görüşler yazarlarına aittir.
2. Kendi araştırmalarıma dayanan, çeşitli kitaplardan ve makalelerden istifade edilerek derlenmiş yazılar. İstifade edilen kaynaklar listelendikten sonra genellikle "Hazırlayan: Murat Yazıcı" ifadesi yazının sonuna eklenmiştir.
Bu sayfadaki yazıların mühim bir kısmını çeşitli forumlarda yayınlamıştım. Bu tür yazılarımı düzeltmeler ve ilaveler yaparak burada toparladım. Gerektiğinde eski yazılara yeni belge ve bilgiler ekliyorum.
Not: Sayfanın sol üst köşesindeki rakam, 3 Ocak 2009'dan bu yana bu sayfanın kaç kere görüntülendiğini göstermektedir. Bu rakama blog yöneticisinin girişleri dahil değildir.
1. Gazete, dergi veya kitaplardan alınmış kısımlar veya makaleler. Bunların yazarları ve hangi kaynaktan alındığı açıkca belirtilmiştir. İstifadeli olduğunu ve mühim bilgiler ihtiva ettiğini düşündüğüm yazıları -muhtevalarını değiştirmeden- buraya aldım. Bu tür yazılarda ifade edilen görüşler yazarlarına aittir.
2. Kendi araştırmalarıma dayanan, çeşitli kitaplardan ve makalelerden istifade edilerek derlenmiş yazılar. İstifade edilen kaynaklar listelendikten sonra genellikle "Hazırlayan: Murat Yazıcı" ifadesi yazının sonuna eklenmiştir.
Bu sayfadaki yazıların mühim bir kısmını çeşitli forumlarda yayınlamıştım. Bu tür yazılarımı düzeltmeler ve ilaveler yaparak burada toparladım. Gerektiğinde eski yazılara yeni belge ve bilgiler ekliyorum.
Not: Sayfanın sol üst köşesindeki rakam, 3 Ocak 2009'dan bu yana bu sayfanın kaç kere görüntülendiğini göstermektedir. Bu rakama blog yöneticisinin girişleri dahil değildir.
Yazıların Kullanım ve Dağıtımı Hakkında
Bu sayfadaki yazıları kopyalayabilir ve kullanabilirsiniz. Buradaki herhangi bir yazıyı başka bir sitede yayınlarsanız, bu sayfaya ( http://muratyazici.blogspot.com/ ) bağlantı vermenizi rica ederim. Zamanla ilave başlıklar eklemenin yanı sıra, mevcut başlıklara da yeni belgeler eklemeyi planlıyorum. Bu sayfaya bağlantı verildiği takdirde, her okuyucu ilgilendiği yazının en yeni haline ulaşma imkânına sahip olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder