“Âkif Efsânesi!”
Hüzünlü bir tabiatı vardı. Midhat Cemal, “Hayatında nikbin (iyimser) olduğu günlerin yekûnu birkaç haftayı geçmez” der. Nitekim, kendi resminin altına şöyle yazmıştı: Dış yüzüm ağardıkça ağarmakta fakat/Sormayın iç yüzümün rengini: Yüzler karası/Beni kendimden utandırdı şimdi hakikat/Bana hiç benzemeyen suretimin manzarası. Bu tabiatı, eserlerine de aksetmiştir. Bir nebze bile gönüllere ferahlık verecek ifade bulunmayan şiirlerini okuyanları kasvet basar. Spora düşkündü. Hem Şark, hem Garb musikisini sever ve anlardı. Ney üflerdi. Udî Şerif Muhiddin Targan’ı çok beğenirdi. Mısır’da iken bile, plaklarını yanından eksik etmezdi...
Gelgitleri bol bir insandı. “Milletim nev-i beşerdir, vatanım rûy-i zemin” diyenlerden rahatsız olur; ama bunlarla aynı cemiyette bulunmaktan gocunmazdı. Fikret’i “Bir gün Allah’a söver; sonra bir az bol para ver; hiç utanmaz Protestanlara zangoçluk eder” diye hicveder; ama halifeye karşı beraber hareket etmekte mahzur görmezdi. “Alınız garbın ilmini, san’atını” der; ama garbın kültürü ile sanatının birbirine geçmiş olduğunu düşünmezdi. “Gidin saffet-i İslâmı Japonlarda görün” der; ama Japonların, ilim ve fen alacağız derken, nasıl garplılaştıklarından habersiz görünür. “Hele ilmiye, bayağıdan da aşağı bir turşu/Bâbı fetvâ denilen daire ümmî koğuşu” mısralarıyla ulemayı aşağılar. “Böyle âvâre düşünceyle yaşanmaz, heyhât/Mültekâ fıkhınızın nâmı, usûlün “Mir’ât”/Yaşanır, zannediyorsan, Baba Câferliksin [hapishaneliksin]” diyerek, Hanefî fıkhının esasını teşkil eden Mültekâ ve Mir’at’a hakaret eder.
“Ey bunca zamandır bizi te’dib eden Allah/Ey âlem-i İslâmı ezen, inleten Allah!/Nur istiyoruz, sen bize yangın gönderiyorsun/ Yandık diyoruz boğmaya kan gönderiyorsun/Madem ki ey adl-i ilâhi, yakacaktın/ Yaksaydın ya mel’unları, tuttun bizi yaktın/Yetmez mi musâb olduğumuz [uğradığımız] bunca devâhi [belâ]?/Ağzım kurusun yok musun adl-i ilâhi?/Yakmaz mı bu tufan bu duman gitgide Arş’ı/Hissiz mi kalır lücce-i rahmet [rahmet denizi] buna karşı?” diyerek sıfat-ı ilahîyi şüphe ile karşılar. Hatta “Cânileri, kâtilleri meydana süren sen/Cânideki, kâtildeki cür’et yine senden” diyerek şüphesini Cebrîliğe kaydırır. Öte yandan “Böyle bir şehidin mükâfatı ancak zaferdir/Vermezsen ilahi dökülen hunu hederdir” diyerek, zât-ı ilahîyi mecbur tutar.
Sözlerinde Vehhâbî tesiri sezilir: “Bu hakkı ne taştan ne de leşten istemeli?”, “Hakkın bu veli kulları taş türbeye girmez.” Modernizmin izi en çok şu iki meşhur mısraında görülür: “Doğrudan doğruya Kur’andan alıp ilhamı/Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı”; “Bu Kur’an inmemiştir, ne fal bakmak için/Ne de kabirde okumak için”. Çanakkale için yazdığı şiirdeki, “Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi” mısraı, Sahâbe’nin en faziletlilerini aşağıladığı için tenkit edilir.
Mütevâzı, perhizkâr, sözünde inatla duran ve haksızlığa tahammülsüz mizacı sebebiyle çoklarında hürmet telkin ederdi. Şiiri müsabakaya sokulmadan millî marş olarak kabul edildiği için, verilen mükâfatı almamıştır. Öldüğü zaman geride bir kat elbise, bir şapka, bir mavzer, bir istiklâl madalyası, yastığı altında birkaç lira ve meşin kordonlu bir fakfon saat kaldı. İnsanlar, böyle yaşayanlara gayrı ihtiyarî hürmet duyarlar. Halbuki bazılarının nefsi, tevâzudan, fakirâne yaşamaktan beslenir. Efgânî’nin ağına düşürdüğü yegâne saf Müslüman elbette Âkif değildi; ama cemiyette oynadığı rol fazla oldu. Büyük âlim, hatta (tasavvufa uzaklığına rağmen) evliyâ olarak tanındı. Kemalistlerle sonradan ters düşer göründüğü için, geniş bir muhalif kitle tarafından (tıpkı Fevzi Çakmak gibi) sembolleştirildi. İnkılâp fırtınasından kaçanların sığınmaya çalıştığı bir liman olarak görüldü. Mekteplerde “Atatürk Köşesi”ne alternatif “Âkif Köşesi”; “Nutuk”a karşı “Safahat”... Bilen bilmeyen herkesi saran, şuursuzca bir hamasete dayalı “Âkif Efsânesi” doğdu. Buna, İbrahim Sabri, Ahmed Davudoğlu ve Kadir Mısıroğlu dışında hiç kimse itiraza cesaret edememiştir.
Kaynak: http://www.yazargundemi.com/yazi/173827/read